Küreselleşme Ve Dijital Medya: Modern Sömürgecilik ve Kültürel İstila

Küreselleşme ve dijital medya, modern dünyanın en önemli sorunsalı olarak, yalnızca ekonomik ve siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve etik konuları da etkileyen konulardır. Her iki konu da, insanın varoluşsal kimliğini, özgürlük anlayışını ve kültürel aidiyetini yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Küreselleşme ve dijital medya araçları vasıtasıyla ortaya çıkan modern sömürgecilik ve kültürel istila, yalnızca maddi […]

A+
A-

Küreselleşme ve dijital medya, modern dünyanın en önemli sorunsalı olarak, yalnızca ekonomik ve siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve etik konuları da etkileyen konulardır. Her iki konu da, insanın varoluşsal kimliğini, özgürlük anlayışını ve kültürel aidiyetini yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Küreselleşme ve dijital medya araçları vasıtasıyla ortaya çıkan modern sömürgecilik ve kültürel istila, yalnızca maddi bir egemenlik mücadelesi değil, aynı zamanda insanın ontolojik temellerini sarsan bir etkiye sahiptir. Geleneksel sömürgecilik, işgaller ve askeri güçle gerçekleştirilirken, modern sömürgecilik ise daha sofistike/yapay algı yönetilerek sürdürülüyor.

Küreselleşme, dünya genelinde ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkileri dönüştüren ve bu dönüşüm süreciyle birlikte güç dinamiklerini, yapıları ve geleneksel anlayışı yeniden şekillendiren bir olgudur.  Üretim, ticaret, finansal ilişkiler ve yatırım ağları sayesinde, büyük ekonomik yapılar ortaya çıkmış ve bu süreç, devletlerin iç politikalarını ve hatta özellikle ekonomik bağımsızlıklarını dış faktörlere bağımlı hale getirmiştir.

Sanayi Devrimi ile kapitalist ekonomik sistemin küresel ölçekte yayılması hızlanmıştır. Hammadde temini, kıymetli madenler, üretilen ürünlerin pazarlanması ve başka coğrafyalarda üretilen mallara erişme faaliyetleri küresel bir dolaşımı ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın şekillendirdiği büyük bir kapitalist ekonomi ortaya çıkmış ve dünya genelinde diğer ülkeler üzerinde hegemonik bir güç haline gelmiştir. Aslında bu kapitalist ekonomik sistem, sömürgeciliğe dayanan bir yapıdır. Sanayi üretiminde sürdürülebilirlik için hammadde ve emek gücü vazgeçilmez öneme sahiptir. Bunu sağlamak için Batı, sömürgecilik ve köle ticaretine yönelmiş ve ticari ürünlerini diğer ülkelere taşıyarak küresel ticari ağ kurmuştur.

İnsanlık tarihi boyunca toplumsal gelişim ve ekonomik faaliyetler birbirini derinden etkilemiştir. Toplumların ekonomik yapısı/faaliyetleri, sosyal, kültürel ve siyasal gelişimi-değişimi etkilerken, bu iki alan arasındaki ilişki, tarihsel olarak sürekli bir etkileşim içinde olmuştur. Bir toplumun ekonomik yapısı, toplumsal ilişkilerin ve siyasal örgütlenmenin temellerini oluşturur. Kapitalizm, sosyalizm gibi farklı ekonomik sistemler, toplumların siyasal örgütlenmesi, sınıf yapılarının oluşması, değerleri ve kültürleri şekillendirmesi sürecinde belirleyici olmuştur.

Ekonomik/parasal güç, hegemonik bir etkiyi doğurur. Elde edilen ekonomik güç aynı zamanda siyasal egemenlik kurma açısından da elverişli bir ortam hazırlar. Güç ilişkileri yalnızca devletler arasında askeri ve siyasi imkanlarla değil, aynı zamanda küresel ölçekte ekonomik aktörler, dijital platformlar ve medya aracılığıyla yeniden şekillenmiştir. Bu değişim, hegemonik güçlerin daha sofistike araçlarla ve küresel ölçekte egemenlik kurmalarına olanak sağlamaktadır.

