1 ‘Işk da‘vîsin kılan kişi hîç anmaya hırs u hevâ
‘Işk evine girenlere ayruk ne meyl ü ne vefâ
(Aşk davâsını kılan /âşık olduğunu iddia eden/ kişi hırstan ve hevesten hiç bahsetmesin. Aşk evine /insan-ı kâmil gönlüne, vahdet makâmına/ girenlerin aşktan başka bir şeye meyletmesi ve vefâ göstermesi /bağlanması/ doğru değildir.)
Ev kapalı ve mahrem bir mekân olduğuna göre nâ-mahremlerin buraya girmesi söz konusu değildir. Aşk evi kâmil insanın gönlüdür. Âşık ve mâşûkun yek-vücûd olduğu hak ve hakîkat makâmıdır. Evin dışı şerîat (zâhir); içi hakîkat (bâtın) âleminin remzidir. Hakîkat gönülde tecellî ettiğine göre aşk evi, kemâle ulaşan gönüldür. Böyle bir gönül de Muhammedî nûrun hâmili kâmil insanda bulunur.
Bir hadîste “Müminin kalbi Allah’ın evidir, Allah’ın arşıdır, Allah’ın aynasıdır, Allah’ın hazîneleridir.” denmiştir. Burada anılan “mümin” gönlü Hakk’ın zâtına ayna olan kâmil insan demektir.
Aşk davâsına düşen kişi, “aşk evi” denilen gönül âlemine girerek hak ve hakîkatin tecellî etmesini istiyorsa hırstan, arzulardan gayrıya meyilden ve dünyevî her türlü bağlılıklardan arınıp Hakk’a yönelmelidir. Zira aşk ile hırs, aşk ile dünyâ meyli, yan yana gelmez. Hazret-i Ömer aşk kaynağı olan Resûl-i Ekrem’in evine hırsla, izzetle gitti, fakat giremedi. Ne zaman ki kılıcını ve itibârını bıraktı, o zaman hane-i saadete; bu kutsal evin temsîl ettiği gönül âlemine girdi. İzzet benlik duvarıdır. Bu duvara çarpanlar Ömer’in yanında Ebu Cehil gibi kalırlar.
Âşık bu duvarı yıkmak zorundadır.
Aşk sevenin sevdiğinde yok olmasıdır. Aşkın doğasında yokluk, hırs ve arzuların doğasında ise varlık vardır. Kimde varlık varsa o, darlıktan kurtulamaz. Hak yolunda davâ yoktur, mânâ vardır. Hem aşk, hem de hırs ve arzularıyla gidenlerin sonu ulûhiyyet davâsına kadar varır. Bu da insanı Firavûnlaştırır. Aşk evine (gönüle, mânâya) girenlerin dosttan başka bir şeye, bir makâma bağlanıp meyletmemesi, dostun varlığında yok olması gerekir. Gönülde zât-ı Hak sırrı ancak o zaman tecellî eder.
Tatmayanlar la’l-i cânândan mey-i aşk-ı bekâ
Âşıkın feryâdını bir kuru davâ sandılar
Rindî
2 Girçek ‘âşık olan kişi anmaya dünyâ âhiret
‘Âşık degüldür ol kişi yüriye ‘izzeti kova
(Gerçek âşık, ne dünyâyı ne de âhireti anar /arzu eder./ İzzet /büyüklük, makâm, mansıp, şan ve şöhret/ peşinde koşturan kişi gerçek âşık değildir.)
İzzet kovmak, izzet (azizlik, büyüklük) gözetmek, itibâr peşinde koşturmak anlamındadır.
Gerçek aşk, yokluğa ulaşıp Hakk’ı idrâk etmek demektir. Âşıklar, Hakk’ı idrâk etmek için terk vurmak zorundadırlar. Terk, maddî varlığı anlama gayretidir. Terk vurmak kolay değildir. İnsanın para, servet, kadın gibi sevdiklerinden bir anda vaz geçmesi ne kadar zordur! Dolayısıyla terk ancak kulağına “kün demi”nden bir söz kaçıp da kalbi uyanan merd-i Hudâlar tarafından gerçekleştirilebilir.
