*Av. Metin Öztosun
"Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim"
Nazım Hikmet “ davet “ şiirinde “ yok edin insanın insana kulluğunu “ diyor ya, işte insan, insana kulluk etmemek için hukuku icat etti. Ancak hukukun yasalar aracılığıyla uygulanması ile de kulla kulluk son bulmadı.
İnsanoğlu sorunun güç olduğunu ve mutlak gücü elinde bulunduranların hukuku araçsallaştırdığını ve köleliklerinin son bulmadığını gördü ve hukukun gerçekleşebilmesi özgür olabilmek içinde demokrasiyi icat etti. Devletteki mutlak kuvvetleri yasama, yürütme ve yargı diye bölerek özgürlüğüne kavuşmaya çalıştı.
Ancak bir süre sonra onun da yetmediğini dinsel kavramların güç için kullanılmasıyla gücün başka şekilde mutlak hale getirildiği ve yine özgürlüklerin yok edildiğini görünce demokrasi ve hukuku bir arada tutan onun olmazsa olmazı kavramı olarak laikliği icat etti.
Tabi bu yolculuk da kolay olmadı kan ve gözyaşı dolu bir yolculuktu bu insanlık için.
Ve bu üçlü kavramın uygulanmasını ilk sağlayan toplumlarda özgürlüklerin çoğalması ile sanat ve bilim ve bunun üzerine de modern çağ medeniyeti yükseldi. Biz de o medeniyete ulaşmak için çabalıyoruz ancak iki ileri bir geri.
Demokrasinin de türlü zaafları ve hataları var. En önemli zaafı da düşmanlarına bile fırsat tanıması. Ancak bu bile demokrasiyi kötülemeye yetmiyor. Biz biliyoruz ki demokrasinin bütün hastalıkları da daha fazla demokrasi ile tedavi edilir. O yüzden biz avukatlar HUKUKUN üstün olması için DEMOKRASİ olmadan olmaz diyoruz. Bunlar içinde LAİKLİK olmadan olmaz diyoruz. Çünkü demokrasi yoksa laiklik yolsa hukuk gücün elinde araçsallaşıyor. Tıpkı bugün olduğu gibi.
Ülkemizde maalesef ki 12 Mart /12 Eylül süreçleri ve 2017 referandumu sonrasında iyidiş edilmiş ve sadece sandığa hapsedilmiş sözde bir sandık demokrasisi var. Hatta döneme yeni bir ad koymak gerekirse "bizler" "onlar" kavramı içine hapsedilmiş ve sistem erkinin tüm imkan ve olanakları donatılmış bir adamla onun karşısına konulmuş bir adamın oylandığı , hatta bu hususun yerel ve genel tüm seçimlere sirayet ettirildiği ve benzetmek gerekirse bir "plebisit demokrasisi ".
Benzetme olarak kullandığım " plebisit demokrasisi " kavramı ile ne anlatmak istediğimi açıklamak için Kemal Gözler hocanın 2017 anaysa referandumu öncesi yazdığı ve plebisitin ne olduğundan bahsettiği makalesinin bazı bölümlerine bir bakalım:
“Plebisit, belli bir dönemde iktidarı fiilen ellerinde bulunduranların, hazırladıkları anayasa taslağını, bir tartışma ortamı yaratmaksızın, blok halinde ‘evet’ ya da ‘hayır’ ile sonuçlanabilecek bir halkoylamasına sunmalarıdır.
Görüldüğü gibi plebisit, temelinde bir halkoylamasıdır. Bu nedenle, plebisit ile referandumun birbirinden özenle ayrılması gerekir. Referandum ile plebisit arasında, genellikle kabul edildiği üzere şu farklar vardır:
Referandumda bir ‘sorun’, plebisitte ise bir ‘adam’ söz konusudur. Birincisinde bir metin oylanır; ikincisinde ise bir isim. "
Referandum ile plebisit arasında bir diğer fark ise, demokratiklik bakımından ortaya çıkmaktadır. Referandum, demokratik bir usuldür: Halk etkendir, öznedir; karar alma sürecinin başına, ortasına ve sonuna katılır. Plebisit ise, anti-demokratik bir usuldür: Halk edilgendir, nesnedir; karar alma sürecinin sadece sonuna katılır. Referandumun yapılmasını isteyen, halkın seçtiği temsilcilerdir. Oylanan şey ise, halkın temsilcilerinin hazırladığı metindir. Oysa plebisite başvuranlar, fiilî iktidar sahipleridir. Oylanan şey ise, halkın katılımı olmadan hazırlanan metinler, fiilî yönetimlerin oldu bittileri, karar ve eylemleridir. Kısaca plebisit, diktatörlerin, anti-demokratik yöneticilerin kendilerine meşruluk kazandırmak için başvurdukları bir halkoylamasıdır.