Küreselleşme, modern çağ imkanlarının geniş toplumlar tarafından paylaşılması, istifade edilmesi gibi bir algıyla sunulsa da aslında ulusal egemenliklerin zayıfladığı, yerel kültürel değerlerin zayıfladığı, küresel aktörlerin devletler ve toplumlar üzerinde daha fazla etkinlik kazandığı ve toplumsal kimlik bunalımların yaşandığı bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır. Küreselleşmenin yalnızca ekonomik ticaret ve iş birliği süreçlerinden ibaret olmadığı, aynı zamanda güç ilişkileri, emperyal hakimiyet ve hegemonya kurma gibi dinamikleri de içerdiği sıkça vurgulanır. Bu perspektiften bakıldığında, küreselleşme sadece bir “alışveriş ağı” değil, aynı zamanda bir “güç mücadelesi” alanıdır. Bunun yanında toplumsal ilişki ağının değişmesi, kültürel yapının iç dinamiklerini kaybetmesi ve kültürel çatışmanın ortaya çıkması bu etkileşmenin sonuçlarıdır. Aslında küreselleşme, sadece ekonomik merkezli bir yayılma değil, kültür, dil ve yaşam biçimine etki eden bir güç olarak kabul edilen süreçtir. Yani salt ticari faaliyetlerin yaygınlaşması ve ürünlerin dolaşımını ve diğer milletlerin faydalanmasından ibaret değildir.

Küreselleşme süreci, özellikle Batı kültürünün evrensel değerler olarak diğer toplumlar tarafından benimsenmesini hedefler. Evrensel yaşam ölçütü olarak sunulan argümanların modern yaşam olarak ayrıcalıklı/üst model olarak görülmesi ve geleneksel değerlerin ötelenmesi/reddedilmesi ciddi bir kimlik krizini gösterir. “Gelenek” kavramının modern yaşama göre “ilkel/geri” olarak algılanması zihni bir yanılgıdır. Zira “gelenek” kavramı “sıradan/basit” anlamına gelmemektedir. Gelenek, bir toplumun kuşaktan kuşağa tecrübe ile aktarılmış maddi ve manevi değerler bütünüdür. Bundan dolayı küreselleşme konusunda modern ve gelenek kavramlarını birbirine üstünlük olarak yorumlamak büyük bir yanılgıdır. Modernlik algısı gelenek kavramını “ilkel/basit” olarak algılamaya sebep olmuştur. Yani Küreselleşme, tarihsel emperyalizm ve sömürgecilik süreçlerinin modern bir devamı olarak görülebilir. Askeri işgaller yerine ekonomik ve kültürel yollarla hakimiyet kurma biçimidir.

Küreselleşme olgusunun en kritik noktası “dil” konusudur. Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir kimlik ve kültür taşıyıcısıdır. Dil, toplumların kimliğini ve kültürünü temsil eden önemli bir ayraçtır. Dil, insan iletişiminin temel aracı olduğu için küreselleşmenin etkisi en çok dil üzerinde gözlemlenir. Küreselleşme sürecinde baskın olan dillerin uluslararası arenada hâkimiyet kurması, kültürlerin ve değerlerin küresel ölçekte yayılmasını kolaylaştırır. Özellikle İngilizce gibi bazı batı dillerin ön plana çıkması, toplumların milli/yerel dillerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır. Bu durum, milli kültürün en önemli taşıyıcılarından biri olan dilin zayıflamasına yol açmakta, çözülme ve yabancılaşmayı tetikleyen olumsuz bir etki ortaya çıkarır. Küreselleşme argümanları aracılığıyla Batı dillerinin yaygınlaşması ve modern yaşam kimliği gibi kabul edilmesi yerel dillerin bozulmasına ve özgün kavramların yok olmasına zemin hazırlıyor. Modernlik algısıyla Batı dillerinin akademik araştırma ve gerektiğinde iletişim amacıyla kullanılmasının dışında günlük iletişimde yaygınlaşması olumsuz bir gelişmedir. Zira dil kaybı, aynı zamanda o dile ait kültürel değerlerin de kaybolması anlamına gelir. Çünkü insan zihnindeki, dağarcığındaki kelimelerle düşünür ve hayata bu algıyla anlam verir. İçeriğinden habersiz ve yapay kelimelerle hayata anlam kazandırmak mümkün değildir. Burada kastettiğimiz milli dilde yabancı kökenli kelimelerin tasfiyesi değildir. Dünyada her dil belirli oranda diğer dillerden etkilenmiş ve bazı kelimeleri almıştır. Bu ayrı bir konudur. Bizim kastettiğimiz yerel kültür ve iletişim formuna uygun olmayan yarı milli yarı yabancı ve anlam bütünlüğü olmayan hibrit, melez bir iletişimin yaygınlaşmasıdır.

