Prof. Dr. Haluk Şahin Yazdı: Yoksa Narin Olayı Bir “Reality Show” Mu?
Bir zamanlar “reality show” olarak tanıtılan televizyon programları vardı. Bizim Acun’un programlarının atası sayılır...
İnsanlar zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşamlarını idame ettirebilmek için doğadaki kısıtlı imkanlarla bir üretime girerler ve bu döngüde hayat sürerler…
Ahmet TİRFİL / Araştırmacı-Yazar
İnsanlar zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşamlarını idame ettirebilmek için doğadaki kısıtlı imkanlarla bir üretime girerler ve bu döngüde hayat sürerler. Üretim karşılıklı mal değişimi ve alışverişi doğurur. Geleneksel toplumlarda bu süreçler kendi içinde bir denge ve kurallara bağlı olarak süregelmiştir. Ancak modern dönemde kapitalist liberal ekonomi anlayışında karşılıklı paylaşım ve imece gibi yardımlaşmalar sona ermiş, üretim para kazanmaya bağlı bir süreç, alış veriş ise tüketim ve sermaye birikimi anlayışıyla gelişmiştir.
Ekonomik gelişmeler siyasal, toplumsal ve hatta kültürel yaşamın inşa edilmesinde ne kadar etkili olmuşsa; askeri gücün oluşmasında da o kadar etkili olmuştur. Bundan dolayı sosyolojik açıdan bakıldığında siyaset ve ekonomi tarihin her döneminde birbirinden bağımsız gelişmedikleri, bazen siyasetin bazen de ekonominin ( sermaye sahiplerinin) başat rol üstlendikleri görülmüştür.
Kapitalist anlayışın ekonomik alana hâkim olmasından sonra kazanma hırsı birçok dengeyi bozmuştur. Liberal serbest piyasada üretim ve tüketim zinciri kar maksimizasyonu üzerine kurulmuştur.
1944’te ABD’nin küçük bir beldesi olan Bretton Woods’da 44 ülkeden 730 delegenin katıldığı “Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı” sonunda imzalanan, “Uluslararası Para Anlaşması” ile uluslararası ödemelerde kullanılacak yeni bir para sistemi geliştirilmiştir. Bu anlaşma ile ülke paraları için sabit kur esası benimsenmiş ve anlaşmaya katılan her ülkenin parasının değerinin dolar esas alınarak saptanması kabul edilmiştir.
2. Dünya Savaşından sonra başlayan “Yeni Dünya Düzeni” sürecinde kurulan uluslararası kuruluşlar hem ekonomik-ticari alanda hem de siyasal alanda etkin rol oynamışlardır. Bu kuruluşlara üye olan devletler, hukuki alanda ve ticari faaliyetlerinde bu kuruluşların normlarına uymayı taahhüt ettiler ve böylelikle bu kuruluşlar ulus üstü yetkiyle donatılmış oldular. Dünya Bankası, IMF, OECD, Dünya Ticaret Örgütü yetki, karar alma ve uygulama gücüyle dünya ticaretini yürütmektedirler.
ABD’nin siyasal gücüyle sürdürülen bu faaliyetler ABD para birimi Dolar’ın rezerv para ve devletlerin para biriminin değer ölçüsü olarak kabul edilmesinden sonra ABD emperyalizmi hem siyasal, askeri hem de ekonomik alanda yayılmıştır.
Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün dayatmasıyla küresel sermaye ve şirketlere alan oluşturulurken, BM, NATO, AB, Dünya Sağlık Örgütü ve etkin lobiler aracılığıyla siyasal alanda da küresel sermaye ve şirketlerin lehine imkanlar sağlanmaktadır. Küresel sermaye ve lobicilik faaliyetleri, toplumun iradesi dışında devletlere yön veriyor ve uluslararası kuruluşları ele geçirmiş durumdadırlar.
Özellikle 1980’lerden sonra, uluslararası şirketlerin birleşme ve satın alma süreçleriyle piyasaya hâkim dev sermaye grupları ve şirketler doğmuştur. Güçlü sermayeye sahip dev firmalar özellikle finans, bankacılık, enerji, madencilik, ilaç, sigorta ve petrol alanlarında birleşerek veya satın alma ile tek ve bütünleşik bir ekonomik sistemin meydana gelmesi hedeflenmiştir. Bu gelişmeler salt ekonomik üretim potansiyeli olarak görülmemektedir. Bu bütünleşik ekonomik sistem aynı zamanda politik bir etki gücü meydana getirdiği gibi aynı zamanda toplumlar üzerinde de yönlendirici bir etki oluşturmaktadır.