Görüldüğü gibi plebisit, referandumdan bir sapma; onun sezarizm anlamında, bozulması, kötüye kullanılmasıdır. Plebisit, referandumun ‘ikiyüzlü’ bir biçimi; demokrasi alanında sezarizmin bir ustalığı, bir oyunudur. Özetle, temelinde demokratik bir usûl olan referandumun anti-demokratik hale getirilmesidir. Plebisit, Prélot’nun deyimiyle ‘mono-demokratik bir kombinezon’,Burdeau’nun deyimiyle ‘demokrasinin baştan çıkarılması’dır.
Ayrıca belirtilmeli ki, referandum, kolayca plebisite dönüştürülmeye elverişli bir usûldür. Referandum, bir ‘kuvvetli adam’ heveslisinin elinde kolayca amacından saptırılabilir[13]. Bu durumda halk, bir metni onayladığını sanırken, gerçekte bir adama sınırsız bir iktidar verir. Plebisit, bir kuvvetli adam heveslisinin kendisine karşı çıkabilecek hiçbir muhalifi olmadan, rakiplerine propaganda özgürlüğü tanımadan, kendi iktidarını halka onaylatmasıdır. Plebisit, muhalefetsiz seçim; rakipsiz yarıştır.
Plebisit usûlünde anayasa tasarısı, halkın dışında ve onun hiçbir katılımı olmaksızın hazırlanır. Bu hazırlama görevi genellikle, fiilî iktidarı elinde bulunduranlar tarafından atanan bir komisyona verilir.
Hazırlanan anayasa tasarısı dar bir özgürlük ortamında halkoyuna sunulur. Tasarı üzerinde herhangi bir tartışmaya, özellikle aleyhte eleştiriye izin verilmez. Halk baskı altında tutulur; şiddet uzaktan ya da gerektiğinde yakından hissettirilir; özetle, oylama esnasında bir ‘korku atmosferi ‘ hâkimdir.
Ancak, plebisitin salt korkuya dayandığını söylemek, her zaman gerçeklerle bağdaşmaz. Şüphesiz, plebisitin birinci tekniği şiddettir; ama XX’nci yüzyılın totaliter rejimlerinde uygulanan mobilizasyon teknikleri, bize şiddetin, plebisitin tek tekniği olmadığını göstermiştir. Plebisit, şiddetin yanında halkın duyarlılığının sömürüsü üzerine kuruludur: Önce halkın duyarlılığı, kendisinden geçinceye dek yükseltilir; neticede halk, kendisine sunulan metni, sadece korkuyla değil, coşkuyla, hayranlıkla, vecdle, kendisinden geçercesine kabul eder. Özetle plebisit, gerek korkuyla, gerek coşkuyla halkın egemenliğinden vazgeçirtilmesidir. Burdeau’nun deyimiyle plebisit, ‘ele geçirilmiş egemenlik‘tir. (…)
Plebisitlerden her zaman ‘evet’ sonucunun çıktığı görülmüştür. (…) Aslında, yukarıda açıklamaya çalıştığımız, plebisitin hazırlanma yöntemi, halka sunulurken yaratılan psikolojik ortam ve blok halinde oylama zorunluluğu göz önüne alınırsa, bu sonuç bir sürpriz değildir. Ne var ki, oylamada ezici bir çoğunlukla evet oyu çıkması, halkın o anayasayı benimsediği anlamına gelmez. Tam tersine, yurttaşların, siyasal düzensizliğin artması ve belirsizliğin sürmesi ile sunulan metnin onaylanması arasında bir tercih yapmaya zorlandığını ve ikincisine halkın boyun eğdiğini gösterir.