Küresel medya şirketleri ve dijital platformlar aracılığıyla Batı dilleriyle oluşturulan içerikler, farklı dillerde geniş kitlelere ulaşmaktadır. Hollywood filmleri, Netflix dizileri, YouTube ve diğer dijital platformlar, Batı dillerinin ve kültürlerinin dünya genelinde yayılmasını sağlamaktadır. Batı dillerinin ve kültürlerinin yaygınlaşması, yerel dil ve kültürlerin özgünlüğünün bozulmasına ve yaşam biçimlerinin değişmesine sebep olmaktadır. Bu değişim halkası siyasal, ekonomik ve sosyal hayatın temel dinamiklerine kadar etki etmektedir. Kişi bu süreçte özgür iradesiyle hareket ettiğini düşünürken, aslında dijital algoritmalar tarafından yönlendiriliyor.

Milli dillerin korunması ve geliştirilmesi için etkin dil politikalarının yürütülmesi, milli dilin kullanımını teşvik etmek, dilin eğitimde, basında ve günlük yaşamda yaygın kullanılmasını sağlamak kültürel değerlerin devamlılığını ve gelecek kuşağa aktarımını sağlar.

Günümüzde küreselleşme konusuna, bireyin dünyanın değişik yerlerinde gelişen her türlü olay ve üründen haberdar olması ve bunlara erişiminin kolaylaşması gözüyle bakılmaktadır. Enformasyon açısından bu doğru olmakla birlikte bugün küreselleşmenin çok farklı boyutları üzerinde durulmaktadır. Bunlardan biri de küreselleşmenin toplumların milli kültür ve dil bütünlüğünü bozan etkisidir. Gelişmiş dijital iletişim araçları vasıtasıyla moda evrensel bir kültür olarak sunulurken yerel kültürel dinamikler terk edilmekte ve evrensel tüketim yönlendirmesiyle tek tip yaşam biçimi yaygınlaşmaktadır. Bu sadece giyim ve bazı tüketim malzemelerinde değil, yaşam biçiminde ve dil üzerinde de değişimleri gerçekleştirmektedir. Bu kültürel bir emperyalizmdir. Zira bu değişim büyük ölçüde batı merkezlidir. Bu noktada küreselleşme ile yerelliğin/milliliğin etkileşimini toksik bir ilişkiye dönüşmeden yönetebilmek önem kazanmaktadır. Yani küresel üretim ve yeniliklerden faydalanma ve geleneksel kültürün devamlılığını sağlayacak parametreleri canlı tutacak bir bilincin sağlanması bu etkileşmenin en önemli noktasıdır. Küresel ile yerel olanın ilişki içeriği bozulunca hibrit, melez bir kültür ortaya çıkar ve bu zamanla küresel emperyalizmin gücüyle tamamen küresel olana doğru evrilir. Bu evrilmede toplumsal bilinç önemli bir rol üstlenir.

