Ahmet TİRFİL / Araştırmacı-Yazar
Coğrafyalar sadece üzerinde yaşayan milletlerin kültürel, sosyal ve siyasal niteliklerine dair kimlik kazanmaz;jeostratejik konumu, kendine özgü iklimi, sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve sahip oldukları medeniyetleri itibarıyla ayrıca jeopolitik kimlik kazanırlar ve uluslararası ilişkilerde bütün bunlar üzerinden rol üstlenirler.
Ortadoğu, bu ifade ettiğimiz her bir madde açısından uluslararası ilişkilerde ayrıcalıklı bir bölgedir. Özellikle 19 yüzyılın ortalarında petrolün keşfiyle bölge, ekonomik ve siyasi olarak dünyanın dikkatini üzerinde toplamıştır. Petrol, sanayileşme döneminde enerji kaynağı olarak kömürün yanına güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktı.Yalnızca enerji kaynağı olarak değil, aynı zamanda sanayide ham madde olarak da önemli bir rol oynadı.Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında tanklar, uçaklar ve savaş gemileri gibi modern askeri araçlar petrole bağımlıydı. Bu da petrolün sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik önemini artırdı.
Petrol önemli bir güç olduğu için petrole sahip olmak için bölgede savaşlar, ihtilaller, ayaklanmalar hiç eksik olmamış emperyalist kapitalist ülkelerin bölgeye müdahaleleri bugüne kadar süregelmiştir. Bu müdahaleler sadece askeri olmamış, siyasi hakimiyet kurarak bölgeyi ele geçirmek için ülkelerde darbeler planlanmış, bunu başaramadıkları zaman toplumsal kaos ortamı oluşturarak bölgenin demografik yapısı bozulmuş, etnik ve mezhep odaklı kutuplaşmalar desteklenmiş ve bölgedeki ülke sınırları bütün bu çatışmaları sürdürecek nitelikte belirlenerek siyasi ve toplumsal bütünlük bozulmuştur.
Ortadoğu sadece petrole sahip olması dolayısıyla değil, ayrıca çok büyük miktarda doğalgaz rezervine sahip olması dolayısıyla da önem kazanmıştır. Bir de Asya ile Avrupa arasında özellikle deniz ticaret yollarına sahip olmasını da eklediğimizde bölge uluslararası siyasi ve ekonomik güç mücadelesinde jeopolitik bir üstünlük kazanmıştır.
Başta ABD ve Avrupa ülkelerinin bölgede siyasi ve ekonomik güç mücadelesi Ortadoğu’nun sahip olduğu petrol ve doğalgazın ABD ve Batı ülkelerinde olmamasından kaynaklanmıyor. ABD, petrol ve doğalgaz rezervi açısından kendi kendine yeter durumdadır. Avrupa ülkeleri her ne kadar buna sahip olmasalar da başta Rusya olmak üzere bazı ülkelerden ihtiyaçlarının büyük kısmını karşılamaktadırlar. Özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları daha başkadır. Petrol ve doğalgazdan elde edilen para, bu paranın dolar endeksli satışının sürdürülmesi, elde edilen servetin nerede ve nasıl kullanıldığı, bölge ülkelerinin politik olarak hangi ülkelerle iş birliği yaptığı ve kurdukları siyasi, ekonomik ittifakları yönetmek ABD ve Batı için çok daha önemlidir.
ABD, bu ekonomik gücü, kurmuş olduğu şirketler aracılığıyla yürütmektedir. Exxon Mobil petrol şirketi 180 ülkede petrol piyasasını yöneten dünyanın bir numaralı en büyük şirketidir. ABD’nin en üst düzeyde devlet adamları ya görevlerinden önce ya da görevlerinden sonra bu gibi şirketlerde yöneticilik yapmışlardır. Yani petrol piyasası sadece ekonomik, ticari kimlikle faaliyetlerini sürdürmüyor; siyasi güç ve yönetimlerle iş birliği içinde sektörü avuçlarında tutmaktadırlar. Exxon Mobil şirketinin sahibinin dünyanın en zengin Yahudi ailesi olan John D. Rockefeller olduğunu da düşündüğümüzde konu çok daha farklı bir içerik ve önem kazanmaktadır.
ABD ve Batı, bugün Ortadoğu’da siyasi ve ekonomik hegemonyalarını etnik ve mezhep çatışması argümanı üzerinden yürütüyor. Bir de buna İsrail ve İran’ın bölge üzerindeki siyasi hedeflerini dahil ettiğimizde Ortadoğu’nun neden siyasi, ekonomik ve toplumsal huzur ve barıştan çok uzak, hep çatışma halinde olduğunu daha iyi anlarız. ABD’nin Ortadoğu’yu terör merkezi ve terörizme destek veren ülkeler olarak ilan etmesini de eklediğimizde bölge tam bir kaos ve terör merkezi olarak uluslararası kamuoyu nezdinde ve uluslararası siyasette hep hedefte olmuştur.
Yahudi Terör Devleti İsrail’in kurulması bölgedeki çatışma ortamını daha da derinleştirmiştir. Aslında İsrail’in kurulmasını sağlayan şartlar bölgedeki etnik ve mezhepsel çatışmanın uygun zemin hazırlamasının sonucudur. Bölge devletleri arasında mezhepçilik ve bölgesel güç kazanma üzerinde yaşanılan çatışma ve ayrışma, ABD ve Batının bölge üzerindeki siyasi hegomanyasını daha da kuvvetlendirmiştir.
İran’ın bölgede yürüttüğü “Şii jeopolitiği”, üzerinde ayrıca durulması gereken önemli bir konudur. Şii jeopolitiği sadece mezhep farklılığı ve bölgesel güç mücadelesinden ibaret değildir. İran’ın Şii jeopolitiği mezhep odaklı emperyalist yayılmacı bir içeriğe sahiptir.İran, tarihsel olarakbir imparatorluğun (Pers İmparatorluğu) mirasçısıdır ve bu mirası yeniden canlandırma düşüncesi, birçok stratejisinde etkili olmuştur.
Şiilik mezhebi üzerine çok farklı görüşler ileri sürülmektedir. Ortaya çıkışı, tarihte üstlenmiş olduğu misyon vb alanlar farklı bir araştırma konusudur. Ancak şu bilinmektedir ki, İran’ın resmi mezhebi İmamiyye, Şiiliğin en büyük ve en önemli koludur. Bu mezhebe göre İmam, Allah tarafından seçilen ve ilahi hükümdarlığın temsilcisi, masumiyet sıfatına sahip ve sorgulanmaz bir güç kimliğine sahip bir otoritedir. Ve Şia anlayışı İslam Dini’nin temel itikadi meselelerinde ciddi farklılıkları Sünni topluma karşı kin ve nefrete dönüştürmüş ve bunu rejimin ve toplumun temel niteliği olarak sürdürmektedir. Bazı radikal gruplar bu nefreti öyle bir noktaya taşımışlardır ki, Şia mezhebine katılım merasimlerinde kabul edilemez beyanları ve yeminleri muhataba söyleterek Sünni düşünce ve Müslümanlara hakareti sıradanlaştırmaktadırlar.
İran, kendisini Şii İslam dünyasının lideri ve koruyucusu olarak tanımlar. Bu, İran’ın dini otorite iddiasını güçlendiren ve diğer Şii nüfusun yaşadığı bölgelerdeki nüfuzunu artırmasını kolaylaştıran bir argümandır. İran liderliği, Şii toplulukları koruma ve haklarını savunma misyonunu üstlendiğini iddia ederek bu politikayı dini bir çerçevede yaygınlaştırmaktadır.
1979 İran Devriminden sonra İran bölgesel yayılmacı politikalarını, Şii jeopolitiği anlayışı üzerinden diğer tüm Müslüman devletlerle olan ilişkilerinde ön plana çıkarmışlar, İran’ın “dünyadaki tüm Müslümanların hamisi ve haklarının savunucusu” iddiasını yaymaya başlamışlardır. Bu iddia İran’ın dış politikasında önemli bir strateji ve misyon olarak yürütülmeye başlandığında konu diğer Müslüman ülkelere “rejim aktarımı” hamlesine dönmüştür. Bundan sonra İran’ın Ortadoğu’da diğer Müslüman ülkelerle ilişkileri yeni bir formata dönüşmüştür. İran’ın bu dış politik anlayışı ABD ve Batı ülkeleri tarafından yayılmacı bir politika olarak kabul edilmiş ve bölgede politik kutuplaşmalar keskinleşmiştir.
İran, bölgedeki Şii-Sünni ayrımını kullanarak Şii topluluklar üzerindeki etkisini artırmaya çalışır. Bu ayrışma, İran'ın bölgesel rakipleri olan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Sünni liderliğindeki devletlere karşı ideolojik ve siyasi bir araçtır. Mezhepsel kimlik üzerinden bir dayanışma ağı kurularak, İran’ın bölgesel nüfuzunu artırmak hedeflenmektedir.
İran’ın bölge ülkeleriyle çatışmacı bir politika yürütmesi, ABD ve Batı ülkelerin bölgede askeri üs kurmasının bahanesi olmuştur. Bu da yetmemiş bölgede etnik kimlikler harekete geçirilmiş, vekalet savaşları ve terör örgütlerinin bölgede var olması desteklenmiştir. Irak’ın içinde Bölgesel özerk piyon yönetimlerin oluşması, PKK/PYD, DEAŞ, HAŞDİ ŞABİ gibi terör örgütleri ABD ve Batılı devletlerin bölgede oluşturdukları kaos planlarının örnekleridir.
Ülkemizi de uzun yıllardan beri meşgul eden PKK terörünü himaye eden, destek veren ülkelerden biri de İran’dır. Türkiye’nin terörle mücadelesinde İran, beklenilen iş birliğini asla yürütmemiş ve hatta PKK’nın PEJAK yapılanması İran topraklarını karargâh olarak kullanmıştır.
Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi sürecinde ABD’nin gizli ittifak ortağı İran olmuştur. ABD işgal ordusu Kuveyt üzerinden Irak topraklarına ayak bastığında tüm uluslararası kamuoyu kara savaşlarında ABD’nin zorlu bir direnişle karşılaşacağını beklemekteydi. Ancak ABD işgal ordusu çok kısa bir zaman içinde Bağdat’ı işgal etmiş, devleti tarumar etmiş ve toplumu sefalet ve kaosa sürüklemişti. Daha sonra ortaya çıkan bazı gerçekler konunun iç yüzünü gösterdi. Irak’ın güneyinde yoğun olarak yaşayan Şii toplumu, İran’ın yönlendirmesiyle ABD işgal ordusuna karşı asla direnmemiş, büyük bir ihanetin piyonu olmuşlardır. Bunun karşılığında ABD, Irak’ın bütün petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olmuş, Irak devlet yönetimini de Şii gruba teslim ederek aralarındaki kirli pazarlığın gereği yapılmıştır.
İran’ın bütün Ortadoğu Müslüman ülkelerine rejim aktarımı politikası, İran’ın desteklediği terör örgütleri aracılığıyla yaygınlaşmıştır. Irak’ta ve Suriye’de ortaya çıkan PYD, DEAŞ ve HAŞDİ ŞABİ terör örgütlerine askeri desteği ABD, İSRAİL ve Batı ülkeleri veriyor olsa da İran bu terör örgütlerini insan kaynağı olarak destekleyerek bu örgütlerle amaç birliği kurmuştur. Irak Şii yönetiminin hapishanelerdeki hükümlüleri serbest bırakarak bu örgütlere silahlı eleman kazandırdığı bir gerçektir. PYD ve DEAŞ’ın kuzey Suriye’de Müslüman ve Türkmen köylerinde yaptığı işkence ve katliamları tüm uluslararası kamuoyu sosyal medyadan takip etti. Ayrıca bu terör örgütlerinin Afrika’daki Müslüman ülkelerde de terör eylemlerini acımasızca sürdürdükleri bilinmektedir. Yapılan analizlerde görülmektedir ki, bu terör örgütlerinin eylem için seçtikleri bölgelerin tamamı Müslüman ülkeler. İddialardan biri de, Afganistan üzerinden İran’a geçen sığınmacı göçmenlerin ailelerine İran’da sığınma hakkı verilmesi için erkeklerin bu terör örgütlerine yönlendiriliyor olmasıdır. Konunun en çarpıcı noktası, bu terör örgütlerinin eylem yaptığı Müslüman ülkelerin gerek coğrafi stratejik özellikte olması gerekse zengin maden ve petrol-doğalgaz kaynaklarına sahip olmasıdır. Irak, Suriye, Somali, Yemen, Sudan, Lübnan gibi ülkeler bu piyon/vekil terör örgütlerin faaliyet alanları olmuştur. Bütün bu terör eylemlerinin ve ortaya çıkan siyasi-toplumsal kaos ortamının başta ABD ve Batı ülkelerinin menfaatlerine hizmet ediyor olması çok ilginçtir.
İran, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal ederken Ermenistan’a destek vermiş, yakın zamanda Azerbaycan’ın Ermenistan’ı topraklarından çıkardığı savaşta da Ermenistan’ı askeri ve siyasi olarak açıktan desteklemiştir. Savaş sonrasında yapılan anlaşmayla Ermenistan sınırından geçecek olan ve Türkiye’yi Türki Cumhuriyetlerle kara yoluyla bağlayacak Zengezur koridoruna karşı çıkmış, tehditkâr bir söylemde bulunmuştur. Aynı şekilde Türkiye’nin ekonomik ticaret yolu olarak planladığı Basra Körfezi’nden Irak üzerinden Türkiye’ye bağlanan “kalkınma yolu” projesine de İran’ın tepkisi olmuştur.
15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün askeri darbe girişimi gecesinde Şam’da İran’ın desteklediği milis grupların Seyyide Zeynep türbesi çevresinde bu darbe girişimin başarılı olduğunu zannederek silahlı kutlamalar yaptığı ve bunları sosyal medyada servis ederek tüm bölgeye yaydığı tarihi bir anekdot olarak hafızalarda yerini korumaktadır.
Türkiye’nin Kuzey Suriye’de PKK/PYD işgaline karşı başlattığı askeri operasyonlarda İdlib bölgesinde İran’ın desteklediğiŞii silahlı grupların Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı savaştığı gerçeği de unutulmamalıdır. İran, Suriye'de çıkarlarına uygun durumlarda YPG/PKK ve diğer Kürt gruplarla dolaylı ilişkiler geliştirebilmiştir.
İran’ın İsrail üzerinden yürüttüğü dış politika söylemleri bölge açısından çok daha derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Hem İsrail hem de İran bölgedeki faaliyetlerini, bölgeyi terörize eden politikalarını karşıtlık üzerinden sürdürmektedirler. Lübnan’daki Şii’lerle kurulan ilişki bunun örneğidir. Lübnan’daki Şii’lerle irtibatı sürdürmek ve o bölgede siyasi bir güç tesis etmek için Suriye rejimi ile İran’ın sıkı bir ortaklığı vardır. İsrail’e karşı kurulduğu iddia edilen ve İran’ın varlığının teminatı olan Hizbullah örgütü lideri “Merci-i Taklid” makamına sahip bir liderdir. Bu makam doğrudan İran Şii İmamına bağlı ve onun vekili olmayı içeriyor.
İran’ın Hizbullah üzerinden bölgedeki faaliyetleri ve varlığı İsrail tarafından terör tehdidi olarak algılanıyor ve İsrail’in başta Filistin olmak üzere bölgedeki yayılmacı politikalarına bahane teşkil ediyor.
İran’ın nükleer silah çalışmaları ve bölgede yürüttüğü dış politikasındaki Şii stratejisi ABD, İsrail ve Batı ülkeleri nezdinde bölgeye yapılacak operasyonlara sebep olarak gösteriliyor. Aslında İran, Müslüman ülkeleri kendi jeopolitik hedefi için çalışma/faaliyet alanı olarak görmeyi bırakıp, müslümanbölge ülkeleriyle uluslararası perspektifte bir ilişki kursa emperyalist güçlerin bölgedeki varlığının meşruiyeti/bahanesi ortadan kalkacaktır. İran, Müslüman ülkelerdeki vekil milis grupları desteklerken ileri sürdüğü argüman İsrail’e karşı mücadele iddiasıdır. Ancak özellikle İsrail’in Gazze ve Lübnan’a karşı yürüttüğü katliamlara karşı bu grupların neden İsrail topraklarına ve askeri güçlerine karşı aktif olmadığı sorusu İran’ın Şii Jeopolitik anlayışı üzerinde ciddi sorgulamanın yapılması gerektiği sonucunu doğuruyor. Buna karşılık bu paravan gruplar, Müslüman ülkelerde sivil halka karşısilahlı eylemler yapmakta ve siyasi hükümetlere karşı eylemlerde çok aktifler!
Diğer tarafta İsrail ve ABD,İran Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani, ve diğer askeri yetkilileri terör sorumlusu olarak öldürüyor, İran’a siyasi, ekonomik ambargolar uyguluyor.İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan helikopter kazasında hayatını kaybettiği olayın sır perdesi hala çözülememiş bu operasyonu İsrail’in yaptığı hakkında güçlü yorumlar yapılmaktadır. Ayrıca Şam’da İran konsolosluk binasının İsrail tarafından vurulması olayı ile birlikte Hizbullah’ın yoğunluklu olduğu bölgelere saldırılar artarak devam ediyor.Lübnan’da Hizbullah mensuplarının kullandığı çağrı cihazları ve telsizlerde yapılan patlamalarla binlerce kişi yaralanmış ve yüze yakın kişi ölmüştür. Hamas'ın siyasi lideri İsmail Haniye, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan'ın göreve başlama törenine katılmak için gittiği Tahran’da öldürüldü. Bu olayda da İsrail’e çalışan İran ordu mensuplarının Mossad’laiş birliği yaptığı iddia edildi. En son olarak Hizbullah lideri NasrallahLübnan’ın başkenti Beyrut’ta büyük bir saldırı sonrası öldürüldü. Bütün bu olaylarda İran’ın sessizliği ve pasifliği dikkat çekicidir.
Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra İran’nın bu saldıra karşı hamlesi hakkında ABD Başkanı Donald Trump şöyle bir açıklama yapmıştı: "İranlılar aradı. 'Başka çaremiz yok, itibarımızı kurtarmak için sizi vurmamız lazım. Belli bir askeri üsse füze fırlatacağız ama endişelenmeyin üsse ulaşmayacaklar' şeklinde garanti verdiler." Bu itibar zedeleyici açıklamaya karşılık İran’dan kamuoyunu etkileyecek bir açıklama gelmemişti.
Varlık sebebini İsrail’e karşı mücadele olarak ilan eden Hizbullah örgütünün bütün bu saldırılara karşı tutumu ve İran’ın inandırıcılığı olmayan beyanatları dünya kamuoyunda ve dış politika analistleri tarafından dikkatlice takip ediliyor.
İsrail’in bütün bu saldırılarına karşı İran’ın karşılık vermesi durumunda bölgede geniş kapsamlı bir savaşın çıkacağı iddiası ayrıca tahlil edilmeye muhtaçtır. İşin en ilginç noktası ise, bu iddiada bulunan ABD, İran’ın İsrail’e olası bir saldırısına karşılık vereceğini de ayrıca beyan ediyor.
Ülkesine ve askeri yetkililerine bu kadar saldırı yapılan İran ve varlığını İsrail’e karşı mücadele olarak lanse eden, en üst askeri mensuplarından, sokaktaki mensuplarına kadar kayıp veren Hizbullah örgütü bundan sonra ne yapacak?
Müslüman ülkelerde Şii jeopolitiğini hâkim kılmak için vekalet savaşları yürüten, terör örgütlerini sahaya süren İran, kendisine ve himayesi altındaki örgütlere karşı saldırılara karşı nasıl bir hamle yapacak?
Bütün bunlardan sonra İran’ın ABD ve İsrail hakkındaki beyanatları ve Lübnan Hizbullah Örgütünün varlığı uluslararası kamuoyunda ve Müslüman ülke ve toplumlarında nasıl bir yer edinecek?
İran, Hizbullah, Husiler ve Irak’taki HaşdiŞabi gibi vekil güçleri aracılığıyla bölgedeki etkisini sürdürse de ABD asla İran’la savaşmayacaktır. İsrail, büyük İsrail projesini gerçekleştirmek için bölgede uyguladığı işgal politikalarını İran karşıtlığı üzerinden yürütüyor. İran rejiminin varlığı, ABD’nin Ortadoğu’daki emperyalist hegemonik varlığının teminatıdır.
İran’daki mevcut Şii rejiminin sona ermesi ABD ve İsrail’in stratejilerinin çökmesi manasına gelir. Ola ki, ABD ve İsrail, İran’a bir operasyon yaparsa bu operasyon bir gözdağı şiddetinde kalacaktır. Ve bu operasyon sırasında ABD ve Batı askeri güçleri kritik bölgelerde askeri üsler kuracak ve oralarda varlığını sürdürecektir. ABD’nin olası İran’a yapacağı bir operasyon, İran’dan daha çok Türkiye, Rusya, Çin ve Pakistan’a karşı ön alma, kuşatma niteliğinde olacaktır. Özellikle Rusya-Çin askeri-ekonomik iş birliğine ve Türkiye’nin Türki Cumhuriyetlerle kurduğu siyasi-ekonomik-kültürel bağların önünü kesmeye yönelik bir kaos ortamı yaratacaktır.
İran’ın Şii jeopolitik yayılmacı siyaseti bölgede diğer Arap ülkeleri de ciddi tedirgin ediyor, başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkeleri için bu durum tehdit oluşturuyor. Bu tehdit algısı, güvenlik sorunu doğuruyor; ABD ve Batı ülkelerinin İran tehdidine karşı başta Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’ni siyasi himaye altına alma ve onlara güvenli bir ortam hazırlama gibi emperyalist bir davranışı da ortaya çıkarıyor. Siyasi himaye konusu emperyalizmin sessiz işgali niteliğinde olup bölge hegemonyasının meşruiyetini garanti ediyor. Koruyucu bir şemsiye altına giren ülke, karşı ülkeye karşı daha cesur ve daha agresif oluyor. Bu ise mevcut çatışma ortamını daha da şiddetlendiriyor. İşte İran’ın Şii jeopolitiği sıradan bir dış politika anlayışı gibi dururken etkisi ve ortaya çıkardığı tehdit algısıyla bölgeyi içinden çıkılmaz bir politik kaosa sürüklüyor.
Türkiye bütün bu strateji ve politikaları iyi analiz ettiği için Ortadoğu’da önemli bir bölgesel güç/rol sahibidir. Dönemsel olarak bazı sorunlar yaşansa da hem kendi ulusal menfaatleri hem de bölge üzerinde planlanan küresel stratejileri önceden deşifre ederek yeni bir hamle ile müdahil oluyor.
İran, bölgede Şii jeopolitik anlayışıyla ortaya koyduğu politika, tehdit ve terör algısını kuvvetlendiriyor ve emperyalist güçlerin bölgeye dair planları için elverişli bir zemine sebep oluyor.İran, tarihi boyunca bölgede Müslüman ülkelerle ortak bir zeminde hiç buluşmamış, politik hayallerini gerçekleştirmek için ortaya koyduğu dış ilişkileriyle hem bölgenin huzur ve güvenliğini tehdit ediyor hem de emperyalist devletlere bu bölgeye müdahale için sebepler oluşturuyor.
İran, İsrail karşıtlığını hem ideolojik bir argüman olarak hem de bölgedeki nüfuzunu artırmak için bir araç olarak kullanıyor.İran’ın mezhepçi politikaları ve vekalet savaşları, bölgesel istikrarı tehdit ettiği gibi başta ABD ve İsrail’in işgalci politikalarına bahane teşkil etmektedir.
İran’ın nükleer programı nedeniyle uygulanan uluslararası yaptırımlar, İran’ı ekonomik ve diplomatik olarak yalnızlaştırmıştır. Özellikle ABD’nin liderliğinde uygulanan “maksimum baskı” politikası, İran’ın bölgesel ve küresel ticaretini de zorlaştırmıştır. Bu durum İran’ın iç politik ve ekonomik dengelerini de etkilemiş özellikle toplumsal gerilme ciddi anlamda görülmektedir.Çin, Rusya ve Türkiye ile kurduğu ilişkiler, İran’ın uluslararası arenadan tamamen izole olmasını engelleyen kritik faktörlerdir.
İran, Yemen, Suriye, Irak ve Lübnan gibi ülkelerde vekil silahlı grupları destekleyerek nüfuzunu genişletmeye çalışmaktadır. Bu durum, bölgesel çatışmaları derinleştirerek Müslüman ülkeler arasında bir ortak zemin oluşturulmasını zorlaştırmaktadır.
İran’ın desteklediği silahlı milis güçler ve hatta Hizbullah örgütü, Müslüman ülkelerdeki varlığını İsrail’le mücadele iddiasına bağlamalarının inandırıcılığı kalmamıştır. Bu milis güçler ve Hizbullah örgütü bulundukları ülkelerde İran’ın siyasi varlığını temsil eden ve rejim ihracı için aracı/yüklenici örgütlere dönüşmüştür. İran, bu politikalarıyla Şii jeopolitik alan oluşturmak isterken bölgede ve dünya kamuoyu nezdinde paradoksal bir girdabın içinde güç kaybetmektedir.
İran, sahip olduğu geniş enerji kaynakları sayesinde bölgesel ekonomik iş birliğinde önemli bir rol oynayabilir. Mezhep odaklı, yayılmacı ve terörle ilişkili dış politikasında gerçekleştireceği değişim, Müslüman ülkeler arasında daha geniş kapsamlı bir diyalog zemini yaratabilir. Müslüman ülkelerle geliştireceği diyalog ve iş birliği aynı zamanda ABD, İsrail ve Batı ülkelerinin bu bölgedeki emperyalist/işgalci planlarını da engelleyecektir.