Farkında mısınız?
Çağımızın en popüler, en moda sözcüklerinden biri de...
İnsanların çeşitli nedenlerle bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya yerleşmesine göç denir. İnsanlar kültürel ya da ekonomik nedenlerden, doğa olaylarından ya da siyasi, etnik ya da dini nedenlerden dolayı göç etmektedirler. Göçler her zaman bu zorlayıcı sebeplerden dolayı yapılmamaktadır. Bazen insanlar daha iyi bir yaşam beklentisiyle gönüllü olarak göç ederler. Göç etmeye karar verenlerin hedefi çoğunlukla […]
İnsanların çeşitli nedenlerle bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya yerleşmesine göç denir. İnsanlar kültürel ya da ekonomik nedenlerden, doğa olaylarından ya da siyasi, etnik ya da dini nedenlerden dolayı göç etmektedirler. Göçler her zaman bu zorlayıcı sebeplerden dolayı yapılmamaktadır. Bazen insanlar daha iyi bir yaşam beklentisiyle gönüllü olarak göç ederler.
Göç etmeye karar verenlerin hedefi çoğunlukla gelişmiş Batı ülkeleridir. Bunlar hem yasal hem de yasa dışı olarak gerçekleşiyor. Yasadışı göç, sermaye sahipleri için ucuz emek anlamına geliyor. Bu nedenle sermaye hükümetleri büyük bir baskı altına sokuyor. Küresel kapitalist sistem işçileri eziyor. 1970’li yıllarda yaşanan krizin ardından küresel kapitalizm, neoliberal ekonomi politikalarını gündeme getirerek yeni bir dönem başlattı. Fordist üretim mantığı terk edildi ve neoliberal düşünce üretim ilişkilerini yeniden programladı. Bu politikalardan biri de kaçak göçmenleri ucuz işgücü olarak görmek ve kolaylıkla işten çıkarmaktır.
Küreselleşen dünya ekonomisi dönemsel krizler yaratmakta ve her kriz doğrudan ya da dolaylı olarak göç hareketleri yaratmaktadır. Örneğin; 1970’lerdeki petrol krizi, küresel kapitalizmin krizi olarak yaşandı. Bu kriz yeni ekonomi politikaları oluşturularak aşılabilirdi ve bu dönemde kapitalist üretimin yani neoliberalizmin uyguladığı yeni politikalar ve sosyal devlet uygulamaları azaltıldı. Ücretleri düşürerek krizi ortadan kaldırmaya çalışan neoliberal politikalar şehirlerde büyük işsiz kitleler yarattı. Neoliberal politikalar gelir dağılımında adaletsizliğe neden oldu. 1970’li yıllarda neoliberal politikalar rekabet odaklı uygulamaları öne çıkardı. İşgücü piyasasının esnekleşmesiyle birlikte sistemsel bir değişim yaşanmış ve küresel sermaye Fordist üretim ilişkilerinden vazgeçmiştir. Yeni oluşan bu sistemde milyonlarca insan yoksulluk girdabına düşmüş durumda. Örneğin; 2011 yılında Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle çok sayıda Suriyeli Türkiye’ye göç etmiş ancak savaşın uzun sürmesi nedeniyle mülteciler Türkiye’ye kalıcı olarak yerleşmeye başlamıştır. Bu durum yöre halkı arasında huzursuzluğa neden oldu. Çünkü Suriyeliler ile sigortasız ve genellikle düşük ücretlerle çalışan yerel halk arasında olumsuz bir rekabet yaşanıyor. İşsiz göçmenler kapitalistlere ucuz emek sağlarken aynı zamanda çalışanlar için de tehdit oluşturuyordu ve bu nedenle yabancılarla yerli emekçiler arasında gerilim ortaya çıktı.
Mevcut üretim ilişkileri insanlara güvenlik sağlamayıp krize dönüşmekte ve insanlar arasında rekabet yaratmaktadır. Bu rekabet ortamında işverenler işçileri en düşük ücretle çalıştırmayı tercih ediyor. Aslında küresel kapitalist sistemin yarattığı eşitsiz toplumsal yapılar, hem şehirde yaşayanların hem de dışarıdan gelen yoksulların sorumlusudur. Uluslararası Göç Örgütü’nün 2010 yılı verilerine göre 214 milyon uluslararası göçmen tespit edildi. Bu dünya nüfusunun yüzde 3’ünü oluşturuyor. Kapalı ekonomiler döneminin sona ermesiyle başlayan küreselleşme, toplumsal hareketliliği artırdı. Sınır ötesi seyahatler dünya çapında ciddi bir göçmen hareketliliği oluşturmaktadır. Toplumsal eşitsizliklerin temeli adaletsiz dağıtılmış güç ilişkilerinde yatmaktadır. Yoksulluk ve buna bağlı toplumsal hareketler aslında insan kaynaklı toplumsal eşitsizliğin bir sonucudur ve bu eşitsizlik sermaye tarafından yaratılmaktadır.
Günümüzde uluslararası göç insani bir sorundur ve göçün bitmesini istemeyen sermaye sahipleri bu niyetlerini belli yollarla hükümetlere iletmektedir. Küresel sermaye ile insan emeği arasında ters orantı var. Küresel sermaye arttıkça emek daha fazla sömürülmekte, yoksulluk ve göç sorunu küresel bir sorun olmaya devam etmektedir.
Baudrillard’ın simülasyon anlayışında gerçekliğin yerini imge, işaret ya da kopya alır. Hakikat sonsuzca yeniden üretilir ve kaybolur. Böylece görüntüler bağımsızlığını ilan eder ve insan yaşamının her alanını kuşatır. Bireysel ve toplumsal yaşamda yeniden üretilenlerin yerini imgeler alıyor. Endüstriyel üretim, doğrudan iletişim ve fiziksel güç ilişkilerindeki eski modern düzen, yerini bilgi ve iletişim araçlarının şekillendirdiği yeni postmodern düzene bırakmıştır. Baudrillard’ın gündeme getirdiği bu gerçeklik kaybı, Batı rasyonel düşüncesinin iyimserliğiyle ortaya çıkan hakikatten bahsetmemizi imkansız hale getiriyor. Aslında bu teori, Batı rasyonalizminin hakikat bilgisi ile hurafe bilgisi arasında yapılan ayrımın köklerine yönelik bir eleştiriyi ifade etmektedir. Baudrillard, Batı kültürünün kitle iletişim yoluyla hipergerçeklik adını verdiği yeni bir simulakr düzeni yarattığını belirtiyor. Göç hukukuna baktığımızda simulakr kavramı, kanunların herhangi bir gerçek hukuka dayanmaması anlamına gelmektedir. Baudrillard’a göre şu anda gerçekten var olan tek şey hukukun simülasyonudur. Örneğin; Baudrillard’a göre Körfez Savaşı bir savaş değildir, Körfez Savaşı vahşeti gerçek zamanlı olarak sunan bir medya yalanıdır, bir savaş değildir; Bu sadece Batı’nın propagandasıdır. Baudrillard, savaşta binlerce insanın öldüğünü ve evsiz kaldığını kabul ederken, çoğunlukla medyanın bu vahşeti maskelemesini eleştiriyor.
Amerika’daki göç yasası ve yasa dışı göçmenlere uygulanması aslında gerçek bir yasayla bağdaşmayan uygulamalar olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bu göç yasasını bir simülasyon, bir yanılsama olarak görebiliriz. Baudrillard’ın simülakr kavramı bu duruma ışık tutmamıza yardımcı olabilir. Çünkü Amerika’da kimin yasadışı yollardan sınır dışı edilebileceğini veya hangi göçmenin sınır dışı edilmeye uygun olduğunu belirli siyasi ayrımlar belirliyor. Örneğin; 20. yüzyılın başında Amerika Birleşik Devletleri’nde Meksikalı göçmenler vardı. 1952 yılında Meksika ile Amerika Birleşik Devletleri arasında göçmenlik ve vatandaşlığa kabul hizmetinin sağlanmasıyla birlikte yasa dışı göçmenler yasaya uygun hale getirilmeye başlandı. Bu durum kayıt dışı göçü teşvik ederek iki ülke arasındaki ilişkileri zayıflattı. Daha sonra 1954 yılında 1 milyona yakın kaçak işçi sınır dışı edildi. Ancak bununla birlikte Amerika’da düşük maliyetli işçilere her zaman ihtiyaç vardı. Bu nedenle Amerika’daki işverenler yasadışı göç ve yasal göç dalgalarının artmasında önemli bir rol oynamıştır. Daha sonra yasal göçmenlerin, belgesiz ve belgeli göçmenlerin sayısı artmaya başladı.
Öte yandan Başkan Obama’nın gençlerin sınır dışı edilmemesi yönündeki öneriyi oylaması, yasanın simülasyonunun sonsuz olasılıklar kaynağı olduğunu bize gösteriyor. 2012 yılında Amerika’ya çocukken getirilen belgesiz genç göçmenlerin artık sınır dışı edilmeyeceğini belirten bir açıklama yaptı. Bu, belgesiz topluluğun bir kısmı için yasanın yanılsamasını ve topluluğun geri kalanı için yasanın katılığını ortaya koyuyor. Bu bize yasaların her zaman orijinal bir gönderge olmadan üretildiğini kanıtlıyor. Gerçeklik işlevseldir ve politik bir gündemi ortaya çıkarır. Göç Yasasındaki bu yanılsamalar aslında toplum için daha iyi siyasi politikalar geliştirmemize yardımcı oluyor.