Tüm bu nedenlerden dolayı plebisit, halk egemenliğinin kullanılmasının bir ‘parodi’si, bir adamın halktan meşruluğu ‘müsadere etmesi’ ya da en azından halkın ‘iradesinin fesada uğratılması’ olarak görülebilir. Özetle plebisit, çok ağır kusurlarla lekelidir.
Plebisitin en güzel örneği olarak, Fransa’da VIII’nci yılda (1799) Napoléon Bonaparte’ın halka kabul ettirdiği Anayasa gösterilebilir. Napoléon, kendisine karşı oldukça saygılı davranan bir komisyon tarafından hazırlanan anayasayı, üzerinde hiçbir tartışma yapılmasına müsaade etmeksizin halkoyuna sunmuştur. Bu nedenle, bu tür anayasa yapıcılığına ‘Bonapartist Anayasacılık‘ denmektedir.
Daha sonraları, otoriter rejimlerin hemen hemen hepsi, kendilerini demokratik bir kılıf altında gizleyebilmek için bu yola başvurmuşlardır. Genelleştirilerek denebilir ki, plebisit otoriter anayasa yapmanın normal tarzıdır. Otoriterler, plebisite demokratik bir anlam atfederler. Böylece kendilerini meşrulaştırdıklarına inanırlar. XX’nci yüzyılın Faşist rejimleri, daha da ağırlaştırılmış koşullarda bu usûlü sıkça kullanmışlardır.”
Plebisit de aslında bir referandumdur; ama özünden saptırılmış, amacından çıkarılmış, kötüye kullanılmış bir referandum"
Yukarıda bahsettiğim "plebisit demokrasisi “ kavramını 2016 darbe teşebbüsünün yaratığı iklim sonrası ve 2017 yılında olağanüstü hal altında yapılan referandum görünümlü plebisit halk oylaması ile tüm seçimlerin artık bir nevi plebisite döndürüldüğü yukarıda da bahsettiğim "bizler" "onlar" kavramı içine hapsedilmiş ve sistem erkinin tüm imkan ve olanakları donatılmış bir adamla onun karşısına konulmuş bir adamın oylandığı antidemokratik sarmal bir sistem.
Bu sarmal sistem içe doğru katlanmakta; söz söyleyen itiraz eden hak arayan sivil toplum, etkin sendikalar , çekinmeden yazan denetleyen nalına mıhına vuran basın olmadan veya bunların etkinliği olmadan her yapının sözde kaldığı bu sistemde gerçek demokrasiden söz etmek mümkün değil. O olmayınca da gerçek bir hukuk düzeninden ve hukukun üstünlüğünden de söz edemiyoruz.
Bunlar gerçekleşmeyince de ne toplumsal barış, ne toplumsal refah ne toplumsal bir ilerleme kaydedebiliyoruz. Aksine dibe doğru içine sarmal bir şekilde çöken bir sistemin içindeyiz. Bunun yansımaları açıkca her yerde görülüyor. Herkesin ne kadar fakirlediğine herkesin gelecek umudunun nerelerde olduğuna bir bakın.
İşte bunun farkında olduğumuz için, içleri boşaltılmış demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik kavramlarına işlerlik kazandırmak umudumuzu ayağa kaldırmak için mücadele ediyoruz.
Bu hukuk ve demokrasi mücadelesini verirken haksız ve hukuksuz bir şekilde özgürlüğü elinden alınan Can Atalay için aylardır protesto yaptık. Can Atalay ın özelinde ancak genel hukuk güvenliğinin kalmadığı üstünlerin hukukunun tam manasıyla gerçekleştirilmesini isteyen bir anlayışa karşı mücadele ettik, itiraz ettik. Hepimiz için.
Çünkü bizler avukatız. Bizler itiraz eder, itirazı severiz. Bizler mahcup ve onurlu çocuklarız. Bizler belki yangında koşuyu kaybeden atlarız Bizler belki koşu bittikten sonra da koşan atlarız . Ama ettiğimiz yemin üzere, vicdanlarınızın içinde sapasağlam ve mücadele kararlığıyla dimdik duruyoruz.
Bugün yarın ve daima
*Bursa Barosu Başkanı