Atakan Yavuz Yazdı: Akışta Konuşmak

A+
A-

Atakan Yavuz / Yazar 

“İki Bulgaristan vardı ve her ikisi de bana ait değildi.”

Bir süredir akışta konuşma ve yazma konusunda duyduğum beyhudelik duygusunda yalnız olmadığımı biliyorum. Artık orijinal bir şeye işaret etmeyen kelimeleri bir yerden diğerine taşımanın anlamsızlığını, akışta konuşmanın “zor zamanda konuşmak” olduğunu benim gibi çoğu insan duyuyor olmalı. Hayır, Batılıların writer’s block dedikleri tıkanıklıktan bahsetmiyorum. Böyle olsa küçük birkaç hile ile aşılırdı bu duygu. Mesela bir şey üzerine yazmak. Diyelim ki beyhudelik duygusu. Bilinç çünkü kendi üzerine katlanan bir cevherdir ve içine bir darı atarsanız size onun öğütülmüş halini iade eder. Bilinç bir değirmendir ve onu kendi haline bırakmamak, sürekli yormak ve bir şeye yönlendirmek gerekir. Kendi haline bırakılırsa bizi öğütür, bir nesneye yönlendirildiğinde ise kendisini.

İlk gençlik yıllarımda zorlandığımda kökenlere ine ine, bir madenci gibi deşe deşe bulduğum fikirleri bilincin sessiz değirmenine taşıyarak yazma işini bugüne kadar getirdim. Bilincim şu ana kadar beni öğütemedi ama ben de onu yeterince yormuş sayılmam. Bu bilek güreşinin nereye varacağını henüz bilmiyorum. Ama ben şairliğin getirdiği küçük çalım teknikleriyle yenilgiyi de kazanç haneme yazacak duruma geldim. Yani sonucu o düşünsün.

Yine de beni ele geçiren bu beyhudelik duygusunu bazı roman kahramanlarının da duyması üstümdeki yükü birazcık da olsun hafifletiyor. Geçenlerde Zaman Sığınağı romanının Bulgar kahramanı üzerine doğru, onu teslim almak için gelen iki Bulgaristan olduğunu ve her ikisine de ait olmadığını söylediğinde tamam, dedim. Burada biraz durayım, benim gibi şaşkınlığını, beyhudelik duygusunu bir kalıba dökerek çıkış arayan birileri daha var, durayım ve onunla biraz yarenlik edeyim. Onunla çünkü aynı dertten bîzarız. Bizde de geçmişte inşa ettikleri muhayyel ülkeye doğru hepimizi çekmeye çalışan, sayıları ve güçleri de ürkütücü düzeyde olan fanatik kalabalıklar var. Geleceğin sorumluluğunu almak istemedikleri için başka her türlü görüşü değersiz kılarak hepimizi ite kaka belli kamplara, zaman sığınaklarına sürüklüyorlar.

Bu kişisel duygu yalnızca bana özgü değil; toplumsal bir kırılmanın da belirtisi. Bunu en açık şekilde “kesin inançlılar” olgusuyla açıklayabilirim. İkiye bölünmüş bu kalabalıklar aynı zamanda kesin inançlılar çünkü. Yani kendi inandıkları dünyanın yegâne hakikati barındırdığını, bunu tartışmanın bile abes olduğunu düşünen gruplar. Eric Hoffer bu grupların analizini berrak bir şekilde yapmıştı bize: Kesin inançlılar genelde kişisel hayatlarında tatmin elde edememiş, hayal kırıklığına uğramış, aidiyet ve kimlik bunalımını bir türlü aşamamış kitle insanlarından oluşuyor. Her iki grup da ideolojik yönelimlerinden bağımsız olarak aynı ahlak ve bilinç düzeyinden konuşan, bilgilerini zaten kulaktan dolma vaazlarla edinmiş birbirine benzer kişiler. İçlerindeki boşluğu ancak bir kitleye dahil olarak aşabileceklerini düşünüyorlar. Ancak bunun mümkün olmadığını gördükçe sorunun kendi sorgulanmamış fikirlerinde değil de karşı tarafın ihanetinde ya da cehaletinde olduğunu düşünerek daha da saldırganlaşıyorlar.

Zaman Sığınağı’nın kahramanının ülkesinde olduğu gibi her yerde insanlar birbirleriyle konuşmayı kestiler. Doktorlar hastalarla, satıcılar müşterilerle, yazarlar diğer yazarlarla, taksiciler müşterileriyle konuşmuyorlar… Yani konuşuyorlar ama dilin en teknik anlamıyla duygu ve kültürel hafızadan arındırılmış biçiminde veri alışverişinde bulunuyor, adeta konuşarak susuyorlar. İletişimin sıfır noktası sessizlik değil aynı dili konuşan insanların birbirlerini anlamaya çalışmadan konuşmasıdır. Bu da sosyal medya mecralarında kusursuz bir teknolojiyle akışkan hale getirilerek iletişimin sıfır noktasına indirilmesiyle mümkün olmuştur.

Oysa şiirden (mesela Verlaine) ve eski bilgelerden (mesela Şebüsteri) öğrendiğimiz hakikatin rengin değil ara rengin bölgesinde daha çok ikamet ettiğidir. Karşısındakine kendi yarım yamalak dünya görüşünü dayatan, sosyal medyada kimliklerini bağırarak kuran ve sürekli teyit arayan sanal kitleler hakikat arayışı içinde olduklarından değil gelecekten ve hakikatten kaçtıkları için bu kadar bağırmaktadırlar. Onun yükünü, sorumluluğunu taşımak istemedikleri için…

Ama ben bu beyhudelik konusunu bir yazıyı bahane ederek tüketmek için açmadım. Bu duygunun artık zihne “tüm ekranları aynı anda görmek” gibi imkânsız bir misyon yükleyen teknolojik kapitalizmin ürettiği yenilgi hissi kılığında yeniden aramızda dolaşmaya başladığını biliyorum. Ya da bilincimi yoracak bir darı tanesi bulmak da değildi amacım. İletişimin sıfır noktasından konuşan, duygusal ve basit sosyal medya içerikleriyle ahmaklaştırıldıkça özgüveni yükselen kesin inançlı sanal-kalabalıklara karşı direnmenin bir giriş kapısı olsun diye, konuyu şuraya bağlamak için getirdim buraya:

“Beyhudelik duygusu belki de kendi faillik gücümüzü unuttuğumuz bir anın yansımasıdır.”

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

POPÜLER HABERLER