Küresel sermaye ve üretim gücüne sahip bu şirketler zamanla siyasete yön vermeye ve kendileri lehine imkanların genişletilmesine zemin hazırlayan düzenlemeleri yaptırarak güçlerini daha da etkin hale getirmektedirler. Konunun en girift noktası bu küresel sermaye güçlerin, ulus devletleri önlerinde engel olarak görmeleridir. Zira küreselleşme anlayışıyla artık ulusal siyasal iktidara gerek kalmamıştır. Neo-Liberal politikalar, serbest ticaret üretimi gerçekleştirdiği, refahı artırdığı, mal ve ürüne ulaşımı sağladığı, teknolojik gelişmeyi ve otomasyonu gerçekleştirdiği için ulusal düzenlemelere gerek yoktu. Ancak küreselleşmeye itiraz eden kesim açısından bu küresel sermaye ve ekonomik güç, ulusal refah dengelerini, yerli üretim ve emek gücünü sömürdüğü gelir adaletsizliğini ortaya çıkardığı, zengini daha zengin yaparken çok geniş sosyal kitleyi daha da yoksullaştırdığı ve daha da önemlisi milli egemenlik ve bağımsızlık anlayışını tehdit etmektedir.
Küreselleşme her ne kadar ekonomik faaliyetlerin sınır tanımayan etkisi açısından düşünülüyor olsa da bunun yanında siyasal etkiyi yaygınlaştırmak için de küresel otorite ve güç odaklı kurumlar tesis edilmiştir. Yani küreselleşme sadece ekonomik odaklı değil, politik yönü de olan emperyalist niteliğe sahiptir.
Son dönemde yaşanılan küresel olaylar, hastalıklar ve savaşlar toplumu, var olan sistem ve kabul edilmiş anlayışların sorgulanmasına yöneltti. Özellikle Covid 19 hastalığının bulaş dönemi ve ardından uygulanan yöntemler, küresel anlamda gizli bir projenin uygulandığı yönünde şüpheler dünyanın dört bir yanında konuşulur oldu. Etkisini bugün hala hissettiğimiz ekonomik bunalım toplumları ve devletleri ciddi anlamda zorluyor. Ardından Rusya- Ukrayna savaşı ve İsrail’in emperyalist-işgalci saldırılarıyla Gazze’de ve Lübnan’da yaşanılan insanlık dışı, soykırım görüntüleri mevcut küresel sistemin iflasını gözler önüne serdi. Ancak bütün bu yaşanılan kaos ve savaşların arka planında küresel sermaye ve lobilerin yeni bir post-ekonomik dünya düzeni kurma stratejilerinin olması tarihi bir gerçeği önümüze çıkarmış durumdadır.
Küresel sermaye gücü, ulusal iktidarları kendi lehine etki altında tutarken kendi iktidar alanını daha pekiştiriyor. Enerji, ilaç, maden ve bazı temel ihtiyaç maddeleri üzerinden yaptığı spekülatif müdahalelerle iç piyasaları, fiyat hareketlerini ve hatta ülkelerin ihracat dengelerini ve milli para değerini etkilemektedir.
Küresel yapı öyle bir hale gelmiş durumdadır ki, artık ulusların kendi kaderlerini kendileri belirleme hakları dahi ellerinden alınmış durumdadır. Ulusal düzenlemeler küresel ekonomik faaliyetleri denetim altına almaktan çok uzaklaşmış durumdadır. Bilişim teknoloji dünyanın her tarafını ahtapot gibi sarmış, internet üzerinden alışveriş o kadar yaygınlaşmış durumdadır ki, ulusal düzenlemeler artık bu alışveriş ağını kontrol etmekte yetersiz kalmaktadır. Tüketim çılgınlığı toplumun algısını ve millilik anlayışını da değiştirmiştir. Ulusal iktidarın denetleme ve kontrol altında tutmaya yönelik düzenlemelerin özgürlük kapsamında değerlendirilip bunun bir kısıtlama olarak görülmesi küresel sermayenin etkisini daha da büyütmektedir.
Küreselleşme aynı zamanda farklı devletlerin ve toplumların serveti üzerinden kazanç sağlamayı da kolaylaştırmıştır. Farklı kazanç yolları ortaya çıkmış ve bunların üzerinden sermaye sahipleri daha da zenginleşmektedirler. Patent, telif hakkı, repo, gecelik günlük faiz oranları, borsa hisse ve tahviller vb. yollar sermaye oluşumunda etkili kaynaklardır.