Göç ve göçe bağlı sorunlar ve bunların çözümleri günümüzde tüm dünyada varlığını sürdürmektedir. Bu çözüm önerilerinin başında eğitim geliyor. Entegrasyon eğitiminin olası sosyal riskleri azalttığı görülüyor ve entegrasyon eğitimi, ev sahibi toplumla ilişkilerde daha az sorun yaratmasını sağlayacak bir araç haline geliyor. Bu eğitimle göçmenlerden kaynaklanan sorunlar çözümlenmeye çalışılıyor. Almanya-Türkiye örneğini kitlesel bir göç deneyimi olarak verebiliriz. Bu sayede göçmen kimliği etnik ya da ulusal kimlikten ibaret görülmemektedir. Yerini, insanı eğitim durumu, nesil, sınıf gibi katmanlardan oluşan bir kültür alanında değerlendiren bir düzlem alıyor. Araştırmalar aynı sosyal çevreye katılan insanların aynı davranış ve tutumlara sahip olduğunu göstermiştir. Buradaki sosyal çevre bir sosyal alanı işaret etmektedir. Bourdieu’ya göre insan eylemi bir uyarana anında verilen bir tepki değildir. Çünkü insanlar kendi tarihlerinin ürünü olan toplumsal aktörlerdir.
Dış aktörler tarafından belirlenen parçacıklar değiller. Bu nedenle yetişkin eğitimine katılım ancak öznel ve nesnel olanın ilişkilendirilmesiyle anlaşılabilir. Bourdieu bu ilişkiyi alan ve habitus kavramlarıyla açıklamaktadır. Burada alan, habitusun yaratıldığı toplumsal yapıdır. Bu toplumsal yapı içerisinde çeşitli asimetrik güçler bulunmaktadır ve bu, toplumsal aktörlerin sahip oldukları sermayeye göre pozisyon aldıkları bir mücadele alanıdır. Sahadaki sosyal aktörler arasındaki konumlar kültürel, ekonomik ve sosyal sermaye hacimlerine göre dağılmaktadır. Sahadaki her aktör daha avantajlı bir konuma geçmek için çabalıyor. Bu bağlamda yetişkin eğitimine katılma kararı, bireyin sahip olduğu sembolik sermayenin değerini artırma girişimi olarak değerlendirilebilir.
Bir yandan göçmenler ev sahibi toplumun normlarını ve değerlerini paylaşıyorlar. Öte yandan kendi kültürel özelliklerini de koruyabilirler. Bourdieu burada da toplumsal dünyada var olanın nesnel ilişkiler olduğunu söylüyor. Bunun aktörler arasındaki etkileşim ya da bireyler arasındaki öznelerarası bağlantılar olmadığını savunuyor. Dolayısıyla göçmenler ve ev sahibi toplum iki ayrı varlık olarak değil, aralarındaki dinamik ve şekillendirici ilişki dikkate alınarak anlaşılabilir. Bourdieu’ya göre göçmenler, dış güçler tarafından mekanik olarak yerinden edilen parçacıklar değil, toplumsal aktivistlerdir ve toplumsal alanda kendi yönelimleri doğrultusunda hareket ederler. Ev sahibi toplumun kültürünün kendine dayalı olup olmadığına bakmaz, sahip olduğu kültürel ve sosyal sermayeye dayalı bir varoluş stratejisi geliştirir. Ancak bu durumda baskın olan ev sahibi toplumdur.
Popülizm kavramı 2017 yılında Cambridge Dictionary tarafından yılın kelimesi seçildi. Bu kavramın içeriğine yönelik farklı yaklaşımlar, teori ve pratikte sürekli güncellemeyi gerektirdi. Hiçbir ideolojik temeli olmayan bu siyasal araca başvuran liderlere popülist deniyor. Popülist liderler kendilerini hem sağ hem de sol kanatta gösterseler de, özellikle Avrupa’da yeniden yükselişe geçen aşırı sağla ilişkilendiriliyorlar. Aşırı sağın yeniden yükselişe geçmesiyle birlikte demokrasi ve popülizm arasındaki ilişkilere ilişkin göç politikaları da bu bağlamda yeniden tartışılmaya başlandı. Almanya, 2015 yılındaki mülteci krizi sırasında Avrupa Birliği içerisinde ortak göç politikalarına öncülük etmiş ve mültecilere yönelik açık kapı politikası izlemiştir. Ancak ülkeye sığınma talebinde bulunan göçmen sayısının tahmin ve beklentileri aşması, bu politikayı uygulayan dönemin Başbakanı Merkel’in iç siyasette çokça eleştirilmesine neden oldu.
Sağ popülist partiler hükümete baskı yapmaya başladı. Başbakan Merkel’in politikalarından memnun olmayan seçmenler tepkisini sağ popülist partilere oy vererek gösterdi. Çünkü sağ popülist parti göçmen karşıtı söylemleriyle öne çıktı. Sonrasında 2017 yılının en güçlü partisi olarak ortaya çıktı. 2020 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan pandemi krizi, Avrupa’nın popülist liderlerinin göçmen karşıtı söylemlerini güçlendirmesine olanak tanıdı ve bu da aşırı sağ politikaları meşrulaştırdı. Bu durum, sınırların kapatılmasının çözüm olduğunu savunan görüşleri gündeme getirdi. Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Orban ve Hindistan’da Modi gibi popülist liderler, salgını otoriterleşmek için kullandılar.
Bir yanıt yazın
Yorumlar (0)