Küreselleşmenin ortaya çıkardığı çokkültürlülük, günümüz dünyasında sıkça tartışılan ve farklı yorumlara konu olan bir kavramdır. Her ne kadar kavramsal olarak zengin kültürel çeşitliliği içeriyor olsa da pratikte egemen kültürün etkisinin emperyal bir değişimi gerçekleştirdiği iddiasıyla milli kültür değerlerinin zayıflamasına ve bireylerde kimlik bunalımına yol açtığı sosyolojik bir gerçek olarak gözlenmektedir. Özellikle genç kuşak, dijital/sosyal medya araçları vasıtasıyla kendine sunulan diğer yaşam biçimlerine karşı heyecan duymakta, onu taklit etme dürtüsüyle hareket etmektedir. Bu yönelim kişinin zihni yapısını, giyim kuşamını, iletişim dilini, müzik beğenisini ve yaşam tarzını tümüyle değiştirmektedir. Bu değişimi her ne kadar modern/çağdaş yaşam biçimi olarak kabul etse de aslında bu kültürel bir kimlik bunalımını ve sonunda ait olduğu kültürü, inancı reddetmeye sürükleyen psikolojik travmaya dönüşmektedir. Küreselleşme, markalar aracılığıyla tek tip tüketimin çoğalmasına neden olabilir. Bugün özellikle fast food yiyecek kültürünün bu kadar yaygınlaşması sunulan yiyeceğin lezzetinden daha çok pazarlama ve algı ile alakalı olduğu gözlenmektedir. Bu durum o kadar yaygınlaşmıştır ki, konu yerel lezzetlerin kaybolması başlığından ayrı, sağlık problemlerinin başlıca nedeni olmuş ve başta obezite, diyabet olmak üzere birçok olumsuz sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Küreselleşme, yaşam biçimimizi birçok açıdan etkilemiş ve değiştirmeye devam etmektedir. Küresel markalar, medya ve internet sayesinde dünya genelinde benzer bir tüketim kültürü ve yaşam tarzı ortaya çıkarmaktadır. Kültürel bağların zayıflaması ve dilin anlamsızlaşması, toplumların tarihi/geleneksel kimliklerini ve bütünlüklerini tehdit eden iki önemli meseledir. Bu olguların her ikisinin de toplumsal hafıza kaybına, değerlerin anlamsızlaşmasına, toplumsal bilincin ve ortak bir anlamın kopup kaybolmasına yol açması trajik bir bunalımı ortaya çıkarır.

Küreselleşmenin bu kadar egemen kültür ve yaşam biçimi ortaya çıkarmasının önemli nedenlerinden biri, Batı’nın modern, çağdaş, muasır olduğu ve diğer milletlerin ise ilkel ve gelişmemiş olduğu iddiasının ortaya çıkardığı eziklik ve özenti halidir. Aslında bu siyasal ve toplumsal emperyal bir algıdır. Batı dışındaki ülkelerin gelişebilmeleri ve muasır bir seviyeye ulaşabilmeleri için ancak gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerin daha önceden geçtiği aşamalardan geçerek modernliğe ulaşabilecekleri düşüncesi emperyal/misyoner bir düşünce olup, küreselleşmenin diğer toplumlarda hızla yaygınlaşması için psikolojik bir kabul oluşturmaktadır. Çok detaya inmeden şunu söyleyebiliriz ki, Batı’da bilim ve gelişme 18. Yy’da ortaya çıkmıştır. 8.yy. ile 16.yy arasında bilimsel çalışmalar ve yeni ilmi keşifler İslam toplumunda yaşanmıştır. Bugün dahi Batı’da bazı İslam alimlerinin bilimsel buluşları ve ilmi tecrübesi kullanılmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca her milletin ilim havuzuna katkısı olmuştur ve bu ilmi buluşlar geliştirilmiştir. İlmi ve bilimsel çalışmaların tek sahibinin Batı olduğu algısı, ideolojik/emperyal bir politikanın ürünüdür. Bundan dolayı “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” ideali her ne kadar motivasyon içeren bir anlam içeriyor gibi görülse de aslında bu, Batı’nın sürekli gelişmiş olduğu ve diğer toplumların ise Batı’yı taklit ederek ancak medenileşebileceği, kalkınabileceği fikrini canlı tutan “eziklik psikolojisini” sürdüren bir algı operasyonun sloganıdır.

1990’lı yılların başında “tarihin sonu” iddiası, komünizmin çöküşünden sonra dünyada tek model ve kabul edilen geçerli sistemin liberal sistem olduğu fikri içeriyordu. İşte Batı merkezli küreselleşmenin yaygınlaşmasında bu algı çok etkili olmuştur. Ancak daha sonra tek kutuplu dünya sisteminin dünyada huzur ve barışı sağlayamadığı ve bu sistemin temel paradigmasının böyle bir amaç ve hedef taşımadığı açığa çıkmıştır. Çünkü küreselleşme, ideolojik bir aygıta dönüştürülmüş ve emperyal bir misyon içermektedir; bağımsız bir ekonomik süreç olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

Küreselleşme ve dijital teknolojinin yaygınlaşmasıyla birlikte ulusal devletlerin siyasal, ekonomik ve hatta kültürel denetimi ve düzenlemesi azalırken çok uluslu şirketler yeni aktörler olarak etkinliğini artırmışlardır. Moda, trend gibi psikolojik yönlendirmelerle tüketim çılgınlığı o kadar pervasızlaşmıştır ki, bu ortamda çok uluslu şirketleri denetlemek ve hatta bunlara karşı yaptırım düzenlemeleri yapabilmek ciddi problem haline gelmiş durumdadır. Bundan dolayı çok uluslu şirketler sadece ticari ürün pazarlayan şirketler değil, emperyal, misyoner kimlikli yapılar olup, devletlerin egemenliğini de tehdit ettikleri kabul edilmektedirler.