Terkin de kendi içinde yaşanması gereken dört kademesi vardır:
Terk-i dünyâ, dünyâ, makâm, mansıp terki,
Terk-i ukbâ, âhiret, cennet, hûri, gılman arzularının terki,
Terk-i hestî, benlik terki,
Terk-i terk, terk fikrinin bile terk edilmesi demektir.
Âşık varlık peşinde değil yokluk peşinde koşmalıdır. İzzet kovmak yani “en büyük olmak” için makâm ve mansıp peşinde koşturmak doğru değildir. Bunlar mânâ yolcusunu yoldan alıkoyan şeylerdir.
Dünyâda insanın gönlünden en zor çıkardığı düşünce riyâset düşüncesidir. İnsan kendisine ne verilse bir üst makâmdakini ister. İzzet isteyenlerin gözü, bakan ise başbakan olmakta, başbakan ise cumhurbaşkanı olmakta, dervîş ise mürşidliktedir. İzzet kovmanın yani izzet gözetmenin zıddı ise yokluğa tâlip olmaktır. Yokluk tâlipleri ise gerçek erler ve gerçek teslîmiyet sahipleridir. Yûnus’un “Bana seni gerek seni” dediği noktada her türlü yokluğun üzerinde gerçek varlığa olan talep söz konusudur. Nihâyet teslîmiyet-i tâmmenin sonu vücûdun Hakk’a gark olmasıdır.
3 Her kim ‘izzetden geçmedi ‘âşıklık bühtândur ana
Hergiz girdügi yok durur ‘ışkıla ‘izzet bir eve
(Kim ki azîz olmak /büyük ve itibarlı biri olmak isteğinden, duygusundan/ geçemezse âşıklık onun için bir yalandan ibârettir. Çünki aşk ile izzetin aynı eve girmesi /bir arada, bir gönülde bulunması / mümkün değildir.)
İnsan Hak yolunda kemâl tahsîl edemezse nefsindeki çatışmalardan kurtulamaz. Nefs akıldan, rûhtan, kalpten geçip fuâda -bir başka ifadeyle emmâreden, levvâmeden, mülhemeden geçerek mutmainneye- ulaşıncaya kadar bu çatışma devam eder.
Çatışmalardan kurtulup Hak tecellî edince “gönül Çalab’ın tahtı” olur. Kısacası gönül arınınca (tasfiye) Hakk’ın mekânı hâline gelir. Bunun aksine şeytânın, vesvesenin ve hayvânî düşüncelerin istilâsına uğrar, çatışmadan kurtulamaz.
İzzetten vaz geçmeyenler aşka Hakk’a ve hakîkate ulaşamazlar. Bunların “biz âşıkız yahut ârifiz” demesi kendi nefislerine söyledikleri bir yalandan ibârettir.
Yûnus Emre “izzet” kavramını Risâletü’n-Nushiyye’de “terk” konusuyla birlikte ele alır. Terki yaşayamayan izzetten kurtulamaz:
Velîye vü Nebî’ye terk buyurdu
Helâldir terk ana cân terkin urdu
Eğer izzet seve terk muhâldir
N’ola sezmezse bunda anda kâldir
Yüce yerde durur dostu görenler
Ya neye kayıka gönül verenler
Kayıkmaz nesneye hîç gönül eri
Kabûl etmeyeler terksiz buları
Mâlûmdur ki izzet (üstünlük ve itibâr duygusu), varlık ve benlik makâmıdır.
Aşk ise zillet ve yokluk makâmı, belki de zillet ve yokluk duygusuyla elde edilebilecek en yüce mertebe olan Hak ve hakîkat makâmıdır.
Bu iki hâl aynı ev (gönül)de, bir arada bulunmaz. Biri gelince öbürü gider. “İzzeti ko zilleti tut oldur anun mâyesi” (Mısrî) diye mutasavvıf ihlâsa ve aşka ilimle ve amelle değil zilletle ulaşabileceğimizi söyler.
Sözün özü gönül eri olan âşıklar mânâ yolunda hiçbir nesneye meyledip takılmazlar.
4 Diliyile ‘ışk diyenler bilmediler ‘ışk neydügin
Benüm cevâbum sen eyit ‘ışka ‘izzet midür bahâ
(Diliyle ‘ben âşıkım’ diyenler, aşkın tanımını yapanlar, aşkın ne olduğunu bilmediler. Benim cevabımın doğru olup olmadığını sen söyle: Aşkın bahâsı/bedeli, karşılığı/ izzet midir/itibâr mıdır? Azîz olmak için mi âşık olunur!)
Hazret-i Mısrî bir beytinde:
Cândan taleb kıl yârini ver cânı bul dildârını
Yok eyle kendi varını kim var ola cânân sana
der. Hakîkat yolunda esas olan yokluğa tâlip olup insanın nefsini bilmesidir. Bu da hakîkat yolunun sermâyesi olan aşk ile olacaktır. Aşk gönüle geldikçe yokluk bilinci artacak; insan yok oldukça hak ve hakîkat tecellî edecektir. Bütün bu hâller insanın gönül dünyâsında yaşanan, ikinci, üçüncü kişiyle paylaşılmayan hâllerdir. Dolayısıyla aşk, dille anlatılamaz. Aşkın sonunda âşık (âşıkın vehmî benliği) yok olur, mâşûk kalır.
Hallâc’ın kanıyla anlattığını diliyle kim anlatabilir?
5 ‘İzzet ü erkân kamusı bunlardur dünyâ sevgüsi
‘Işkdan haber eyitmesün kim dünyâ ‘izzetin seve
(İtibâr, saygınlık kazanma duyguları ve makâm/mevki ile ilgili uygulamaların, törenlerin -teşrifatın, protokolların- hepsi dünyâ sevgisinden kaynaklanır. Kim dünyevî makâmlara sevgi besliyor, önem veriyorsa, o kişi aşktan hiçbir haber söylemesin. Zira, verdiği bilgiler doğru değildir.)
İzzet, saygınlık, itibâr, büyüklük, üstün olma duygusudur. Erkân ise kurallar, âdetler, töreler demektir. Dünyâya meyledip maddî sevgiler peşinde koşturanlar önem verdikleri bir husus da teşrifattır. Aşk yolu yokluk yolu olduğu için gerçek âşıklar teşrifattan kaçınırlar. Özellikle halvette Hak ile olmayı tercih ederler. Kenz-i mahfî (gizli hazîne) olan ve vîrân gönüllerde tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ı mahviyette ararlar.
Aşkı gerçekten tanımlayanlar nefislerini hor ve zelil görenlerdir. Aşkı âşık olduğu bir Hrıstiyan kız için din değiştirip dört yüz mürîd elli hac terk eden Şeyh San’an; tâcını ve tahtını Hak aşkı için terk eden İbrahim Edhem, kanıyla Enel-Hak yazan Hallâc-ı Mansûr gibi kişiler târif edebilir.
Hülasa dünyâ izzeti peşinde koşturanlar, aşktan haber veremezler. Aşk, nefsi azizlerin değil, gönlü azizlerin makâmıdır.
6 Dünyâ vü ‘izzet ‘ışkıla bunlar sâzkâr olmadı
Vallah nükte benüm degül ‘ışk hâzırdur görmez revâ
(Dünyâ sevgisi ve saygınlık /itibâr/ arzusu aşk ile hiçbir zaman bir arada /aynı yerde, aynı değerde/ olmadı. Vallahi bu nükte /söz, tesbit/ sadece bana ait değildir. Aşk hâzırdır /apaçıktır, huzûrdadır, hazrettedir, Hak’tır. / Dünyâ sevgisiyle ve büyüklük duygusuyla aşkın bir arada düşünülmesi, ikisinin de olmasının istenmesi doğru değildir.)
Sâzkâr olmak: Barışık, hem-ahenk, uygun, uyumlu, muvâfık
Revâ görmek: Lâyık olmak, uygun görmek anlamındadır.X
Hakîkî âşık ve ârifler, dünyâ ve makâm sevgisiyle, Hak sevgisinin bir arada olmayacağını her ikisinin de aynı zamanda bir gönülde bulunamayacağını çeşitli nüktelerle, kıssalarla anlatmışlardır. İnsan hem dünyâyı hem de Allah’ı aynı anda talep edip ikisini birden elde edeceğini sanıyorsa kendisini aldatıyor demektir. Hak ve hakîkat yolunun biricik şartı terktir. Gerçek âşıklar dünyâ ve ukbayı tamir etmekten geçmiş, bütün benlikleriyle Hakk’a yönelmişlerdir.
Bu dünyâda saltanat makâmında velâyete ulaşabilen “Merd-i Hudâ”nın sayısı bir eldeki parmakların sayısı kadar azdır.
7 Her kimde kim ‘ışk varısa ayruk ne sıgar ol yire
Dost döşegine geçemez at u katır yâhûd deve
(Her kimde aşk varsa o gönülde başka bir şey olabilir mi? Dostun döşeğine /makâmına/ at, katır ya da deve /mizâçlı kişiler/ geçemez.)
Dost döşeği dost makâmıdır. Evin, odanın baş köşesidir. En azîz misâfirin oturacağı yerdir. Bu makâmda ya bir seccâde ya da post bulunur. Orada nefsi azîzler değil, gönlü azîzler oturabilir. Oraya, dosta kurbân olanlar, dosta yaklaştıkça yok olanlar, cân fedâ edenler çıkıp oturabilir. Dost makâmına ancak postunu sırtlarından çıkarıp altlarına alanlar oturabilir. Hayvânlar oturamazlar,
At, katır ve deve yük hayvanlarıdır.
Yük sahipleri, dünyâ sevgisiyle para, pul, şan-şöhret peşinde koşturanlarla, kitabî bilgilerle donanıp benliğe bürünen bilginlerdir.
Âşıklar yüklerini (kötü huylarını) atmışlar her türlü aklî ve naklî bilgilerin getirdiği benlikten kurtulup aşk ile gönül yolundan Hakk’a yönelmişlerdir.
Bu kişiler hakîkatinden haberdâr olmadıkları bilginin “güyâ” sahibi olduklarını sanırlar. Bu zan ile de yükten kurtulamaz kendi kendilerini perdelerler.
Bir de Hazret-i Peygamber, “Nefisleriniz bineklerinizdir.” diyerek nefsi binek hayvânına benzetmiştir. Nefislerini terbiye edemeyenler, mahşer günü burada kazandıkları hayvânî vücûdlarıyla haşrolacaklardır. Erenler hayvânî nefsten kurtulup “rûh” makâmına ulaşmışlardır. Bunun içindir ki ehlullahın nefisleri mirâc-ı manevîde ilâhî huzûra bir vâsıta olan Burâk mesabesindedir.
Kur’ân’da, hadîslerde ve tasavvufî kaynaklarda nakledildiğine göre insanın bu dünyâda hangi sıfatı galipse kıyâmette de o sıfatla dirilecektir. Ba‘s günü iyilikler ve kötülükler elbiseye bürünecek, insan ayân-ı sâbitesinde görünen kendi çiftiyle haşrolacaktır. Bu konuda Feridüddîn Attâr
“Esrârnâme”sinde şöyle bir kıssa nakleder:
“Bir zaman kendini beğenen bir kişi yaşamıştı. Bu kişinin ömrü pazarlarda merkep dellâllığıyla geçmişti. Birgün ecel erişti. Hakk’ın Celâl sıfatı olan Azrâil kapısına dayandı. Merkep dellâli Azrâil’in heybetinden korkup bağırmaya başladı:
“Ey insanlar! Çuval yüklü kara bir merkep göreniniz var mı? Sâhibi geldi, cânımı almak ister!”
Attâr burada bize işin hakîkatini şöyle bildirir:
“Haberi yok, o kara merkep kendi idi!”
İşte böyle hayâtını merkep dellâlliğiyle yani benlik satarak geçirenlerin vahdetten nasiplenmesi mümkün değildir!
Yûnus’un “dost döşeği” dediği makâm Resûl-i Ekrem’in ve onun vârisi olan mürşid-i hakîkînin bulunduğu “vahdet makâmı”dır. Bu makâma Hicret günü ölüm pahasına Hazret-i Peygamber’in döşeğine yatan merd-i Hudâ Hazret-i Alî ulaşabilir. Bu makâma nefs merkebinden inip aşk Burâk’ına binenler ulaşabilir. Yûnus bu sırdan kinâye bir yerde şöyle seslenir:
Yârimden elçi gelir cânımdan ulak diler
Merkebden inübeni yayan varasım gelir
Dostun makâmında oturan kişinin gönlünde Hak vardır, halk yoktur. Orası birlik makâmıdır. Erenler aşk ile Hakk’a ulaşmışlar, dost döşeğine oturmuşlar, birlik makâmına ulaşmışlardır.
8 Bu cümle ‘âşık olanlar ‘ışkıla geldiler bile
Müşâhedeye gark olan düşmeyiserdür ol ava
(Bütün Allah âşıkları /aşk döşeğine/vahdet makâmına/ aşk ile geldiler; müşâhedeye gark olanlar/ ilâhî cemâlî görüp birliği anlayanlar/, dünyâ sevgisi ve izzetle gelen ağlara /tuzaklara düşmezler.)
İkinci mısrada geçen “ava” kelimesi bazı yazmalarda “ağa” şeklinde geçmektedir. Kelimenin bu şekli daha yakın dönemlere aittir.
Av/ağ, tuzak anlamındadır.
Müşâhede gözle görmek ve seyretmek anlamındadır. Kavram olarak, Allah’ın cemâlinin kalb gözüyle temaşasıdır. Rüyetullah tâbiriyle de ifade edilir.
Müşâhedeye gark olmak ise sâlikin Allah’ın cemâlinde kendini yitirmesi, yok etmesidir.
Müşâhede konusu bilginler tarafından uzun uzun tartışılmıştır. Müfessirlerden bazıları Allah’ın âhirette görüleceği kanaatindedirler. Fakat başta Mutezile ve Hâricî diğer mezheplere bağlı kişiler Cenâb-ı Hakk’ın asla görülemeyeceğine inanırlar. Mutasavvıflar ise Allah’ın dünyâda -hayâtta iken-, cân gözüyle görülebileceğini söylerler. Yûnus Emre de bu görüştedir. Nitekim doğru olan da budur!
Hak’tan başka bir şey mi vardır ki O’nun görülüp görülmeyeceği tartışılsın! Erenler bu konuda “görene; köre ne?” demişlerdir.
Ancak dostun yüzünü görmek dost ile tanışıp bilişmek için temiz bir nazar, cân gözü de uyanık olmak gerektir:
Dost yüzüne bakmağa key safa nazar gerek
Dost ile bilişmeğe cân gözü bîdâr gerek
İlâhî mutluluk ancak müşâhede ile mümkündür. Bir kişi sırrında (nefsi sırra ulaştığında) Hakk’ı müşâhede etse dünyevî hâller onun gönlünden düşer gider. Gönülden dünyâ sevgisinin çıkması ise zâtın tahakkuku demektir. Hoca Ubeydullâh-ı Ahrâr:
“Kişinin saâdeti Hakk’ı müşâhede edip kendi benliğinden kurtulmasındadır.” demiştir. Yûnus Emre de ilâhî şuhûda erenlerden, bu dünyâda dîdâr görenlerdendir.
O, şu beyitlerinde Hakk’ı cân gözüyle müşâhede ettiğini; hakîkî dervîşlerin de Hakk’ı burada bilip göreceğini açık seçik söyler:
Ben bende buldum çün Hakk’ı şekk ü gümân nemdir benim
Ol dost yüzin görmez isem bu gözlerim nemdir benim
*
Kamu âlem ümîd tutar âhiretde görem diye
Yûnus eydür dervîş olan bunda Hakk’ı buldu gider
Sâlikte müşâhede, Allah’ın hayât, ilim, irâde, kudret, semi‘, basar, kelâm gibi sıfatlarının tecellîsiyle başlar, tevhîdin idrâkiyle neticelenir. Görenin görünende fânî olması münâsebetiyle müşâhede, tevhîd makâmıdır. Bu makâma ulaşan dervîş şirkten kurtulmuş, vücûdun Hakk’a ait olduğunu anlamıştır.
Yeri gelmişken belirtelim:
Yûnus bu dünyâda âsilerin (dinici), dedikodu (kovuculuk) yapanların ve arkadan çekiştirenlerin (gammâz) “Hak dîdârını” göremeyeceğini söyler:
Bu dünyede üç kişi Hak dîdârın görmeye
Bir diñici bir kovıcı biri gammâzdur paşa
Yûnus Emre beytin ikinci mısraında “Müşâhedeye gark olan düşmeyiserdir ol ava” demişti. Burada “av” kelimesi “tuzak” anlamındadır.
Yine beyitteki mânâ yukarıdaki beyitlerle bağlantılıdır. Şöyle ki önceki beyitlerde gönüldeki hakîkî aşk ile hırs ve hevâ, dünyâ ve âhiret sevgisi, izzet ve erkân yani itibâr ve gösteriş duygusu karşılaştırılmış, âşıkın gönlünde bunların bir arada bulunamayacağı eğer bir gönülde dünyâ sevgileri varsa bu yükleri yüklenen o kişinin at, katır yahut deve gibi ancak nefsinin hamallığını yapacağı söylenmişti.
Yûnus’un burada kasdettiği müşâhedeye ulaşan âşıkın düşmemesi gereken “av”, işte bu dünyevî ve nefsânî tuzaklardır.
Sözün özü bir gönülde iki sevgi olmaz. Zira Cenâb-ı Hak kıskançtır. Hem dünyâ hem de Hak aynı anda sevilemez. Gönülde hangisi tecellî ederse diğeri yok olur. Müşâhedeye eren, Cenâb-ı Hakk’ın zâtına ulaşan âşıklar, izzete ve dünyâ sevgisi gibi tuzaklara düşmezler.
Yûnus’un müşâhede-i cemâl ile ilgili tecrübe ve tavsiyelerinden bazıları şöyledir:
Cenâb-ı Hak ten gözüyle değil “cân gözü”yle müşâhede edilir (209/8):
Dost yüzüne bakmağa key safâ nazar gerek
Dost ile bilişmeğe cân gözü bîdâr gerek
Müşâhede nefis terki ile mümkündür:
“Sen seni elden bırak dost yüzüne sensiz bak”
Hulku Muhammedî olmayan kişi Hak dîdârını göremez (326/7). Müşâhede için mücâhede (nefisle savaş) gerekir:
Aşk kuşağın kuşangıl dostun yolunu vargıl
Mücâhede çekersen müşâhede edesin
Müşâhede tevhîd makâmıdır. Bu makâmda şirk yağmalanmış vücûdun Hakk’a ait olduğu anlaşılmıştır:
Dost yüzin göricek şirk yağmalandı
Anun içün kapuda kaldı Şerîat
Dost yüzin ıyân gördüm sır haberlerin sordum
Dedi gizli bilmezsin uş söyledim fâş oldu
Sâlikte müşâhede Allah’ın hayât, ilim, irâde, kudret, semi’, basar, kelâm gibi sıfatlarının tecellîsiyle başlar. Bu makâmlardan geçen kişi “içeri girip dost yüzünü” görecektir:
Çün içeri giresin dost yüzini göresin
Ene’l-Hak şerbetini dost elinden içesin
Müşâhede dil ile tarif edilemez (359/1). Cemâlullah’ı gördüm diyen kişiyi -Mansûr gibi- dâra çekip, oda yakalar (328/3). Cenâb-ı Hakk’ı ayne’l-yakîn gören kişi başka bir şeye bakmaz (259/7). Müşâhede ehlinin “cânı karar kılmaz, râhatı olmaz” (59/1) fakat o dert ve tasadan kurtulmuştur (7/7). Allah’ın dîdârını görenler, vaktin sultânı olmuşlardır (73/6). Müşâhede makâmı bir tevhîd deryâsıdır, bu makâma gark olanlar bir daha çıkamazlar (206/1).
Allah’ın vechini gördüm diyen görmemiş, bildim diyen bilmemiştir (177/6). Hakk’ı gören kişinin cânı tende değildir. Dostunu gören kişi cümle varlıktan mat (ölü) olur. Hz. Peygamber’in Ebû Bekir Sıddîk için kullandığı “gezer ölü” tanımlaması müşâhedede gark olanları anlatan en güzel ifadelerden birisidir:
Ol işlere eli eren Hak aşkına gönül veren
Dostunu yüze yüz gören cümle varlıktan mat olur
9 Yûnus’ı ‘âşık diyüben zinhâr özenüp gelmenüz
Çok bezirgân ziyân ider varıcagız ırak çava
(Yûnus’un âşıklığına bakarak ona özenerek sakın ola ki yanına /aşk makâmına/ gelmeyiniz. /Bilindiği üzere/ ticaret için uzak ülkelere giden pek çok tüccâr, zarar ederek dönmüştür.)
Bezirgân Farsça “bâzârgân” kelimesinin dönemin Türkçesiyle söylenmiş biçimi olup -alışverişle uğraşan- tüccâr demektir.
Çav tanınmış bir il, memleket anlamındadır.
Beyitte, “ırak çava” ibaresi yerine bazı nüshalarda “uzun yola” yazılmıştır. Bu ibare de doğru olmakla birlikte metinde kafiye gereği aynı mânâya gelen “ırak çava” şekli esas alınmıştır.
Beyti çözümlerken tâlibinin matlûbuyla münâsebetinin “bey‘at”la yani alışveriş ile ilgili olduğunu ıskalamamak gerekir.
Her türlü ikili ilişkilerde bey‘at yani vermek ve almak eylemi iç içedir. Sözü bu beytin mânâsına bağlarsak tüccâr mala karşılık para, âşık sırra karşılık cân verir.
Yûnus’un burada kendi hâlinden hareketle aşkın özenilecek bir makâm olmadığını belirtmesi kinâye yoluyladır.Yoksa aşk -ona göre- “makâm-ı âlî”dir. Değme kişi bu yüce makâma gelemez; yollarda hebâ olup gider: Tıpkı ticaret yaparak çok para kazanmak hırsıyla İran’a, Turan’a giden bâzârgânlar gibi!
Nitekim bu İpek yolu tüccarları -bugünkü ifadeyle söylersek ihrâcât ve ithâlât ile uğraşan, büyük oynayan esnâf- mutlaka başarılı olacak, zengin olacak diye bir şey yoktur. Büyük oynayanlar riski göze almak durumundadırlar.
Durum mânâ yolunda da aynıdır!
Hem aşk talep edilip hem de cân (=sermâye) gözetmek basit insanların işidir. Âşıklar sermâye olarak cânlarını ortaya koymuşlardır. Onun ötesinde kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Sonuçta cân da Hakk’a aittir. Sermâyesi aşk olanlar vardıkları ilde yani vuslat makâmında cân verip cânân satın alacaklardır. Bu durumda geride âşıka kuru bir addan başka ne kalabilir ki?
Sözün özü âşıklara özenip aşk makâmına çıkmak yoklukla mümkündür. Orası yokluk makâmıdır. Elmalılı Ümmî Sinan Hazretleri (ö. 1657) bu makâmı ne güzel anlatır:
Sinân Ümmî bu aşka yâr olaldan
Yok oldu varlığı bir kuru nâmdır
Yorumlar (0)