Din olgusu insanlık tarihi boyunca kişinin zihninde, günlük yaşamında ve ilişkilerinde başat rol oynamıştır. Din sadece teolojik bir algı değil, ritüeller/ibadetlerle toplumun temel dinamiklerinin oluşmasına etki eden düzenleyici bir güçtür. Kişinin varoluşsal bilincinin oluşmasına kaynaklık teşkil ettiği gibi, toplumsal düzeni sağlamaya yönelik normlar da içerir. Zihinsel, eylemsel ve toplumsal etki ve şekillendirici ilkeleri kutsal metinler kaynaklığında meşruiyet kazanır. Yani kişinin din algısı ve inanç örgüsünün kaynağı kutsal metinlerdir. Bütün ilahi dinlerde bu kutsal metinler, elçi/peygamber vasıtasıyla insanlara tebliğ edilerek yaygınlaşmıştır.
İnsanın anlam arayışı ve evreni keşfetme çabası kutsal ve aşkın olan şeye ilgisini artırmıştır. Varoluşsal konusuna yanıt arayan insan, belirsizlikler karşısında kendine ve evrene dair bir anlam yüklemek ister ve belirsizlik/düzensizlik kargaşasından kurtularak bir düzen ve anlam arayışını sürdürür. Yaratıcı (Allah-Tanrı) inancı ve kutsal metinler insanın bu düzen ve anlam arayışında önemli bir sığınaktır. İnsanın kutsal ve aşkın olan şeye ilgisi, anlam arayışıyla başlamış, aşama aşama ilerleyerek doğayı ve evreni keşfetme ve daha sonra hükmetme arzusuna, insanın ve evrenin varoluşunda gördüğü estetik arayışına ve hayatın tamamını kapsayan bir düzen kurma ihtiyacına dönüşmüştür.
Hristiyanlık Hz. İsa’nın vefatından sonra Havariler aracılığıyla yayıldı. Hristiyanlar dini inanç ve ibadetlerini/ritüellerini küçük topluluklar bünyesinde gerçekleştirerek dini gruplar oluşturmuşlardır. Zamanla havarilerin öğretilerine bağlı kalmak ve Hristiyan inancını doğru şekilde yaymak için bir merkeze ve otoriteye ihtiyaç duyulmuştur. Kilise bu dini merkez misyonunu üstlenmiş ve din konusunda bir otorite olarak Hristiyanlık inancında kurumsallaşmıştır.
Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Hristiyan inancı Roma İmparatorluğunda yasaklanmış olmasından dolayı küçük Hristiyan grupların ruhani liderleri olarak piskoposlar önemli rol oynamışlardır. Hristiyanlık inancının yayılması ve toplum üzerindeki etkisi nedeniyle 4. yüzyılda Roma İmparatoru Konstantin, Hristiyanlığı serbest bırakır ve Milano Fermanı ile kiliseyi yasal bir kurum haline getirmiştir. Ardından Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini oldu. Bu gelişmeler, kilisenin sadece Hristiyanlık inancının otoritesi ve inananlar üzerindeki misyonuyla sınırlı kalmamış, toplumsal ve siyasi bir güç kazanmasına yol açmıştır.
Tarihi süreçte Hristiyanlık inancının ilkeleri ve kiliselerin misyonu konusunda hem bölge kiliseleri arasında hem de yerel otoritelerle çatışmalar ve güç mücadelesi yaşanmıştır. Hristiyanlık inancının kutsal metinlerinin ortadan kaybolması, inancın temel parametreleri ve ritüelleri konusunda ayrışmaya ve farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı kiliseler arasında Hristiyanlık inancının ilkeleri ve inananlar için ritüellerin belirlenmesi alanında ciddi çatışmalar yaşanmıştır.
Pavlus’un mektupları ve diğer havarilerin yazıları, Hristiyanlık inancının ilkelerinin yorumlarını içeren metinlerdir. Pavlus, Petrus, Luka, Matta, Markos ve Yuhanna Hristiyan metinlerin ilk yazarları olarak bilinmektedir. Daha sonra bu yazarların metinleri, Yeni Ahit olarak bütün bir kitaba dönüştürülmüştür. İlk yazılan İncil, Hristiyanlıkta “Yeni Ahit” olarak bilinen metinler arasında yer alan Markos İncili olduğu kabul edilir. Markos’un, İsa’nın havarilerinden biri olan Petrus’un öğrencisi veya yardımcısı olduğu iddia edilir. Dolayısıyla, Markos’un yazdıklarının, Petrus’un tanıklıklarına dayandığı düşünülür. Yani İncil yazarları Tanrı’nın mesajını iletmek için kendi dillerini, kültürel anlayışlarını ve yazım biçimlerini kullanmışlardır. Bundan dolayı ilk İncil olarak kabul edilen Markos İncili ve daha sonra kilise tarafından kabul edilen diğer inciller Tanrı’nın İsa peygamber aracılığıyla gönderdiği ilahi buyruklar değildir. Metin yazarların kendi düşünce ve anlatımlarıyla oluşmuştur.
4. Yüzyılda toplanan konsiller, hangi metinlerin Yeni Ahit’e dahil edileceğini kararlaştırdı. Hristiyanlar aynı zamanda Yahudiliğin kutsal kitabı olan Eski Ahit’i de kendi inanç sistemlerine kaynak olarak kabul etmişlerdir. Bu süreç, Hristiyan inançlarının yazılı bir temel kaynak kazanmasını sağladı.
Hristiyanlık inancının ilkelerinin belirlendiği konsiller sadece bu açıdan değil, kiliselerin Hristiyan toplum üzerinde ve siyasal otoriteler nezdinde etkin olma mücadelesinin de yaşandığı ve bugüne kadar etkisi sürdüren yapının oluştuğu önemli toplantılardır.
Örneğin, 325 yılında yapılan İznik Konsilinde, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu inancı ve Teslis inancı kabul edilmiştir.
Kutsal Ruh’un Teslis’in üçüncü uknumu olduğu inancı/öğretisi 381 yılında İstanbul Konsilinde belirlendi.
Efes Konsilinde de Hz. Meryem’in “Tanrı’nın Annesi” olduğu ve Hz. İsa’nın hem ilahi hem de insani vasfının olduğu kabul edilir.
Kilise tarafından konsillerde kabul edilen bu inanç ilkelerinin kaynağı nedir? Dört adet incil kilise tarafından kabul edilirken diğer metinler neden reddedildi? Bu tür sorular cevapsız kalmaktadır.
İncillerin farklı yazarlar tarafından, farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda yazılmış olması, metinler arasında çelişkilerin ve tutarsızlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Her İncil yazarı (ki bu yazarlar tam olarak bilinmemektedir, yani meçhuldür) kendi hedef kitlesine uygun bir mesaj vermeye çalışmıştır. Bu da, olayların farklı yönlerinin vurgulanmasına yol açmıştır. İlk metin, Hz. İsa’nın ölümünden 50-60 yıl sonra yazılmıştır ve yazım sırasındaki tarihsel bağlamlar farklıdır.
İnciller ilahi kaynaklı olmadıkları için Hristiyanlar arasında inanç birliği sağlanamamış ve din anlayışı üzerinde çatışmalar devam etmiştir. Hristiyanlık inancına ve kiliseye din adına yapılan itiraz ve reddiyeler, İncillerin varlığa, kâinata ve Tanrı’nın varlığına dair tutarlı, güvenilir bilgiler içermediğinden dolayı ortaya çıkmıştır. Avrupa’da İnciller, ilahi/ Tanrı mesajı olmadığı için, Hristiyan teolojiye ve kiliseye dair ortaya çıkan reddiye ve inkâr yaygınlaşmıştır.
Batı’da dine karşı ortaya çıkan ret ve inkâr hareketlerinde İncil metinlerindeki tutarsızlıklar ve çelişkiler, önemli bir etken olmuştur. Bu süreç, özellikle Aydınlanma Çağı (17.-18. yüzyıllar) ve sonrasında hız kazanmıştır. Bu dönemde, kutsal metinler ve dini dogmalar eleştirel bir şekilde incelenmeye başlanmış ve dinin toplumsal, entelektüel ve bilimsel alanlardaki etkisi sorgulanmıştır. İncil’in iç tutarsızlıkları, bu eleştirilerin önemli bir dayanağı olmuştur.
Aydınlanma düşünürleri, kutsal metinleri mutlak gerçekler olarak değil, tarihsel ve kültürel bağlamlarda yazılmış belgeler olarak ele almıştır. Bilim adamları ve düşünürler, İncil’lerdeki çelişkileri ve mantık dışı görünen öğeleri eleştirerek, Hristiyanlığın ilahi bir hakikat olarak görülmesine karşı çıkmıştır.
Hristiyanlığın Roma İmparatoru Konstantin tarafından resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Hristiyanlık yasal statü kazanmış, kilisenin örgütlenmesi ve kurumsallaşması bu ortamda kolaylaşmıştır. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra kilise, toplum üzerinde siyasi bir otorite ve sosyal düzeni sağlayan kurum haline geldi. Bu dönemden sonra Batıda kilisenin ve Hristiyanlık inancının serüveni çok değişik olmuştur.
Hristiyanlığının ruhani lideri olarak Papa ve kurumsal kimlik olarak kilise, özellikle Haçlı Seferleri sırasında siyasi ve askeri güç olarak otoritesini kuvvetlendirmiştir.
Müslümanların egemenliğinde olan Kudüs’ü ele geçirmek, doğudaki Hristiyanlara hamilik yapmak ve geniş topraklara sahip olarak zengin olmak amacıyla planlanan Haçlı Seferlerine Hristiyanların katılmasını sağlamak için Papa, bu savaşa katılanların günahlarının affedileceği ve cennete gideceklerini vaat ederek haçlı Seferlerine dini bir kimlik ve motivasyon kazandırmıştır. Tapınak Şövalyeleri diye bilinen askeri birlikler kilisenin öncülüğünde ve desteğinde kurulmuş olan savaşçı birliklerdir. Kilise Haçlı Seferleri organizasyonunda etkin rol üstlenmesinin yanısıra bu seferlere ciddi miktarda parasal desteklerde de bulunmuştur. Kilisenin bu desteği sadece Hristiyanlık inancının farklı bölgelerde yayılması amacını taşıyordu. Kilise elde ettiği bu güçle hükümdarlar üzerinde de ayrı bir etki kazanmıştır.
Kilisenin siyasi ve askeri güç kazanması sadece dini kimliğinden rolünden dolayı değildir. Hristiyanlık yayılmaya başladığında resmi din olmasının getirdiği ayrıcalıkla kilise, soylulardan ve hükümdarlardan elde ettiği toprak bağışlarıyla geniş arazilere ve mülklere sahip olmuştur. Kral ve soylular, Tanrı’ya olan bağlılıklarını göstermek amacıyla değerli bağışlar yapmışlardır. Feodal sistemde geniş toprak sahibi olarak üretim sürecine katılmış, kiliseye ait arazilerde çalışan köylüler, vergi ve bağışlarla kiliseye maddi destek sağlamışlardır.
Maddi olarak büyük güç sahibi olan kilise, finans ve ticaret alanlarında da etkili olmuştur. Sahip olduğu araziler, elde ettiği bağış ve vergilerle hem üretim, ticaret hem de finans/bankacılık alanında yer almıştır. Orta Çağ’da, Avrupa’da bankacılık işlemleri sınırlıydı ve genellikle zengin tüccarlar ya da soylular tarafından yürütülüyordu. Hristiyanlık inancının ruhani lideri olarak Papalık bünyesinde borç verme ve kredi kullandırmayı içeren finansal işlerler de yürütülmüştür. Papa, parasal zorluk içinde kalan hükümdarlara, ticaret erbabına, soylulara kredi ve borç vererek büyük miktarda servet kazanmış ve siyasi otoritesini kuvvetlendirmiştir.
Batıda Din ve Kilise ilişkisinde en önemli konulardan biri Papa’nın kilisenin dini kimliğini kullanarak parasal/ekonomik faaliyetlerde bulunmasıdır. Banche Papale, Papalık tarafından kurulan ve yönetilen finansal kurumların adıdır. Papalık bankacılığı olarak bilinir.
Avrupa’nın değişik bölgelerinde kurulan Papalık bankaları, para transferi, borç/kredi verme ve hatta para birimi basma gibi işlemleri gerçekleştiriyordu. Papalık, özellikle askeri harcamalar veya dini seferler için parasal desteğe ihtiyaç duyan hükümdarlarla ilişki kurmuş ve verdiği borçlar karşılığında siyasi kimlik ve misyon elde etmiştir. Bu konuya en çarpıcı örnek İngiltere Kralı I. John olayıdır. Kral vergi ve toprak meselesinde Papalığa büyük miktarda borçlanmış ve Papa Kral’ın taç giyme konusunda Kralın Papa’dan izin alma koşuluyla Kral’a borç para vermiştir.
Fransız kralı I. Philip, Fransa’nın Bourbon hanedanı, İngiltere kralları I. Henry ve I. Richard, İspanya kralları Ferdinand ve Isabella, Aragon ve Kastilya Krallıkları çeşitli sebeplerle harcamalarını finanse edebilmek için papalıktan borç ve destek almışlardır. Kilise sadece dini bir otorite olarak değil, finansal açıdan güçlü bir aktör/merkez haline gelmiştir. Ancak, kilisenin elde ettiği bu güç, zaman zaman borçlar ve kilisenin mali politikaları yüzünden krallarla çatışmalara yol açmıştır. Krallar, Kilisenin dini otoriteyi ve parasal gücü kullanarak kendileri üzerindeki etkiyi artırmasını kabul etmemiş ve bu çatışmalar uzun süreli krize dönüşmüştür.
Avrupa’da kişinin din algısının oluşmasında kilisenin dini otorite olarak kabul edilmesi önemli sonuçlar doğurmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hristiyanlık inancı temel ilkeleri üzerinde bile kiliseler arasında farklı görüşler, kabuller olmuştur. Bu farklılıklar her ne kadar konsil kararlarıyla ortadan kaldırılsa da, toplumsal hayatın kilisenin öğretilerine göre düzenlenmesi ve kişilerin kiliseye karşı sorumlu ve zorunlu ilişki ve görevlere tabi tutulması, kiliseye hem dini hem de dünyevi açıdan geniş bir etki alanı oluşturmuştur. Günahlar, cezalar ve kurtuluş kavramları, kilisenin eğitimlerinde, öğretilerinde geniş yer almış, günahların affedilmesi, kurtuluşa erilmesi ve huzura ulaşılması Papa ve Papazlar tarafından sağlanan bir ayrıcalık olarak sunulmuş ve bununla kişinin kiliseye bağlılığı ve hatta zorunluluğu sağlanmıştır. Batıda dini dogmalar, sosyal sınıf hiyerarşisi ve toplumsal düzen, kilisenin öğretileri ve otoritesi altında şekillenmiştir.
Kilisenin öğretileri ve dogmaları dışına çıkmak, bunlara karşı farklı iddialarda bulunmak kilise tarafından aforoz edilmekle cezalandırılmıştır. Kilise, dini öğretilere aykırı olarak kabul edilen her türlü düşünceyi sapkınlık olarak değerlendirdi. Kilise, bilimsel gelişmelerin diğer mezhepleri destekleyerek Katolik Kilisesi’nin otoritesini zayıflatabileceğinden korkuyordu. Farklı görüşler iddia eden bilim insanları ve filozoflar, aforoz edilmekle kalmayıp engizisyon mahkemeleri tarafından cezalandırıldılar. Kilise aynı zamanda eğitim faaliyetlerini de yürüttüğü için kendi dogmalarına uygun olmayan hiçbir görüş ve fikri desteklememiştir. Bu konuya en açık örnek Galileo olayıdır.
Kilise öğretilerindeki evren modelinde dünya, evrenin merkezi olarak kabul edilmekteydi. Galileo, güneşin evrenin merkezi olduğu görüşü savundu ve gözlemlerine dayanarak bu görüşü destekleyen kanıtlar sundu. Ancak Galileo’nun bu yeni iddiası Kilisenin öğretilerine aykırı kabul edildi ve Galileo, Engizisyon mahkemelerinde yargılandı.
Avrupa’nın önemli filozoflarından Rene Descartes’in görüşleri, kilisenin dogmalarıyla çelişiyordu. Çünkü Descartes, bilimin deneysel ve akılcı bir temele dayanması gerektiğini savundu ve rasyonel düşünceyi bilimsel yöntemin temel prensibi olarak belirledi. Yeni görüşlerin toplum üzerinde etkili olmaya başlaması, kilisenin öğretilerinin sorgulanmasına yol açmıştır.
Kepler, Galileo, Newton gibi bilim insanlarının ve filozofların ortaya koyduğu teoriler ve yeni görüşler, rasyonel düşünce, gözlem ve deneysel bilginin önemini açığa çıkarmıştır. Felsefe, matematik, astronomi, mantık gibi alanlarda elde edilen yeni bilgiler, kilisenin öğretilerinin, dogmatik bilgilerinin sorgulanmasına neden olmuştur. Doğa yasalarının ve akılcı düşüncenin evreni açıklamada doğru bilgiler sunduğu yönündeki temel anlayış, Aydınlanma döneminin felsefi bakış açısının temel ilkesi olmuştur.
Aydınlanma dönemi, sadece bilimsel faaliyetler ve felsefi görüşler alanında değil, siyasi ve toplumsal değişimlere de zemin hazırlamıştır. Feodal düzenin zayıflaması ve burjuvazinin yükselmesi, monarşilere karşı bireysel özgürlükleri siyasal, toplumsal talepleri ortaya çıkarmıştır.
John Locke’un doğal haklar teorisi, Jean-Jacques Rousseau’nun toplumsal sözleşme fikri, Montesquieu’nün güçler ayrılığı ilkesi gibi görüşler siyasal ve toplumsal değişimlere ilham vermiştir. Bütün bu yenilikler, kilise ve mutlak monarşi gibi geleneksel otoritelerin yerleşik düzenlerine, öğretilerine ve dogmalarına karşı ortaya çıkmıştır. Yani Avrupa’da ortaya çıkan bu yeni görüş ve iddialar, kilisenin dini ve siyasi otoritesine karşı bir başkaldırıdır. Hümanizm, sekülarizm ve hatta ateizm, Hristiyan teolojisi ve kilise dogmalarının baskıcı, hegemonik niteliğinden kaynaklanan tepkisel bir arayış ve iddia olarak yayılmıştır. İlahi/vahyi niteliği olmayan Hristiyan yazılı metinleri, insanın ve evrenin varlık anlamı ve insanın hakikate ulaşma yöntemleri konusunda yeterli bilgi içermediğinden dolayı dönemin filozoflarının ortaya koyduğu bilgi ve teoriler güç mücadelesini başlatmıştır. Aslında aydınlanma döneminin önemli filozofları kilisenin reddettiği yeni bilgileri savunurken Tanrı’nın varlığını kabul etmişlerdir. Kilise kendi öğretilerini, dogmalarını İlahi kaynaklı bilgi olarak sunduğu için bazı filozoflar bu kaynağa yani Tanrı’nın varlığı, insan ve evren üzerindeki etkisini yok saymaya yönelmiş ve zamanla Tanrı inancı hedefe oturtulmuştur. Eğer Tanrı inancı yok edilirse, Kilisenin sahip olduğu otorite ve Tanrı adına temsiliyet rolü meşruiyetini kaybedecektir.
Kilisenin Orta Çağ boyunca sürdürdüğü hegemonik ve otoriter tutum, modern dönemde ateizmin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Kilisenin, özellikle bilim, felsefe ve toplumsal yaşam üzerindeki egemenliği, zamanla insanların, kilisenin dogmatik öğretilerine ve uygulamalarına yönelik eleştiriler geliştirmelerine ve alternatif düşünce biçimlerinin doğmasına zemin hazırlamıştır. Sekülarizm ve Ateizmin gelişimi, kilisenin baskıcı ve dogmatik etkilerine karşı bir tepki olarak şekillenmiş ve daha sonra ideolojik bir kimliğe dönüşerek siyasal, toplumsal, kültürel ve entelektüel hareketlerle desteklenmiştir.
Hümanizm, Rönesans döneminde Avrupa’da, kilisenin dogmatik yaklaşımına karşı, insan aklını ve bilimsel düşünceyi merkeze alan yeni bir felsefi akım olarak doğmuştur.
Evrenin işleyişinde Tanrı’nın rolü ve iradesi konusunda Hümanizm, insanın aklını ve insanın tabiata hükmedeceğini kanıtlamaya yönelik tabiat üzerinde Tanrı’nın iradesi fikrine karşı çıkmış ve insanın kendi kendine yeterliliğini öncelemiştir. Evren ve tabiat, insan aklıyla keşfedilebilecek bir düzen olarak görülmeye başlanmıştır. Evrenin ilk varoluşunun maddesel savrulmayla tesadüfen/rastlantısal olarak oluştuğu ve bundan sonra mekanik bir düzenle işlediği, Tanrı’nın bu işleyişte herhangi bir rolü ve etki gücünün olmadığı görüşü bilimsel bir kabul olarak yaygınlaşmıştır.
İncil’in çelişkilerinden dolayı, Tanrı’nın evrene müdahale etmediğini ve dinlerin insan yapımı olduğunu savunan deizm popülerlik kazanmıştır. İncil’lerin çelişkilerinin ele alınması, kiliselerin ve din adamlarının otoritesini sorgulatmış ve bireylerin dini kurumlardan uzaklaşmasına yol açmıştır. İlahi bir referanstan uzak, dini ilkelerden beslenemeyen Batılı insan, Evrenin ve doğa yasalarının tamamen akıl ve bilim yoluyla açıklanabileceği fikrini savunmuş ve bunun sonucunda Seküler düşünce ortaya çıkmıştır.
İncil metinlerinin ilahi bir kaynağa dayanmadığını savunan eleştiriler, bu metinlerin insanın varlık anlayışını, kâinatın işleyişini ve doğa yasalarını açıklamakta yetersiz kaldığını öne sürer. Bu yetersizlik, özellikle modern bilimsel bulgularla çelişen İncil anlatıları üzerinden tartışılmıştır. Hristiyanlık tarihinde, kilisenin bu durumu otoritesini koruma ve meşruiyetini sürdürme amacıyla bilimsel bulgulara karşı çıkmasıyla sonuçlandığı görülmüştür.
Sekülarizm, hayatın her alanından dini inanışların ve öğretilerin çıkarılarak dünyevi işler ile dini otoritenin ayrımını ifade eden felsefi ve siyasi bir akım olarak Avrupa’da doğmuştur. Düzenleyici otorite olarak devlet hayata hakimdir ve insan, dini bir aidiyet ve sorumluluk hissetmeden yaşamını idame ettirecek bir varlıktır artık.
Seküler anlayış Avrupa’da siyasal örgütlenmede ideolojik bir yaklaşımı tetiklemiştir. Her ne kadar söylem olarak siyasal otoritenin tarafsızlığını, bireysel özgürlüğü ve devletin dini inançlara karşı tarafsızlığını içerse de zamanla seküler anlayış sadece Hristiyanlık inancına karşı değil diğer dinlere karşı dışlayıcı ve reddedici normlara kaynaklık teşkil etmiştir.
Kilise Tanrısal güç ve dini, temsiliyet kimliği ile toplumsal baskı ve siyasal güç elde etmek için nasıl kullandıysa modern çağda devlet, seküler anlayışla kurguladığı örgütlenmeyle bu sefer siyasal ve hukuksal güçle inanç üzerinde ve toplumun inanç değerleriyle ilişkisini belirleme noktasında totaliter bir davranışı ortaya koymuştur. Yani kilisenin dini dogmatizminin yerini modern dönemde sekülarizm almıştır.
Sekülerizm, Batı’nın dini ve siyasi tarihsel tecrübelerine dayalı bir düşüncedir. Bu düşüncenin farklı dinlere-milletlere uygulanabilirliği tartışmalı bir konudur. Zira Batının Hristiyan inancı, kilise, feodal düzen ve toplumsal yapı kaynaklı yaşadığı bütün sorunları, diğer toplumların da aynı şekilde yaşamış olduğu varsayımı kabul edilebilir bir düşünce asla olamaz. Sekülarizm Batının tarihsel bir serüveni ürünüdür, asla evrensel bir nitelikte değildir. Bundan dolayı Batı dışındaki toplumlarda, sekülerleşme çabaları dini düşünce, yaşantı ve geleneklere karşı bir tehdit olarak algılanmış, uygulanan politikalar toplumsal kutuplaşmayı ortaya çıkarmıştır.
Batıda kilisenin dogmatizmine karşı ortaya çıkan tepki, aşamalı olarak günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Evrenin, doğanın üzerinde Tanrının rolü ve iradesinin reddedilmesi anlayışıyla başlayan tepki, insanın aklının yeterliliği, doğanın kendi yasalarıyla işlediği fikri, kâinatın maddenin savrulmasıyla tesadüfen, rastlantısal bir şekilde var olduğu inancı ve en sonunda modern çağda Tanrının inkâr edilmesi olan Ateizmi doğurmuştur. Ateizm, genellikle İncil’in çelişkilerine, bilimle uyuşmazlığına dayalı argümanlar öne sürer. Kilise bu iddialara güvenilir bir açıklamada yeteriz kalmıştır. Kilisenin İncil’e dayalı savunmaları, seküler toplum düzeninde daha az ikna edici hale gelmiştir.
Ateizm, Evrenin Büyük Patlama sonucu rastlantısal, tesadüfen maddenin savrulması sonucu ortaya çıktığını ve mekanik bir düzen içinde işlediğini ve bu varoluş ve işleyişte Tanrı’nın bir rolünün olmadığını ve böyle bir ilahi varlığa ihtiyaç olmadığı görüşü savunan bir düşünce akımıdır. Bu reddiyeleri, aklı ve bilimselliği bir veri olarak kabul edip yapmaktadır. Ateizm’in çelişkisi, bilimselliği ve aklı önceleyerek reddiyelerde bulunurken, kendi görüş ve iddialarında aynı şekilde mantık kuralları ve bilimselliğin aşamalarını uygulamamasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz ana düşüncelerini ispat eden herhangi bir akli ve bilimsel gerçek yoktur.
Ateizm’in Tanrının varlığının olmadığına delil olarak evrenin varoluşunu Büyük Patlama ve rastlantısal, tesadüfi olarak oluştuğunu söylemesinin bilimsel ve akli hiçbir kanıtı yoktur. Büyük patlama bilimsel bir veri değil, sadece söyleme dayalı bir teoridir. Zira bu söylemde bilimsel bilginin hiçbir ölçütü yoktur. Büyük Patlama sadece evrenin başlangıcını belirten bir ifadedir. Patlamayı tetikleyen unsurun, patlamada savrulan maddenin varlığı ve ilk tetiklemenin faili konusunda Ateizm cevapsız kalmakta ve mantıksız bir cevap olarak rastlantısallık ve tesadüf kavramları üzerinden algı yönetmektedir.
Tabiatın işleyişinde doğa yasalarının hâkim ve yaratıcı olduğu iddiası da bilimsellikten ve rasyonellikten uzak çelişkili bir görüştür. Doğa yasalarına yaratıcılık niteliği yüklemek tutarsız bir çabadır. O halde bu yasalar nasıl oluşmuştur? Bu yasaların evrenin her anında ve her ortamında aynı şekilde nasıl işlev kazanmıştır? Evrenin bir düzen içinde işleyişi nasıl devam etmektedir? Soruları cevapsız kalmaktadır.
Fizik yasalarının evreni var ettiği iddiası basit bir söylem olup, bilimsellikten uzaktır. Newton’un yerçekimi yasası, yerçekiminin var olduğunu belirten, ispat eden bir yasadır. Yerçekiminin ilk varoluşunu, ne olduğunu açıklamaz. Nasıl işlediğini açıklar. Fizik yasaları veya doğa yasaları, yaratıcı bir güce sahip değildir. Sadece bir işleyişi ifade ederler.
İncil’in çelişkileri, Kilise’nin tutumları, bilimle uyuşmazlıkları ve tarihsel bağlamda insani bir ürün gibi görünmesi, kilisenin savunmasını zayıflatmış; bu durum, ateizmin yükselmesi ve sekülerleşmenin hızlanmasıyla sonuçlanmıştır.
Hristiyan inancın ve felsefesinin en etkili isimlerinden biri olan Thomas Aquinas tarafından Tanrı’nın varlığını akıl yoluyla kanıtlamak amacıyla geliştirilmiş mantık ve felsefi temellere dayanan beş argüman şöyledir:
1. Hareketin İlk Nedeni:
Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için kullanılan en klasik argümandır. Aquinas’a göre, evrendeki her şey bir hareket halinde ve değişim içindedir. Ancak her hareketin bir nedeni olması gerekir. Eğer bir şeyin hareketi başka bir şey tarafından başlatılmışsa, o zaman bu hareketin de bir nedeni olmalıdır. Bu zincir, sonsuza kadar geriye gidemeyeceği için, bir ilk hareket ettirici olması gerekir ki bu hareket ettirici, kendi başına hareket etmeyen bir varlık olmalıdır. Aquinas bu ilk hareket ettiriciyi Tanrı olarak tanımlar. Tanrı, evrendeki tüm hareketlerin kaynağıdır.
2. Sebep ve Sonuç:
Bu argümanda Aquinas, her şeyin bir nedeni olduğunu savunur. Her şeyin bir sebebi varsa, o zaman her şeyin nedeninin de bir nedeni olmalıdır. Bu nedenler zincirinin de sonsuza kadar geriye gitmesi mümkün değildir, çünkü bu durumda hiçbir şeyin var olmaması gerekirdi. Dolayısıyla, bu zincirin sonu olarak ilk neden olmalıdır. Bu ilk neden, kendiliğinden var olan ve diğer her şeyin varlığını sağlayan bir varlıktır. Bu varlık Tanrıdır.
3. Varlığın Zorunluluğu:
Evren içerisindeki varlıklar, var olmak ya da olmamak gibi iki duruma sahiptir. Aquinas, evrendeki her şeyin varlığının bir sebepten dolayı olduğunu söyler. Ancak, her şeyin varlığı zorunlu değildir; bazı varlıklar bir neden sonucu var olabilirken, diğerleri bir neden var olmadan da düşünülebilir. Eğer her şey varlık açısından zorunlu olsaydı, bir zamanlar hiçbir şeyin var olmaması gerekirdi. Dolayısıyla, her şeyin varlıkta bir anlamı ve zorunluluğu olabilmesi için, zorunlu varlık olan bir varlık olması gerekir. Bu zorunlu varlık Tanrıdır. Tanrı, varlığı zorunlu olan, kendi varlığını açıklamak için başka bir varlığa ihtiyaç duymayan varlıktır.
4. En Yüce/Mükemmel/Yüksek Varlık:
Aquinas, evrendeki varlıkların arasında bir derecelendirme olduğunu savunur. Bazı varlıklar daha mükemmel, bazıları ise daha eksiktir. Mesela, bir insanın bilgisi, sevgisi, güzelliği bir diğer insana göre daha yüksek olabilir. Ancak, eğer bir derece farkı varsa, bu farkları tanımlayabilmek için bir en yüce/mükemmel/yüksek varlık olması gerekir. Evrendeki her varlık, mükemmellik derecesini daha yüksek bir mükemmel varlıkla kıyaslayarak alır. Bu en yüksek/yüce varlık, tüm mükemmelliklerin kaynağıdır ve Tanrı’dır. Tanrı, en yüksek derecedeki mükemmellik ve yüce varlık olmalıdır, çünkü diğer varlıklar ancak Tanrı’nın mükemmelliği ile karşılaştırıldığında anlam kazanır. Yaratılmış bir insan veya madde, diğer yaratılmış insan ve maddeye nispet edilerek mükemmellik/yücelik vasfı kazanamaz.
5. Düzen ve Amaç:
Aquinas’ın beşinci argümanı, evrende gözlemlenen düzen ve amaçlı yapının Tanrı’nın varlığını gösterdiği iddiasına dayanır. Dünyada var olan doğal düzen, canlıların ve doğanın birbirini tamamlayan bir biçimde çalışması, belirli bir amaç taşır. Akıl sahibi olmayan şeyler, ancak bir akıllı tasarımcının rehberliğinde belirli bir amaca ulaşabilir. Aquinas, doğada rastlantısal bir düzenin ve amacın olamayacağını savunur. Rastlantısallık kendi içinde belirsizliği ve bilinmezliği içerir. Ancak tüm evrende ve tabiatta asla değişmeyen bir düzen ve işleyiş hakimdir. Bu düzenin ve amacın bir akıllı düzenleyici tarafından sağlanması zorunludur. Akıl/güç ve İrade sahibi olmayan madde/eşya bir düzen kurması ve işletmesi mümkün değildir. Bu düzenleyici, Tanrıdır. Tanrı, doğadaki düzenin ve amaçlı yapının yaratıcısıdır.
Batı’da din anlayışının değişimi ve dine karşı ortaya çıkan felsefi akımların temel nedenlerinden biri, İncillerin kişisel metinler olmaları ve insanın varlık, kâinat ve ahlak anlayışına kapsamlı bir açıklama sunmakta yetersiz kalmalarıdır. Bu durum, Aydınlanma Çağı ile başlayan ve modernite ile şekillenen bir süreçte derinleşmiştir. Bir de buna Kilisenin/ruhban sınıfın itibar ve güç kaybetmeme adına verdikleri mantıksız/güvensiz tavırları da eklenince, dine karşı ret/inkar hareketleri hızla yaygınlaşmıştır. Modern felsefi akımlar, seküler bir bilgi ve ahlak anlayışı geliştirerek, İncil’in insana, kâinata dair bilgi ve ahlaki sisteminin eksikliklerine dikkat çekmiş ve bu anlayışın dini temellerden bağımsız olarak da inşa edilebileceğini savunmuştur.
İncillerin kişisel ve yazarları meçhul metinler olmaları, kilisenin dogmatik dayatmaları ilahi bilgiymiş gibi iddia edip kendi itibar ve güç mücadelesine alet etmesi, Batı’da dinin otoritesini ve meşruiyetini zayıflatmış, modern felsefi ve bilimsel konulara yanıt verememelerine neden olmuştur. Bu durum, sekülerleşme, deizm ve ateizm gibi akımların yükselmesini tetiklemiş, Batı toplumlarında dini dogmalara tepki olarak akıl, bilim ve bireysel özgürlüğe dayalı yeni düşünce sistemleri almıştır.
İncillerin çelişkileri, yetersizlikleri ve bilimsel ilerlemelerle uyumsuzlukları, Batı toplumlarında Tanrı’nın varlığını sorgulama ve geleneksel din anlayışına karşı çıkma eğilimini güçlendirmiştir.
Bundan dolayı Batı’nın kendi iç dinamikleri odağında yaşadığı süreç ve tecrübe sonucu ortaya çıkan felsefi inanç akımlarının iddiaları, İslam Dini ve Müslüman için aynı kabul edilemez. Bugün popüler küresel batı anlayışın etkisiyle yaygınlaşan bu felsefi akımlar, batının kendi inanç, kültür ve tecrübelerinin sonucudur. Evrensel doğru ve geçerli kabul edilemez. Deizm, agnostisizm ve ateizm batının dini ve felsefi kaos ve çatışma sürecinin ürünüdür. Bu süreci girift hale sokan ilahi meşruiyeti olmayan, yazarları meçhul ve içerikleriyle insanın dünyevi ve uhrevi düşüncesine rehberlik edemeyen, kendi içerikleriyle bile çelişen kutsal kitap diye sunulan İnciller ve kilisenin takındığı ve yürüttüğü kabul edilmez rolüdür.