Dijital medya, iletişim ve enformasyon amaçlı bir aygıt olmanın yanında zaman ve mekâna dair algılarımızı değiştirmekte ve tüketim alışkanlıklarımızı, yaşam biçimimizi de yönlendirmektedir. Dijital teknoloji bugün batı merkezli küreselleşmenin misyoner aygıtı olarak görev icra etmektedir. Dijital teknolojinin yalnızca ekonomik ve teknik gelişme sağlamadığını, aynı zamanda Batı’nın değerlerini, yaşam tarzını ve ideolojilerini dünya genelinde yayma aracı olarak kullanıldığını birçok alanda gözlemekteyiz. Sosyal medya, sinema, film ve dizi platformları vb. bu süreçte tek tip kültür ve yaşam biçiminin oluşmasında en etkili araçlardır. Giyimden, yiyeceğe, günlük kullanım malzemelerinden tüketim biçimlerine, hatta gelecek hayallerinden dini inançlara kadar bireysel kabul ve davranışlar bu dijital aygıtların algılarıyla yönlendirilmektedir. Bu noktada en ilginç konu bu algının pençesinde kalan birey, bu değişimi “modern” olarak kabul etmesi ve kendi kültür ve kabulleri dışlama davranışını sergilemesidir. Dijital platformlar ve sosyal medya, Batı kültürünün normlarını, tüketim alışkanlıklarını ve popüler kültür öğelerini küresel ölçekte yaymaktadır. “Trend” ve “moda” kavramları bu algının kişide ortaya çıkardığı psikolojik yönelmedir.  Teknoloji devleri (Google, Meta, Apple vb.) aracılığıyla yayılan içerikler, yerel kültürleri yok ediyor ve toplum algısını yönetiyor. Batı merkezli küreselleşme, yerel kimlikleri tehdit ederken, dijital ortamda yeni kimliklerin oluşmasına da zemin hazırlamaktadır. Bu teknolojilerin kontrolü Batı merkezli şirketlerin elinde olduğundan, diğer ülkeler bu süreçte tüketici konumunda kalıyor ve milli kültür değerlerini ve hatta siyasal, ekonomik ve kültürel taarruzları önlemekte çaresiz kalmaktadırlar.

Dijital teknolojilerin kullanımıyla ortaya çıkan siber güvenlik sorunları ve mahremiyet ihlalleri gibi riskler günümüzün önemli sorunları arasında yer almaktadır. İnternetin yaygın kullanımı, kişisel verilerin korunmasını zorlaştırmakta ve çeşitli tehditler doğurmaktadır. Siber güvenlik, bilgilerin gizliliğini, bütünlüğünü ve erişim sağlamayı amaçlayan önlemler bütünüdür. Ancak bu önlemlere rağmen özellikle veri hırsızlığı kimlik sahteciliği ve kötü amaçlı yazılımlar gibi sorunlar sıklıkla yaşanmaktadır. Mahremiyet ihlalleri ise izin verilmeden kişisel bilgilerin saklanması veya paylaşılması şeklinde kendini göstermektedir. Bu tür ihlaller; sosyal medya platformları, online alışveriş siteleri gibi dijital ortamlarda kolayca gerçekleşmektedir. Kullanıcıların paylaştığı veriler, üçüncü kişileri tarafından toplanarak istismar edilebilmektedir. Özellikle son yıllarda yaşanan büyük veri ihlalleri, birçok kişinin kişisel bilgilerinin tehlikeye atılmasına neden olmuştur. Ayrıca internet ortamında pornografinin yaygınlaşması, sahte kimlik ve görüntü ile duyguların istismarı ve bunların kontrol edilememesi ciddi kişisel davranış bozukluklarını ve cinsel şiddet ve saldırıları yaygınlaştırmaktadır. Pornografinin bazı toplumlara bilinçli olarak sunulması ahlaki değerleri yok etmektedir. Cinsiyetsiz kimlik, çarpık ilişki, cinsel birlikteliğin kişisel anlık tercih ve haz paylaşımı iddiası gibi anlayışlar dijital platformlarda gösterime sunulan film, dizi ve bloglarda yapılan sohbetlerle yaygınlaştırılmaktadır. Aslında bu empoze edilen fikirler ve yaşam biçimi dünyanın birçok ülkesinde/toplumlarda tepki görmekte ve hatta yasal olarak bir düzenlemeye tabi tutulmaktadır. Ancak özellikle Müslüman toplumlarda bunlar bireysel tercih ve özgürlük olarak sunulup, değişik dernek ve platformlar aracılığıyla desteklenmektedir.

Bugün ülkemizde en çok gündem olan konulardan biri “kuşak çatışması” ve bunun ortaya çıkardığı ailevi ve toplumsal gerginliklerdir. Kuşak çatışması, farklı nesiller arasındaki değer, düşünce, yaşam tarzı ve beklenti farklılıklarından doğan anlaşmazlıkları ifade eder. Bu anlaşmazlıkların nedenleri arasında en önemlisi dijital dünyanın sunduğu popüler kültür, yaşam biçimi ve değerlerin anlamsızlaşmasıdır. Tüketim ve haz odaklı bir yaşamın bu kadar kabul görmesi ve bunun modern yaşamın gereği olarak kabul edilmesi sadece kuşak çatışması sorununu değil, bireyin yaşamdan tat alamaması, değerleri reddetmesi ve sorumluluk duygusundan kopması sorununu tetiklemektedir. Küreselleşme ile farklı kültürlerden ve bakış açılarından gelen iletiler/enformasyon, siyasal otorite anlayışını ve sorumluluk bilincini değiştirmektedir. Sosyal medya ve diğer dijital platformlar sayesinde bilgiler anlık olarak yayılmakta, bu da toplumsal hareketleri hızla şekillenmektedir. Bu durum, özellikle genç nesillerin siyasal otoriteye, toplumsal kabullere karşı daha eleştirel bir tutum benimsemesine neden oluyor. Bu nokta kişinin bakış açısına göre farklı yorumlanabilmektedir. Bir bakış açısına göre bu farkındalığı ortaya çıkarıyor ve özgürlükçü bir bakış açısını besliyor; diğer bakış açısına göre ise bilginin, enformasyonun kaynağı, güvenirliliği ve doğruluğu test edilmediği zaman siyasal, toplumsal çatışma ve kaos hareketlerinin nedeni olabilmektedir. İnsanların kendi toplumsal yapılarından uzaklaşarak evrensellik adına sorumluluklarını ihmal etmesi, özgürlük söylemiyle bu davranışı “çağın gereği” olarak kabul etmesi büyük bir kimlik sorunu olarak ortaya çıkıyor.

“Modern yaşam” ve “çağın gereği” anlayışıyla kültürel ve dini değerlerin zayıflaması/sorgulanması ile kimlik bunalımı arasında güçlü bir ilişki vardır. Zira kültürel ve dini değerler kişinin kimliğini şekillendiren temel unsurlardır. Kültürel ve dini değerlerin zayıflamasıyla kişinin kendini ve hayatı anlamlandırması zorlaşır. Bunun ortaya çıkaracağı boşluk kişiyi farklı bir yaşama/inanca yöneltir ve sanal bir kimlik aidiyetini kurar. Özellikle sosyal medyada görülen sahte/sanal yaşam biçimleri ve kimlik aidiyetleri gerçek hayatla bağdaşmadığından dolayı, belirli bir zaman sonra aradığını bulamama veya istediğine ulaşamama dürtüsüyle kişiyi derin bir bunalıma sürükler. Kimlik bunalımı, aidiyet sorunu yaşayan bireyler toplumla uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu süreç genellikle kişinin aile, akraba ve tanıdık çevreden koparak uzaklaşmasıyla sonuçlanır. Sosyal medya ve dijital platformlarda sergilenen sahte, kusursuz, eğlence ve lüks yaşam içerikli yaşam modelleri kişiler üzerinde özenti ortaya çıkarır, başkalarıyla ve hayal ettiği yaşam tarzlarıyla kendini kıyaslama, hayatın gerçeklerini ve kişinin kendini algılama düzeyini bozar. Özellikle ergen yaşta çocukların bu sahte/fake hayatlara özenmeleri, bunlara ulaşma konusunda kültürel ve dini değerleri kendisi için ayak bağı olarak görmesi psikolojik bir dağılma ortaya çıkarır. Yani gerçek hayatla çoğu zaman örtüşmeyen yapay bir gerçekliğin peşinde koşarak sürekli olarak başkalarının “mükemmel” hayatlarını görüp, kendi yaşamlarını bu standartlarla karşılaştırarak mevcut durumuna karşı isyan duygularıyla hareket eder. Sosyal medya ve diğer dijital platformlarda beğeniler, yorumlar, takipçi sayıları ve ilginç içerik oluşturma çabası bireylerin kendilerini değerli hissetmelerini sağlayan bir ölçüt haline gelmiş durumdadır. Kişi zamanla bu sanal takdir ve beğeniyi sürdürmek için her şeyi yapmaya kendini mecbur hisseder ve kendini buna göre kimliklendirir.

Dijital platformların birçoğu, dezenformasyon, manipülasyon ve gayri ahlaki yaşam biçimlerinin modellendirildiği bir zemin haline gelmiştir. Bu model kimlik ve yaşam biçimine yönelim, toplumsal sorunları tetikler. Tam bu noktada devletin yaptığı/yapacağı hukuki düzenlemelerin ve cezai müeyyidelerin haberleşme özgürlüğünü kısıtlama olarak görülmesi kabul edilebilir bir davranış asla olamaz. Kamu yararı ve toplumun iç dinamiklerini koruma ön planda tutulmalıdır.

Bütün bunlar hayatın bir gerçeği olarak önümüzde dururken peki ne yapılması gerekiyor? Dijital teknolojileri denetim altına alma, belirli bir prensip içinde devamlılığını sağlamak konusunda bir otorite ve güç sahibi olmadığımıza göre kişisel olarak üzerimize düşen sorumluluk ve yapmamız gereken şeyler nelerdir? Bunlara verilecek cevaplar çok geniş içeriğe sahiptir. Ancak günlük hayatta bazı kararlarımız ve bazı kişilerle olan ilişkilerimiz sonunda “görememişim”, “anlayamamışım” gibi itiraf ve kararlar veririz ya, işte bu konularda da en önemli adım “farkına varmak”, “bilgi ve bilinç sahibi” olmaktır. Çünkü kontrolsüz bir özenti ve rekabet etkisi altında, haz ve tüketim odaklı bir sistemin içinde yaşam sürüyoruz. Bu koşulların altında kültürel, dini ve ahlaki kaygılar da yok oluyor.

Küreselleşme ve dijital medya vasıtasıyla “tüketim fanatizmi” toplumlara enjekte edildi. Bu tüketim çılgınlığı/fanatizmi sadece üretime bağlı ürünler için geçerli değil; kültürel, dini, etik ve sosyal değerleri de kapsamaktadır. Vahşi emperyal bir kapitalizmin hâkim olduğu bir ilişki ağı kurulmuş durumdadır. Sadece alışveriş alışkanlığı değil, genel bir ifadeyle hayat tarzını ve düşünce yapısını değiştiren ve kişiyi sahte/yapay bir yaşam ile manipüle eden dijital medyanın etkisinden korunma konusu geniş bir analiz gerektirir. Bilinçli tüketim, dijital farkındalık, sürdürülebilir yaşam tarzı, toplumsal ve aile içi dayanışma bu süreçte en önemli araçlardır. Bunun yanında özellikle hukuki düzenlemelerin yapılması/uygulanması ve bu hukuki sürece toplumsal desteğin verilmesi olumsuz etkilerden korunmak için ayrıca bir motivasyon kazandıracaktır. Hukuki düzenlemeler ile toplumsal bilinç bir araya geldiğinde, sürdürülebilir ve dengeli bir toplum yapısı oluşturulabilir. Aksi takdirde egemen kapitalist sistem ve dijital medya, planlı bir algı yürüterek, çılgın/azgın bir tüketimi yaygınlaştırarak kendi zenginliklerini artırırken hayat tarzına ve düşünce yapısına hükmedemeyen, sahte yaşamlara özenerek kimlik bunalımına saplanan ve yalnızlaşan bireyler çoğalacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir