18-11-2024 11:11:45

Ahmet Tirfil Yazdı: Modern Paradigmanın İflası ve Yeni Trans-İnsan

Sosyal bir varlık olarak insan, kendini-benliğini tanımlar ve buna göre toplumsal ilişkilerini düzenler....
Ahmet Tirfil Yazdı: Modern Paradigmanın İflası ve Yeni Trans-İnsan

Ahmet Tirfil  / Araştırmacı-Yazar

Sosyal bir varlık olarak insan, kendini-benliğini tanımlar ve buna göre toplumsal ilişkilerini düzenler. İnsanın benliğini tanımlaması sürecinde dini ve kültürel değerler, daha dar alanda günlük sosyal ilişkiler, gelenekler ve eğitim etkin rol oynar. Kimlik, bir aidiyet bağıdır. Kişi toplumsal grubunu değiştirse de yeni katıldığı grubun içinde genel kabul görmüş kurallara bağlı olarak yeni bir aidiyet bağı inşa eder. Kişi bu aidiyet bağı ile sosyal yaşamını sürdürür.

Çağdaş dönemde küreselleşmenin etkisiyle toplumların birbiriyle iletişimi ve hatta etkileşimi önünde sınırlar kaybolduğundan dar ölçekli kimlik yapısı değişiyor ve kişinin aidiyet ve tercihleri içinde yaşadığı toplumsal yapının dışına taşabiliyor. Küresel zihinsel baskılar, kişinin geleneksel aidiyet bağını değiştiren en önemli etki alanıdır. Batı modernizmi, evrensel kimlikleri oluşturarak kendisine etki alanı inşa etmiştir. Batı modernizminin demokrasi, insan hakları, özgürlük vb iddialarının gölgesinde inşa ettiği batı eksenli evrensel kimlik, idealize edilmiş fikirler olduğu için yaygınlaşmamıştır. Bu söylemler, Batının siyasal ve ekonomik sömürü ve hegemonyasının hakimiyet sürecinde bir örtü ve menfaat temin etmek için kullandığı modern aracıdır. Batı’nın bu değerlerinin ilkesel olmadığını dünyanın dört bir köşesinde yaşanılan insanlık dramları, savaş ve kaos durumlarında Batılı devletlerin ve toplumların yaklaşımlarında açıkça görülmektedir. Batı’nın evrensel modern ilkeler olarak tanıttığı ve hatta bazı toplumlara askeri müdahale ile ihraç ettiği bu değerlerin başka toplumların varlık çabalarını nasıl yok ettiği, kimlik yapılarını nasıl bozduğu tüm gerçekliğiyle ortadadır.

Batı, modern paradigmaların tılsımının kaybolduğunun farkındadır. Kendisi dışındaki toplumları kendi tarihselliğinden ve kültürel bağlarından kopartarak evrensel modern bir kimlik inşası sürecinde asimilasyonu hedeflemiştir. Buna karşı gelişen tüm direnişleri yine kendi iddiaları çerçevesinde eriterek batı eksenli bir kimlik ve yaşamı idame ettirmeyi amaç olarak sürdürmektedir. Modern yaşam iddiasıyla insanın özgün vasıfları yok edilmiş, varlık ve aidiyet bilinci kaybolmuş ve insan dünyayı bir bütün olarak kendisine sunulmuş bir olgu olarak görmeye başlamıştır. Bu durum insanı, kendine özgü kültürel ve dini değerleri yitirmesine sebep olurken varoluş krizini de ortaya çıkarmıştır. Evrensel kimlik algısı aslında kişiyi, içinde yaşadığı toplumsal aidiyet bağlarından koparmıştır. Bu psikolojiyle kuşatılan birey, kendi ülkesi, milleti ve kendi varlığına karşı tehditleri algılamada zaafa düşmektedir. Milli-kültürel kimliği, etnik bir ayrımcılık olarak görmemek gerekiyor. Kültürel kimlik etnik alt kimliklerin birleştiği, tarih bilinciyle harmanlandığı genel/üst kimliktir. Milli-kültürel kimliği, alt yerel kimlikleri baskılayan asimile eden güç olarak gören anlayış emperyal düşünce ürünüdür.

Batı’nın evrensel kimlik algısı toplumların değerler anlayışını da bozmuştur. Batı, kendi tarihsel tecrübeleri sonucunda oluşturduğu anlayış ve kuramları kendisi dışındaki toplumlara da uygulama gibi büyük bir yanılgıyla hareket etmektedir. Yönetim/kilise, kral/papaz, beşeri hukuk/Hristiyan teolojisi gibi karşılaşmaların acı tecrübesini yaşayan Batı, bu sürecin sonucunda ortaya koyduğu anlayışı evrensel doğru/idealize edilmiş prensipler diye “öteki”ne zorla kabul ettirme çabasına girmiştir. Bugün özellikle Müslüman toplumlarda baş gösteren “değerler bunalımı” Batının kendi tecrübesini idealize ilkeler diye sunmuş olmasının ortaya çıkardığı zihni bunalımın sonucudur.

Hristiyan teolojisinin batılı insanın ruhsal boşluğuna ve varlık anlam krizine çare olmaması “Tanrı ve kâinat” inancını sorgulamaya yöneltmiştir. Yaşamı sadece arzu, tatminlik, deneyim, tercih, özgürlük ve bireysellik döngüsünde düşünen Batı insanı, ruhsal boşluk krizinde boğulmaktadır. Daha dün Çin toplumunu ideolojik ve kültürel bağlamda geri kalmışlığını Konfüçyanizm’le itham eden Batı, bugün Çin’in küresel güç vizyonunu Konfüçyanizm’in felsefi ilkeleriyle açıklamaktadır. 18. Yy’a kadar İslam medeniyetinin insanlık tarihine ilmi, sanat ve kültürel katkılarını ve hatta kendi gelişme sürecinde etkili olduğunu itiraf eden Batı, bugün İslam inancını terörle ilişkilendiriyor. Batı, moderniteyle dünyaya hakimiyetini kendi ilkelerini evrensel paradigma olarak kabul ettirerek sağlamak istemektedir. Bugün bu evrensel ilkeler ve evrensel kurumlar barış, huzur ve adalet alanında itibarını yitirmiş, güven kaybetmiş, varoluş krizi yaşamaktadır.

Modern paradigmanın ülkemizdeki etkisini düşündüğümüzde aslında sorunun siyasal süreçle alakalı olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Batı’nın siyasal ve askeri hegemonyası karşısında “teslimiyetçi” bir yaklaşım gösteren yönetici-elit kesim, Batı’nın doktrin ve ideolojine tabi olmak gibi bir kolaycılığı çözüm olarak kabul etmişlerdir. Belki de işin en çarpıcı yönü, kabul edilen doktrin ve ideolojilerin transferi konusunda bu siyasi/elit zümrenin konunun detayına dair bilgisizliklerinin farkında olmayışlarıdır. Devletlerin ve toplumların temel değer ve kurucu ilkeleri vardır. bu temel değer ve kurucu ilkeler yok sayıldığında devletlerin ve toplumların varlık-aidiyet krizi başlar. Ülkemizde Batı eksenli değişim süreci, bu temel değer ve kurucu ilkeleri yok sayarak yeni bir siyasi/toplumsal yapı oluşturmaya yönelerek tarih ve varlık bilincini olumsuz etkilemiştir.

Modern paradigmanın Ülkemizde ortaya çıkardığı en büyük kriz, değerler krizidir. Hristiyan teolojisinin dogmatizmine karşı akılcılığı ön plana çıkaran Batı insanı, diğer dinleri de aynı Hristiyan teolojisi dogmaları gibi akıl dışılıkla suçladı. Batının doktrin ve ideolojilerini evrensel prensipler olarak algılayan birey, kendi dini değerlerini top yekûn akıl dışılıkla reddederek değerler açısından aidiyet bunalımına sürüklendi. Aslında dini metinlerde Allah, insanı kainatı ve tabiatı gözlemleyerek,, aklederek  varlığını anlamlandırmaya yönlendirmektedir. İlk emrinin “oku” olduğu bir inanç sisteminin, insanı akletmekten uzaklaştırdığını ve ilkelerinin insanın aklına uygun olmadığını iddia etmek bilgisizlikten başka bir şeyle ifade edilemez. Aslında İnsanın en temel ayırıcı vasfı akıl değil, değerlere sahip olmasıdır. Salt akıl, değerlerden yoksun olduğu zaman diğer insan için tehlike olabilir. İnsan, iyi/kötü, güzel/çirkin, faydalı/zararlı ayrımını salt akılla yapmaz, değerler bu ayrımda vazgeçilmez ölçüttür. Akılcılık vasfı arttıkça insanın, insani vasfının yükseldiğini iddia edemeyiz. Akletmeyle birlikte değerler bir ölçüt olarak kullanıldığında insanın insani vasfı yükselir.

