Atatürk’ün hayalleri ve Cumhuriyet
Mustafa Kemal Atatürk?ün en yakın dostlarından, ?Akıl defteri? Mazhar Müfit Bey?e (Mazhar Müfit Kansu) neler yapacağını ve yaşadığı günlük olayları not tutturduğunu yazar tarihçiler...
Salonun devamında formika masalar, masaların etrafında formika sandalyeler. Masaların üzerinde günlük gazeteler, aklımda kaldığına göre Hürriyet, Milliyet,Hergün, Tercüman, Cumhuriyet ve bir gazete daha. Bu gazetelerin altında gazete büyüklüğünde kontraplaklar kesilip konmuş. Gazeteler zımbalanıp üzerlerine konuyor ve bir ay bitince de ciltlenip arşive kaldırılıyormuş. Ayrıca mutfak var, dört ayrı oda daha mevcut. Odanın birisinde gaz sobası, televizyon var. Bir diğeri başkanlık odası, birisi yatakhane, birisi de mescit. Ara yerde de kütüphane ve satılmayı bekleyen kitaplar var.
Oğuz Özkaya derneğin başkanıymış. Kimse yanında sigara içmiyor, ayak ayak üstüne atmıyor. Oğuz Abi’nin kızdığından ya da despotluktan değil tabi bu, sadece saygıdan.
Gelenler sedire oturuyorlar, kitap anlatıyorlar, vatan konuşuyorlar, tavşan kanı çay var…
Tam benim istediğim bir yere getirmiş Şeref Abi.
Veli Abi’ye yalvardım, yakardım evlerinden zorla ayrılıp derneğe yerleştim, okul bitinceye kadar da dernekte kaldım.
Arkadaşlar memleketlerine, eşe-dosta mektup yazıyorlardı o tarihte. Her an dernekte insan olmayabilirdi, o yüzden postahaneden bir posta kutusu kiralanmıştı, numarası 546 idi.
İşte Mehmet Hayati Özkaya bizim o yıllarımızı anlatmış PK 546 adını verdiği kitabında. Kitap aynı zamanda Türkiye’yi anlatıyor. Sıkıntılarımızı, sevinçlerimizi, kederlerimizi anlatıyor. 1980 öncesi yıllarımızı anlatıyor.
Adana Kültür Derneği bizim için çok şeydi. Bize hayatı öğretiyordu, yol çiziyordu. Değişik değişik de arkadaşlarımız vardı. Mesela Erol Abi abdest almaya giderken takunyalarını giyer, hepimizin yanına gelir ya gömleğinin kollarını kıvırır, ya pantolonun paçalarını, sana söylüyorum kızım muamelesi yapardı hepimize.
Maaşa geçtiğinde bir eve taşınmıştı. Üç beş günlüğüne memleketine gittiğinde buzdolabındaki bir kilo balı yenmezse bozulur diye Haluk’a yedirmiştik bizde… Haluk’u balın bozulacağına inandırmıştık ama esas balı bittiği için Erol Abi bize çok bozulmuştu.
Alt katımızdaki ailenin hanımı terasa çamaşır asmaya çıktığı bir gün benim gri renkteki beyazlarımı görünce ah yavrum bir dahakileri ben yıkayayım diye ağlamaklı olmuştu.
Annem Eskişehir’de bana pasta tarif etmişti. O zamanlarda da yurt kapanmış evde kalanların sayısı on sekize çıkmıştı. Tarife göre şeker, un, yumurta vs. aldım, pişirdim.
Arkadaşlar okuldan gelince yemek sonrası sürpriz yapacağım. O tarihlerde tüp yok, ancak elektrik ocağıyla bir kap yemek yapabiliyoruz, o da saatlerce sürüyor. Yemekten sonra pastayı getirdim, bir alan bir daha almıyor, teşekkür edip kalkıyor. Baktım benim pasta taş gibi, adama atsan kafasını yarar. Meğer fırında pişirmek lazımmış. Talebe evinde fırın mı olur?
Osman’da bizim derneğe taşındı. Bir gün Kayseri’ye gittik Osman’ın babası Rıfat Amca oğlum televizyonlarda duyuyoruz okullarda kavga, döğüş oluyor, arkadaşlarının arasında çakı bıçağı falan taşıyan var mı? diye sordu. Osman’da olur mu baba, onların hepsi kocaman insan, öyle şeyler yapmazlar dedi. Halbuki oğlu Osman’da her şey var, Rıfat Amca ne bilsin.
Ali Ağabey vardı, Bankalar Lokantası sahibi. Bizden ayıp olmasın diye cüzi bir ücret alırdı. Bizde de zaten para yok, bir kap yemek yiyebilirdik. Osman’la gittik, birer yemek söyledik, baktım Osman sütlaç yiyor. Osman ne zaman söyledin bunu diye kızınca Osman bana baktı, bir karşıdaki adama, utandı, kızardı, meğer karşıdaki tanımadığımız adamın sütlacıymış, ye oğlum ye demişti o ağabey.
Okul bittikten yıllar sonra Adana’ya Bankalar Lokantasına gittim, yemek yedim, hesabı ödedim. Kasada Ali Ağabey var, kendimi tanıttım, elini öptüm, Eskişehir’den getirdiklerimi verdim. Sarıldık, ağlaştık. Ali Ağabey’in bize çok hakkı geçmişti, Allah rahmet eylesin.
Adana’nın o kavga ortamında kaçış yerimizden birisi de İsmet Atlı Ağabey’in Alsan Pasajındaki dükkanıydı. İsmet Ağabey ne kadar garip, fakir, düşkün insan varsa onları giydirirdi. Esas müşterileri de zenginler ve oranın kabadayılarıydı… Oranın sohbeti, neşesi, çayı başkaydı. Bir gün birbirini tanımayan iki meczup oturuyor, birisi dakikalarca atıp tuttuktan sonra efendim ahlak ne kadar bozuldu- duvardaki İstanbul’un Fethi tablosundaki Fatih’in elindeki kılıcı göstererek- alacaksın bu kılıcı, Küçük Saat’e dikeceksin, keseceksin, keseceksin diye devam edince hiç sesini çıkarmadan bekleyen diğeri artık dayanamadı kes kes dedi, bu kadar pırasaya biraz da et lazımdı.
Tabi biz et falan bulamazdık. Nohut, kuru fasulye, pilav başlıca yemeklerimizdi. Gerçi formika masada yufka açıp mantı da yaptığımızı hatırlıyorum. Kilolarca hamsi alıp saatlerce birkaç arkadaş temizler, pişirir, beş dakika içinde de çekirge gibi başına toplanıp bitirilirdi… Bazende oğuz Ağabey evden yemek getirirdi, o zaman midelerimiz bayram ederdi.
Kitap sohbetleri olurdu, seminerler hazırlardık. Benim hazırladığım konu Kültür ve Medeniyetti mesela. O yaşta, o imkanlarla konu hazırlayacaksın, toplantıda anlatacaksın. Hem insanlar karşısında konuşmayı öğreniyorduk, hem araştırma yapmayı, hem okumayı. Bir gün terasta oturuyoruz, Necdet Hoca Ankara’dan gelmiş, ay ışığı var, yıldızlar var, Necdet Hoca’nın etrafında civcili tavuk gibi toplanmışız, hoca anlatıyor, biz dinliyoruz derken bir ağabeyimiz ben Osmanlı Devleti’ni sosyolojik açıdan incelemeye başladım deyince hangi kitapları okuyorsun diye sordu Necdet Hoca, Sepetçioğlu’nun serisini dedi ağabeyimiz. Necdet Hoca çayı çok sever ya, bir damlasını ziyan etmek istemez, ama hepsi döküldü herhalde… biz de güldük saygılı bir şekilde…
Yakup’un küçük bir sazı vardı, dernekte dururdu, ara sıra çalar efkar dağıtırdık. Derneklerin kongre yapacağı zaman geldi, biz arkadaşlarla gezmeye gidiyoruz, bir hafta yokuz dedik, inanmadılar tabi. Cebimizde üç yüzer lira var. Bir otobüse bindik Kayseri’ye gittik, oradan Sivas Suşehri’ne, oradan Erzurum Aşkale’ye, oradan Yozgat Yerköy’e , oradan Ankara’ya oradan da Eskişehir’e uğramadan Adana’ya… O zamanlar sigara yok ya da karaborsa, bende de kalmadı. Yakup benden daha az utanıyor, koltuk koltuk gezip bana sigara toplamıştı. Yakup’la bizden önce mezun olan ve maaş almaya başlayan arkadaşları ziyarete gitmiştik, dönüşte altı yüzer lira paramız olmuştu.
Giriş kapımızın oradaki barakada Ramazan Ağabey yaşardı. Her akşam içerdi, konuşurdu, bağırırdı. Bizim evi korur gibiydi Ramazan Ağabey’in sesini duyunca rahatlardım.
Evin karşısında Mustafa vardı, bir inşaat mühendisinin bürosunda idi. Bizim staj defterimizi imzalatmıştı demokratik olarak. Staj yapacak halimiz yoktu.
Dernekte bir teksir makinemiz vardı. Daktilo ile mumlu kağıda yazar sonra teksir makinasında yazdıklarımızı sabahlara kadar çoğaltır, ertesi günde dağıtırdık.
Aradan neredeyse kırk yıl geçti. O günleri, arkadaşları unutmak mümkün değil.
Adana Kültür Derneği bambaşka bir şeydi. Hani Abdi posta kutusu için’’ Ey PTT’nin en haysiyetli, en şahsiyetli, en karakterli ve en şerefli posta kutusu ‘’demiş ya ne kadar güzel söylemiş.
Öyle bir dernekte bulunmak, yetişmek, yaşamak bize nasip olduğu için şükrümüz çok.
Derneğimiz dostluğun, sevginin, saygının, vefanın, güzelliğin paylaşıldığı bir yerdi. Her birimiz bir okul bitirdik ama esas okulumuz Adana Kültür Derneği idi.
İyi ki o dernek vardı.
İyi ki Necdet Özkaya vardı.
İyi ki Oğuz Özkaya vardı.
İyi ki Mehmet Hayati Özkaya bu kitabı yazmış.
PK 546 –İdealist Bir Neslin Hikayesi.
Kitapta bu anlattıklarımdan başka şeyler var.
Bu kitabı okuyun efendim.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)