Küresel sermayeye sahip bazı şirketler ve servetleri şöyledir:
ABD merkezli çip üreticisi Nvidia 3 trilyon 340 milyar dolarla dünyanın en değerli şirketi. Microsoft (Marka değeri 3.027 Trilyon Dolar); Apple (Marka değeri 2.820 Trilyon Dolar); Saudi Aramco (Marka değeri 2.055 Trilyon); Amazon (1.802 Trilyon); Visa (581 Milyar); Mastercard (442 Milyar); Nestle (278 Milyar); Netflix (260 Milyar); Roche (211 Milyar); Novartis (210 Milyar); AstraZeneca (205 Milyar); Nike (159 Milyar).
Dikkat edilirse bu şirketlerin birçoğunun serveti sayılarca devletin GSMH’dan daha fazladır.
Küresel sermaye sahipleri başka ülkelerde yaptıkları yatırımları güvence altına almak için bir dizi hukuki anlaşmalar ortaya koymuştur. Çok taraflı yatırım anlaşması (MAI) önemli hükümler içermektedir. Türkiye bazı çekinceler koymuş olsa da bu anlaşmaya taraftır. MAI’ye imza atan bir ülke en az 5 yıl sonra MAI’den çıkabilir. MAI’den çıktıktan sonra da MAI hükümleri 15 yıl ülkede geçerli olacaktır. MAI’ye imza atan bir ülke kanunlar, anayasa vb. iç hukuk normlarını MAI ile uyumlu hale getirmek zorundadır. Bu kadar geniş yetki ve imkana sahip küresel sermaye güçleri yatırım yaptıkları ülkelere karşı ise sorumluluk konusunda çok serbesttirler. Gelişmekte olan ülkeler yabancı sermayeden ihracata katkıda bulunmasını, ekonomiye döviz kazandırmasını, işsizliğin azalmasına katkıda bulunmasını, teknolojinin geliştirilmesini veya transferini gerçekleştirmesini beklerken, MAI’ye göre Çok uluslu şirketler bunların hiçbirisi gerçekleştirmek zorunda değildir. Çünkü yabancı yatırımcı hiç ihracatta bulunmayabilir, bulunsa bile elde ettiği dövizi tümüyle başka bir ülkeye transfer edebilir, tüm kârını dışarıya transfer edebilir, ihtiyaç duyacağı işgücünün tamamını dışardan getirebilir. MAI tüm bu uygulamalara hukuken imkân tanımaktadır. Bunun anlamı, yabancı sermayenin ev sahibi ülkeye ekonomik kazanç getirme zorunda olmadığıdır.
ABD “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde üstlendiği rolünü “Dostluk/Yardım”; “Ekonomik ve Stratejik İş birliği”; “Stratejik Ortaklık” vb ikili ilişkilerle desteklemiştir. Ancak bu ilişkilerin tamamında ABD, politik ve askeri etki/güç alanı kazanırken aynı zamanda küresel şirketlere imkanlar da hazırlamıştır. Güçlü devletlerle güçsüz devletlerin ekonomik iş birliği, stratejik ortaklı gibi anlaşmalardan güçsüz devletlerin kendileri lehine bir menfaat sağladığı asla görülmemiştir. Bu ikili anlaşmalar her zaman güçlü devletin askeri, politik olarak diğer devlet üzerinde hegemonyasını daha da kuvvetlendirmesi ve küresel şirketlerin o devletin imkanlarını insafsızca kullanması sonucunu doğurmuştur.
Başta ABD, İngiltere; Almanya ve Fransa olmak üzere yeni dünya düzeninin başat aktörlerin demokrasi, özgürlük, insan hakları, terörle mücadeleyi gerekçe göstererek ülkeleri işgal etmeleri, zenginliklerini sömürmeleri ve hatta o devletleri uzun süreli kaos ve iç savaşlara sürüklemeleri yeni dünya düzeni iddiasının bir gerekçe olarak kullanıldığını göstermektedir.
“Dünyanın Yeni Yöneticileri” olarak kabul edilen çok uluslu küresek sermaye sahibi şirketler küresel politikaların ve stratejilerin belirlenmesinde de çok etkinler. Silah üreticileri politik çekişmeleri tırmandıracak politik argümanları devreye sokarak savaşların çıkmasına sebep olmaktadırlar. Dünyanın değişik bölgelerinde özellikle Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de sıradan etkisiz terör örgütlerine silah yardımı ve para desteği sağlayarak bu örgütleri destekleyenler sadece devletler değil, çok uluslu küresel şirketler de aktiftirler.
Afrika’da bir türlü sona ermeyen devletler arası savaşlar, iç çatışmalar ve devletler arasında yer değiştirerek varlığını sürdüren terör örgütleri asla kendi güçleriyle ayakta durmamaktadırlar. Özellikle iç çatışmaları körükleyen güçler, o bölgede petrol ve değerli madenlere sahip küresel şirketlerdir.
Rusya-Ukrayna savaşının nedeninin iki ülkenin arasında sorun olan bir meseleden çıkmadığını biliyoruz. Rusya’nın ekonomik olarak zayıflamasını sağlamak ve böylelikle diğer ülkelerle iş birliğini etkisizleştirmek amacıyla bu savaş bilinçli olarak kurgulandı. Avrupa’nın enerjisini sağladığı Rusya doğalgaz boru hattının vurulması, Rusya’dan petrol alınmasının engellenmesi, ticaretin durdurulması, Rusya’nın varlıklarına el konulması ve ambargo uygulanması küresel siyasette tek kutuplu düzenin devamını sağlamaya yönelik adımlardır.
İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamların bir türlü durdurulamaması uluslararası kurumların ne kadar işlevsiz olduğunu ve emperyalist küresel güçlerin etkisi altında var olduğunu gözler önüne sermiş durumdadır. ABD ve Batılı ülkelerin artık dünya kamuoyuna vereceği umut ve vaat kalmamıştır. Dünya kamuoyu ABD ve AB ülkelerinin öncülüğünde bir dünya düzeninin sürdürmenin mümkün olmadığını tüm çıplaklığıyla görmüştür.
İnsanlık dışı katliamlar bu kadar göz önünde yaşanırken küresel şirketlerin İsrail’i ve Ukrayna’yı destekleyen beyanatları ve hatta parasal ve askeri yardımları bir utanç olarak tarihte iz bırakacaktır. Bundan sonra bu uluslararası örgütlerin kararları ve üstlenecekleri görev ve rollerinin inandırıcılığı sorgulanacak ve itibar kaybı daha da çoğalacaktır.
Peki başta ABD olmak üzere İngiltere, Almanya ve Fransa devletlerinin ortaya koydukları bu siyasi tavırları sadece küresel sermaye güçleri mi tetikliyor? Aslında hükümetleri etkileyen küresel sermayenin adına hareket eden lobilerdir. Lobiler, küresel sermaye güçlerin menfaatine ve beklentilerine uygun politikaların belirlenmesi için senatörler ve milletvekillerine baskı kuran etkili gruplardır. Bunların bir kısmı ünlü sanatçı, yazar, bilim adamı, bir kısmı devlet kademelerinde görev yapmış eski bürokratlar, eski askeri kişiler, bir kısmı da çok uluslu şirketlerin ve finans merkezlerinin yöneticileridir. Bu saydıklarımızın tamamına yakını Siyonist-Evanjelist kimlikli kişilerdir.
ABD öncülüğünde yürütülen “Yeni Dünya Düzeni” Siyonist-Evanjelist lobinin sahibi olduğu bir sistemdir.
ABD ve AB ülkelerinin dış politikaları ülkelerin toplumsal iradesinin ortak olarak üzerinde birleştiği kararlar asla değildir. Küresel şirketler, düşünce ve strateji merkezleri, üniversiteler, medyanın tamamına yakını, ABD’de senatörlerin tamamına yakını Siyonist-Evanjelist lobinin parasal desteğiyle, politik anlayışıyla hareket etmektedir.
Siyonist-Evanjelist lobinin menfaatleri dışında bir gelişme yaşanacağı zaman senatörlere yoğun bir baskı oluşturulmakta bu sonuç vermezse seçim bölgesinde aleyhine ciddi dezenformasyon yürütülmektedir. Bu kıskaç altında kalan senatör ya etkisiz kalıyor ya da bu lobiye teslim oluyor. Aslında yeni dünya düzeninde ABD dış politikaları Siyonist-Evanjelist lobiler tarafından yürütülmektedir.
ABD ve AB ülkelerinin bir ittifak bloğu olarak hareket etmeleri dünya kamuoyu nezdinde uluslararası örgütlerin bu ittifak lehine kararlar alarak hareket etmesi yeni ittifak arayışlarını hızlandırmış durumdadır. Yukarıda zikrettiğimiz uluslararası örgütler misyonlarından uzaklaşmış, itibarları sarsılmış, dünya kamuoyu nezdinde güveni yitirmiş bir haldedir. Başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu güvensiz ortamda özellikle Türki Cumhuriyetlerle siyasi, ekonomik ve kültürel bağlarını kuvvetlendirmek amacıyla diplomatik ilişkilerini üst seviyeye çıkarmış, işbirliği konularını genişletmiş ve önemli anlaşmalarla ciddi bir yapıyı inşa etmiş durumdadır.
Rusya ve Çin’in öncülüğünde oluşmaya başlayan siyasi, askeri ve ekonomik işbirliği teşkilatları yeni dünya düzeninde ABD merkezli yapıyı değiştirecek niteliktedir. Bu uluslararası blok oluşumu özellikle ekonomik iş birliği kapsamında devletler arasındaki ticarette para birimi olarak milli para birimlerine dönmeleri Dolar’ın rezerv para olarak kullanılmasından dolayı elde ettiği ayrıcalığı sona erdirecektir. BRICS siyasi ve ekonomik iş birliği bloğu ABD ve AB ülkelerinin sermaye gücünü kırmak için yeni para birimi üzerinde çalıştığı ve bu bloğa üye ülkelerin bu yeni para birimiyle ticari ilişkilerini yürüteceği düşünüldüğünde ABD’nin küresel güç kimliğinin ciddi olarak etkileneceği düşünülmektedir. Dünya ticaret hacminin büyük oranda bu yeni bloğa üye ülkelerin elinde olduğu düşünülürse ABD merkezli sermaye gücüne alternatif yeni küresel sermaye grupların oluşması doğaldır.
Bu yeni ittifakların büyümesi ve ABD/AB ‘ye rakip uluslararası yeni örgütlerin oluşması mevcut hegemonyanın çabuk kabulleneceği bir durum olmayacaktır. Yeni siyasi, askeri ve ekonomik güç ittifakı karşısında küresel sermaye grupları ve lobiler ABD yönetimini ve AB ülkelerini sert tedbirler almaya yöneltecektir. Bu yaptırımlar yeni ittifak oluşumunu daha da tetikleyecek ve bazı ülkeleri bu yeni ittifak bloğunda yer almaya yöneltecektir.
Tarihte örneklerini gördüğümüz üzere bu restleşmeler jeopolitik öneme haiz ülkelerde siyasi kaos, darbe ve iç karışıklık gibi olayların yaşanması sonucunu doğurabilir.
Siyonist – Evanjelist küresel sermaye ve lobiler dünya kamuoyu nezdinde ciddi şekilde eleştiriye maruz kaldılar. Ortaya çıkan güven ve itibar sorunu çabuk telafi edilecek düzeyde değildir.
ABD, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra elde ettiği tek kutuplu hegemonyasını dünya kamuoyu nezdinde yitirmiş durumdadır. Bundan dolayı dünya küresel güç merkezinin değişmesine karşı daha agresif davranacaktır. Zira belirli ülkeler üzerinde siyasi ve askeri etkisini de kaybetmiş durumdadır. Dünyada son yaşanılan kaos ve savaşlardan dolayı ciddi bir ABD- İsrail karşıtlığı doğdu. Bunun telafisi çok kolay olmayacaktır.
Yakın gelecekte küresel güç merkezinin değiştiğini, Dolar’ın rezerv para statüsünün yok olduğu, uluslararası örgütlerin (BM, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb) alternatifi yeni uluslararası örgütlerin daha işlevsel olduğu, yeni siyasi, askeri, ekonomik işbirliği teşkilatların kurulduğunu göreceğiz. Ancak 2. Dünya Savaşından sonra ABD öncülüğünde örgütlenen Yeni Dünya Düzeni bu sarsıntıyı yaşarken yeni siyasi, ekonomik, askeri bloğun oluşması normal bir süreç olarak kabul edilmeyecektir. Bugünlerde iyice gerginleşen ABD, Çin ve Rusya mücadelesi ABD’nin küresel güç statüsüne karşı oluşan yeni ittifak bloğunu önlemeyi hedefliyor. ABD bu süreçte bazı ülkelerde iktidar değişimi, bazı ülkelerde askeri-siyasi darbe, bazı ülkelerde de toplumsal kaos senaryolarını devreye alarak bazı ülkelerin bu yeni blok içinde yer almasını engelleyerek jeopolitik ve jeostratejik hamleler yapacaktır.
ABD ve AB öncülüğündeki Yeni Dünya Düzeni güç, güven ve itibar kaybederken, bu sistemin lokomotifi küresel finans sermaye baronları bu gücün kaybolmaması için boş durmayacaklardır.
2030 yılının, dünyada tarihi dönüşümün yaşanacağı, sancılı bir süreç olacağı yönünde ciddi analizler yapılıyor.