Modern paradigmanın oluşmasında Batı Rönesans sürecinde kendi geleneğini, tarihi tecrübesini kendi sorgulamış ve Yunan geleneğine dönerek bir dönüşüm sağlamıştır. Batı, kendi geleneğine dönerek bir değişimi sağlarken Müslüman toplumlar kendi medeniyet ve kültür geleneğini yargılayarak dönüşümü gerçekleştirmeyi seçmişlerdir.

Sekülerleşme ilkesiyle Batı Hristiyan teolojisini sorgulamış ve kilisenin dogmatizmini reddetmiş ancak “din olgusuyla” ilişkisini arayışını sonlandırmamıştır. Dönemin en meşhur düşünürü Fransız J.J. Rousseau, Tanrı inancı, ahiret inancı gibi temel ilkelerle buluşturduğu “sivil din” anlayışını savunuyordu. Yine Auguste Comte din anlayışını yeniden kurgulayarak kilisenin varlığında bir inanç sistemini korumaya çalışmıştır. 18. Yy’da Anayasacılık akımında bireysel hakların korunmasına yönelik hakların temel haklar ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesinde teoloji, hukuki bir dayanak/kaynak olarak kabul edilmiştir. “Ahit Teolojisi” bireysel hakların ve yöneticiye karşı bireyin hakları konusunda oluşturulan hukuk metinlerine kaynaklık etmiştir.

Liberal siyasal teoride “teolojik ön kabuller” hukuki düzenlemelerde önemli yer almıştır. Liberal siyasal sistemin kuramcısı John Locke göre Tanrı inancı doğal hakların kaynağıdır. Ateizm (Tanrı’yı inkar) toplumun birlikte yaşamını tehdit eder ve güven problemini ortaya çıkarır. Güven problemi olan yerde huzur ve barış olmaz John Locke göre. Bundan dolayı John Locke “Ateizm nihai yozlaşmadır” der.

İşte modern dönemde Batı, Materyalist seküler bir düşünceyi hâkim kılarak din olgusunu hayatın bütününden dışlamış ve salt akılcılığı savunmuştur. Aklın bu şekilde araçsallaştırılmasıyla erdem ve ahlakın düşünce ve yaşam üzerindeki etkisi zayıflatılmıştır. Aslında salt akılcılığın zamana ve mekâna göre değişkenlik arz ettiği gerçeğini unutmamak gerekiyor. İlahi hukukun evrensel gerçekliği göz önüne alındığında ilahi hukuktan türetilmiş kanunlar ise zamana ve mekâna göre güç kaybetmezler.

Bugün modern dönemin evrensel ilkeleri insanlığın ortak değeri asla olmamıştır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Batı, evrensel idealize ilkeler diye sunduğu argümanlar tecrübe edildiğinde aslında bunların “öteki” milletleri sömürme ve asimile etmek için araç olarak kullanıldığını görmekteyiz. İnsanlığın ortak değeri olarak sunulan şeyler Batı’nın ürettiği ve kendisini “öteki”den ayıran paradigmalardır.

Batı, diğer toplumlar üzerinde paradigmasını insanı öncelemek iddiasıyla aklı temel ölçüt olarak sunup, hayat tarzını yeniden şekillendirerek inşa etti. Aklı temel ölçüt olarak sunması, aslında aklın mutlak doğruya ulaştıran niteliğinden dolayı değil, bilginin kaynağını ilahi olmaktan koparmak için böyle bir iddiada bulundu. Hayat tarzı toplumun düşünce ve eğilimlerini değiştirme gücüne sahip bir müdahaledir. Hayat tarzı sadece biçimsel benzerlik değil, toplumun ilişki biçimini, günlük yaşam periyodunu ve değerler algısını doğrudan etkilemektedir.

Modern paradigma Müslüman zihnin üzerinde bir hakimiyeti ilk önce hayat biçimi transferiyle başlattı. Bunu günlük yaşam periyotları ve değerler üzerinde geleneksel kabulü sorgulama ve düşünce ekseninin değişimi takip etti. Eziklik psikolojisiyle hareket eden, kimlik bunalımına sürüklenen toplum, Batının askeri ve teknolojik üstünlüğüne karşı teslim oldu. Aslında kadim bir medeniyet ve kültürel birikime sahip bu millet, kimlik krizini aşmaya başladığında yeniden güçleneceğinin farkına varıyor. Bu farkına varma ise modern paradigmanın iflasını tecrübe etmekle başlamıştır. Dünyanın birçok farklı toplum yapısında küresel, evrensel ilke ve kurumlara karşı var olan sivil itaatsizlik hareketleri bu iflası ilan etmektedir.

Kapitalizmin acımasız emek ve kaynak sömürüsüyle elde edilen servet ve ekonomik güç, batı tarzı hayat biçimini diğer toplumlara kalkınan bir milletin refah yaşamı olarak sunmuştur. Bu özenti aşamalı bir şekilde Batı paradigmasını evrensel bir niteliğe kavuşturdu. Bütün bu süreçlerin sonunda idealize edilen ilkelerin vaadedilen huzur, barış ve birlikte yaşam esenliğini inşa edemediği gerçeğiyle dünya yüzleşti. Aslında modern paradigmanın böyle bir amacı olup olmadığı sorgulanmamıştı.

Irak, Suriye, Libya, Yemen, Sudan, Afganistan, Afrika, Bosna Hersek ve şimdi Filistin’de ABD ve AB Ülkelerinin hukuk tanımayan, insanlık dışı uygulamaları, işgali ve bu ülkelerin maden ve enerji kaynaklarının sömürülmesi ve kışkırtılan etnik ve ideolojik çatışmalarla hayatın yok edilmesi Batı merkezli paradigmanın sorgulanması ve reddedilmesi için geç kalınmış bir uyanıştır. Ekonomik ilişkilerden, uluslararası hukukun uygulanmasına kadar, siyasi baskılardan dünya kamuoyunu yanıltan sebeplerle işgal faaliyetlerine kadar hayatın her alanında Batı merkezli ilkelere ve kurumlara yönelik güven ve adalet duygusu yitirilmiştir.

Aslında bu güven sorunu ve değişim talebi Batı dışındaki toplumlara has bir sivil itaatsizlik değildir. Batı toplumunun belirli kesimi de aynı itirazları yüksek sesle dile getirmektedir.

Ancak üzerinde durulması gereken konu, bu güven bunalımının içinde kalan toplumların kimlik krizine sürüklenmesidir. Yani toplumlar öze dönüş süreçlerini nasıl yönetecekler ve bu süreçte değişimi hangi paradigmalar üzerinde yükselteceklerdir? Toplumların kendi kültür ve medeniyet kodlarıyla aidiyet kurmaları ve kimlik oluşturmaları güçlü irade ve toplumsal bilinç gerektiren süreçlerdir. Bu aşamada siyasal erkin ve toplumsal öncülerin motivasyonu önem kazanmaktadır. Siyasal gücü elinde bulunduran zümre ve elit jakoben sosyal topluluk öze dönüş sürecinde ne kadar etkin rol üstlenecekler ve bu sürece kazandıracakları vizyon ne kadar özgün olacaktır? Sözünü ettiğimiz kimlik bunalımı bu süreçte gün yüzüne çıkar ve süreci etkisi altına alır.

Modern paradigmanın kuramcıları ve yürütücüleri mevcut yapıya karşı olan güven bunalımı ve itirazı başka parametrelerle izole etmenin çabası içindeler. Dijital teknolojinin yaygınlaşması dünya kamuoyunu yönlendirme ve etki altına alma fırsatını doğurmuştur. Dijital teknoloji marifetiyle sunulan her yenilik hızla yayılmakta ve ilgi oluşturmaktadır. İlgi zamanla ona sahip olmayı beraberinde getiriyor ve bu yayılma dalgası dünya kamuoyunu belirli merkezlerden yönetme imkanını sağlıyor.

Toplumların ilgisini çeken ön sunumlarla tanıtılan yeni gelişmeler aslında tüm insanlığı yeni bir maceraya sürükleyecek içeriktedir. Bu algı yönetimi öyle sinsi ve sükûnetle yürütülüyor ki, toplumların buna karşı geliştirecekleri direnç ve itirazları baskılanıyor.

İnsanın kendi kendine yeterliliği ve aklın öncülüğünde bir yaşam kurgusunda iradesi ve kararlarında kayıtsız özgürlük iddiasıyla kendini tüm değerlerden koparan insan, egoist bir hayat felsefesiyle başkalarının hayatı pahasına olsa bile maksimum zevk, haz ve yaşam dürtüsüyle hareket etmektedir. Hümanizm sloganıyla ahlak ve değerlerden kopan insan kendi varlığını kutsallaştırmaya yönelik bir mücadelenin içine girmiştir. İnsan biyolojik olarak kendinde gördüğü arazları eksiklikleri gidererek yaşamını daha da uzatma arayışındadır artık. Hümanizm aynı zamanda insandaki cinsiyet ve biyolojik farklılıklara karşı bir slogana dönüşmüş durumdadır. Hiçbir ahlaki ve kültürel değerleri kabul etmeyen yeni Hümanist anlayış, cinsiyete ve biyolojik farklılıklara da itiraz etmektedir. Ve bu itirazı bireysel tercih ve özgürlük söylemiyle yürütmektedir. Aslında bu anlayış, yeni bir paradigmanın zihinsel alt yapısını oluşturmaktadır.

Dijital ve nanoteknoloji marifetiyle insanın genetik yapısına müdahale etmeyi, zihinsel faaliyetlerini denetim altına almayı amaçlayan bu çalışmalar insan için tüm sınırların kaldırılabileceği iddiasıyla yeni trans insan ve yeni dünya iddiasında bulunmaktadır. Yeni trans insan modelinde tüm biyolojik farklılıklar ve genetik sorunlar ortadan kaldırılacaktır. Ayrıca bu trans insan ölümsüz bir yaşama sahip olacaktır. İşte bu iddia modern paradigmanın iflasına karşılık insanlık için yeni bir vaad olarak yükselmektedir. Genetik mühendisliği marifetiyle yaşlılık ve hastalık sorunları ortadan kalkacağı gibi, nanoteknoloji ile insanın düşüncelerine müdahale edilecektir.

Özgürlük sloganıyla yürütülen bu çalışmaların aslında yeni trans insanın teknolojiyle ve genetik müdahalelerle tek tipleştirilerek denetim atına alınacağı gerçeği büyük bir çelişki olarak ortada kalmaktadır. Şu bir gerçek ki, insanın egosu yükseltilerek, bireysel tercih ve özgürlük sloganıyla modellenen yeni trans insan çalışmaları insanı ve dünyayı ele geçirmek ve tek merkezden yönetmek üzere gizli bir projedir. İnsanın fıtratına ve dünyanın düzenine karşı yürütülen teknolojik çalışmalar insanlığın hizmetine sunulan yeni keşifler gibi sunulmaktadır. Özellikle sağlık alanında bazı durumlarda kullanılması ve sanayide robotik üretim olarak sunulması çalışmalara karşı olumlu algıyı yönetmeyi hedeflemektedir. Bu müdahalenin öncesinde toplumu tek tip insan varlığına alıştırmak için LGBTİ sapkınlığı hem siyasi hem de hukuki olarak desteklenmektedir. Bunun için lobiler ve finans baronları aktif olarak görev üstlenmiş durumdadır. Dijital medya ve sinema platformlarında cinsiyetsiz insan özendirilmekte ve sapkın evlilikler ve cinsel yönelimler bireysel tercih olarak desteklenmektedir. Bu insanlığa karşı şeytani bir savaştır.

Hastalıklara karşı bağışıklık kazanarak insanı öldüren hastalıklarla mücadele söylemiyle yürütülen genetik çalışmalar ardından ölümsüz bir yaşama ulaşma iddiasını insan nezdinde uyarıcı bir hale sokuyor. Aslında bu yönde ilk müdahale Covid salgınıyla yapıldı. Covid salgını sadece bir virüsün insanın genetik yapısına müdahale girişimi değil, tüm insanlığı sosyal olarak denetim altına almak ve yönetmek amaçlı bir proje/prova niteliğinde görülmelidir.  

Bilim ve teknoloji ikilisinin psikolojik gücünü kullanarak yürütülen bu çalışmaların insanlığa gösterilen ve sunulan olumlu vasfının dışında dünyaya hâkim olma ve insanı politikalar ve kurumlar marifetiyle yönetmede karşılaşılan güven ve itibar bunalımı tecrübesiyle insanı insanın farkında olmadan yönetmeyi hedeflediği bir gerçektir. Bu hedef bu çalışmaların gizli ajandasıdır.

Bir de mevcut küresel hegemonyaya karşı yeni arayışların olması bu çalışmaları daha da önemli yapmaktadır. Zira ABD ve AB merkezli modern siyasal, ekonomik ve kültürel sisteme karşı yeni ittifaklar ve iş birlikleri inşa edilmektedir. Nanoteknoloji ve dijital teknoloji bu farklı blokların birbirleriyle muhtemel karşılaşmasında insan odaklı bir mücadelenin dışında robotik unsurlarla mücadeleyi daha güvenli ve etkili olacağı yönünde bir kabul ile desteklenmektedir.

İnsanlık teknoloji ile gerçeklikten koparılarak sanal bir hayatın nesnesine dönüştürülüyor. Bu sanal hayatta insan, değerlerden koparılarak bireysel/yalnızlık içinde zihnen ve bedenen hiçbir sorumluluk hissetmeden sadece güdüleriyle yaşamını sürdüren bir canlıya dönüştürülmek istenmektedir. Bunun ön hazırlayıcı argümanları planlı bir şekilde dijital iletişim mecralarında yoğun bir şekilde yaygınlaştırılmaktadır.

Ulus devlet, millet kavramı, devlet egemenliği, vatan bilinci, sosyal duyarlılık, özgürlük anlayışında sorumluluk duygusunun dışlanması, birlikte yaşam saygısı, varlığın anlamı ve bilinci, Allah’a iman ve tabiata/kâinata bakış konularında öyle bir savrulma ve duyarsızlık yayılıyor ki, bunun sonucunda ortaya çıkabilecek kaos ortamını yönetebilmek pek mümkün olmayacaktır. Yeni trans-insan kimliği her toplumda aynı düzeyde karşılık bulmasa bile insanın fıtratına ve insan olma kutsallığını bozan bu değişim projesini özgürlük ve bireysel tercih olarak kabul etme yaklaşımı maalesef dünya toplumlarında hızla yayılıyor.

Yakın tarihi süreçte insanlığın içine sürükleneceği bu yeni trans-insan modellemesi çalışmaları insanın varoluş bilincini tamamen yok ederek, dünyayı ve insanı teknoloji marifetiyle merkezlerden yönetilen ruhsuz nesnelere dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bu çalışmalar küresel sermaye baronları ve lobileri tarafından çok büyük bütçelerle ve gizlikte yürütülmektedir.

Özellikle Müslüman toplumlar bu yeni trans- insan yaratılması ve yönetilmesi projelerine karşı insana saygı odaklı çalışmaları ortak bir bilinç ve güçle desteklemelidirler. Teknolojiyi tüm insanlığa huzur ve barış amaçlı kullanma bilinci önem arz etmektedir. Yaşam amacının salt beden merkezli haz ve arzuların tatminden ibaret olmadığı gerçeği ön kabul olarak zihinlere yerleşmelidir. Varlık bilinci olarak bunun zihinlere yerleşmesi inanç ve ahlak değerlerini yaşama hâkim kılmakla ancak mümkündür. İnsanın varlık anlamını dini kaynaktan kopardığınızda insana özgürlük alanı bahşetmiş olmuyorsunuz; özgürlük iddiasıyla insan başka merkezler tarafından yönetilmeye itilmektedir. Bunun en kritik noktası, günlük yaşamda insanın ihtiyaç algısının/iddiasının ahlaki ölçülerden koparılmış olmasıdır. Var oluş anlamını yitirmiş ve ihtiyaçlarını ahlaki ölçülerden koparmış bir insanın sınırsız bir doyumsuzluk refleksiyle sınırsız ve sorumsuz bir yaşama sürüklenmesi kaçınılmazdır. Her düşündüğünü her hayalini bir ihtiyaç olarak gören kişinin hayata, topluma, tabiata ve kâinata bakışının ilkeleri asla olamaz. Ahlak ve inanç değerleri bunların sınırlarını ve insanın sorumluluğunu, hakkını belirleme konusunda en etkili düzenleyici role sahiptir.

Trans-insan modelleme çalışmalarıyla insanın varlık anlamını-kimliğini değiştirme çalışmalarına karşılık en önemli etkili çalışma, insanın varlık bilincini- kaynağını ve bilgiyi dini ve ahlaki normlardan koparmamaktır.

Bilgi, ahlak ve dini normlardan ayrıldığında, varlığın anlamı ve yaşamın dengesi bozulur.

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 497 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI