Dervîşin Mürşidine Hizmeti Şâhâne Gerek-1

Şeriat hakikatin elbisesidir. İnsan, şeriattaki remzî uygulamaları çözüp onun hakikatini anladığı zaman…

A+
A-

Şeriat hakikatin elbisesidir. İnsan, şeriattaki remzî uygulamaları çözüp onun hakikatini anladığı zaman taklidî imândan kurtulup tahkike geçer. Ancak, burada ibadet ve taatleri taklid diyerek tahkikin onun içinde gizli olduğunu anlamamak ve şer’i uygulamaları reddetmek sünneti çiğnemektir ve doğru değildir. Her şey taklitle başlar. Taklitle başlayanlar gönülden isterlerse Allah da yardım eder mecazdan hakikate geçerler. Yunus Emremiz: “Şeriat tarikat yoldur arana/Marifet hakikat andan içeri” der. Yine Niyazî-i Mısri Hazretleri Şeriat ve hakikati ne güzel izah eder:

Sarây-ı dîn esâsıdır şerîat

Tarîk-ı Hak hüdâsıdır şerîat

 

Budur evvel kapı dergâh-ı Hakk’a

Ki yolun ibtidâsıdır şerîat

 

Dahi bununla hatm olur bu yollar

Bu râhın intihâsıdır şerîat

……………………………..

Hakîkat cânıdır ancak velînin

Cânından mâ‘adâsıdır şerîat

 

Çıkıcak cân beden öldüğü gibi

Çıkıcak sır kalasıdır şerîat

 

Karâr etmez beden olmayıcak cân

Hakîkatın bekâsıdır şerîat

 

Hakîkat dilber-i ra‘nâ gibidir

Anın zerrîn libâsıdır şerîat

 

Sakın soyma anı nâ-mahrem içre

Yüzün suyu hayâsıdır şerîat

 

Hakîkat arş-ı a‘lâdır muhakkak

O arşın istivâsıdır şerîat

 

Cemî’-i enbiyâ vü evliyânın

Niyâzî reh-nümâsıdır şerîat

Hz. Mısri, hakikat bir dilber gibidir, onu na-mahrem içre soyma, zira insanın yüzünün suyunun hayası, yani edebi olan şeriat sırrı gereği, hakikat ehline verilir. Ne diyordu ilahî kaide, emaneti ehline veriniz…

İmdi şeriatin ört, hakikatin aç emri gereği, örtüleni açmaya, açılanı örmeğe çalışmak da marifet ister. Biz destur deyip nefsimizi sahibine teslim ederek Hz. Mısri’nin bir nutkundan hareketle bey’atı anlatmaya ve açmaya, sırrını da örtmeye çalışalım. 

Tek cümle ile söylersek: Bey’at vardır ve haktır. 

Talibin insan-ı kamilin şahsında, ashabın Resulullah’ın şahsında bey’atı Hakka’dır. Medinelilerin Akabe’de Rıdvan ağacının altında ilahi davete icabet etmeleri hakikat yoluna bey’attır ve Cenâb-ı Hakk’ın Fetih suresinin 10. ayetindeki bey’at emri hiç şüphesiz hakikat talipleri için umumi bir emirdir. Ne diyordu bu âyette Cenâb-ı Hak:

 “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecran azîmâ.”

“Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir. Fetih/10.”

Sana yani insan-ı kamile, Resulullaha bey’at edenlerin beyatı aslında Allah’adır ve Allah’ın eli yani yedullah insan-ı kâmildedir. 

Böylece Resulullah’ın ve kendisinden sonra onun mirasını tevarüs etmiş olan hakikat ehline beyat edenler, ateşe konulan demir gibi dönüşerek şeriat dairesinden hakikat dairesine yol bulmuşlardır ve bulacaklardır.

Sonrası hadis-i kudside 

“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım, bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim.” Şeklinde beyan edildiği üzere Allah esmasıyla, ef’aliyle sıfatlarıyla ve zatıyla kulunda tecelli eder gider. Yunus “Tecelliden nasip erdi kimine/Kiminin nasibi andan içeri” der.

Bu tecelli, eneden enteden hüveden, yani ondan içeridir…

İmdi, hakikat insanla bilinir, Cenab-ı Hak insanla anlaşılır. Hakikate talep ve mürşide ihtiyaç olmasaydı Cenâb-ı Hak ulul-azim bir peygamber olan Hz. Musa’yı Mecmaü’L-Bahreyn’de bulunan Hızr-ı Manâ’ya göndedir miydi? Hayır…Ne demişti Hz. Mısri

Hakîkat cânıdır ancak velînin

Cânından mâ‘adâsıdır şerîat

İmdi evvela Hz. Musa’nın şeriat, Hz. İsa’nın da hakikat peygamberi olduğunu bu ikisinin toplamının ise Hz. Muhammed (a.s.) olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Şu halde insana ten de yani şeriat de lazımdır can da yani hakikat de lazımdır. Bunlar birbirinini tamamlar. Ta aslına bakılacak olursa her şey hakikatten, tekten , noktadan zuhur etmiştir. 

Nokta idik ezelde

Saklı idik güzelde

Kün dendi ferman elde

Divaneyim ben şimdi

Pervaneyim ben şimdi

İmdi Hz. Musa Hızr’a, sahabe Hz. Peygamber’e, Celaleddin Şemse, Yunus Tapduk’a, Mısri Ümmî sinan’a, Eroğlu Vahib ümmi’ye beyat etti ise beyat-ı hakiki vardır ve esasen bey’an insan-ı kamilin şahsında Hakk’adır.

Burada Hz. Mısrî efendimizin bir nutkundan hareketle beyatın hakikatinden birkaç kelam etmekte fayda mülahaza ediyoruz :

Hz. Mısri: XVII. Asırda Elmalılı Sinan Ümmî Hazretlerinin yetiştirdiği büyük Hak âşık ve ariflerinden biridir. Onun divânı da erkâna dair bilgilerin ince ayrıntılarını edebî bir üslupla anlatması açısından sonraki dönemlerde bir ilmihâl olarak kullanılmış ve geniş bir kitle tarafından okunmuştur. Onun şu gazeli de manzûm bir bey’atname /erkânnâmedir:

 Sâlikin mürşidine hizmeti şâhâne gerek

  Eşiğine koya başın diye şâhâ ne gerek

“Müridin mürşidine hizmeti şâhlara yakışır biçimde olmalı; mürid mürşidinin eşiğine başını koyup –harfsiz kelamsız-sormalı: Ey sultanım, ne gerekiyorsa yapayım, emrinize amadeyim!”

Bu nutk-ı şerifin şerhinde Muhammed Nur Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Sâlikin üç mertebesi vardır:

Biri “muhib”, biri “mürîd”, biri de “sâlik”tir. 

“Muhib”, yalnız ehl-i tevhîd ile muhabbet edendir.

“Mürîd” hem muhabbet eden ve hem de bey‘at etmek isteyen kimsedir. 

“Sâlik” de hem bey‘at ve hem de sülûk eden kişidir. Burada murâd budur yani sülûk edenin mürşidine hizmeti vükelânın pâdişâha hizmeti gibi ve belki de daha ziyâde olması lâzımdır yani vükelâ pâdişâhı nice kıymetli tutar ve hizmet ve itâat ederse sâlikin de mürşidine öyle itâat ve hizmet etmesi ve kıymetli tutması lâzımdır. Hattâ pâdişâhtan fazla bile olması iktizâ eder. Çünki pâdişâha itâat ve hizmet olunması dünyevî bir taayyüş ve istifâde içindir. Bir kimse pâdişâha hizmetinde kusûr etse o taraftan doğan taayyüş ve istifâdesi inkıtâa uğrasa bile başka bir iş ve ticâretle uğraşarak kendisine lâzım olan maîşeti tedârik edebilir. Ammâ mürşide olan hizmeti öyle değildir. Çünki mürşide hizmet ve itâati Hak içindir. Mürşidin emri Hakk’ın emridir. Mürşidin rızâsı Hakk’ın rızâsıdır. Bir sâlik mürşidin emrine itâat etmemiş olsa feyz kapılarını eliyle seddetmiş (kapatmış) olur. Mürşidinden edeceği kazancı başka taraftan temîn ve tedârik edemez. Mürşidin de sâlikine hizmeti vardır. O dahi Cenâb-ı Hakk’ın verdiği emirleri Hak yolunda Hak için murâât eylemekten (yani gözetip riayet etmekten) ibârettir. Böyle olunca, mürşidin emrini tutmak Hakk’ın emrini tutmaktır ve Hakk’ın emrine itâat eylemektir.”

*

İmdi beyt-i şerifi biraz daha açmak gerekirse tasavvuf yolculuğunun yani sülûkun esası üç şartta toplanabilir:

Zikr-i daimî,

Sıddıkıyet

Teslimiyet-i tamme.

Teslimiyet-i tamme beyata yani rabıtaya bağlılık ve samimiyetle ilgilidir. Mürid mürşidinin şahsında aslında Hakka bey’at etmiştir. Zira mürşid-i Hak, varis-i Muhammedîdir. Muhammed ‘e (as.) beyat edenler de Allaha beyat etmişlerdir. Şu halde hizmet mürşid-i kamilin şahsında halka, dolayısıyla Hakk’adır. Bunu bilen mürid mürşidinin emrini emr-i Hak ve yedini yedullâh bilmeli, emrini her hali ve yönüyle eyvallah diyerek ona muarız davranmamalıdır. Zira mürşid-i hakiki sıradan biri değil, Allah’ın rengine boyanmış kişidir. O külli vücudu temsil eder. Onun sıradan biri gibi görüp emrine riayet etmeyen salik feyz alamaz, yol gidemez. Nitekim Yunus Emre buyurur:

Âşık kişi miskîn olur yol içinde teslîm olur

Kim n’iderse boyun bura çâre yok gönül yıkmağa

Hizmet mürşid-i Hakiki olan Allah’adır. Kime yapılırsa yapılsın ameller niyetlere göre olduğundan neticede Allah’adır. Bu niyetle yapılan her hizmet ibadettir. Bu niyetle yapılan hizmet kurb-ı nevafildir. Allah’a nafile ibadetle yaklaşıldığı malumdur. Nitekim büyükler tevhide iki yolla ulaşılabileceğini, yani kurb-ı feraiz ve kurb-ı nevafil ile ulaşılabileceğini söylemişlerdir.

Kurb-ı feraiz Hakk’ın kula yaklaşması, kurb-ı nevafil ise kulun Hakk’a yaklaşmasıdır. Kulun Hakk’a yakınlığı gönülde bir arzu ile başlar aşk ile genişler. Cenab-ı Hak bu makamda “Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım,bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım, bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim.” demektedir. İnsanın nasibi ve kabiliyeti varsa Ulul-azim peygamberlerde görüldüğü gibi yapışacağı bir sağlam ip, bir kervan, bir gemi bulur ve gideceği menzile onunla ulaşır. Artık onun kervana yahut kaptana tabi olması, onun emrine boyun bükmesi gerekir. Yoksa menzil alamaz. Nitekim burada bahis mevzuu olan Mehmed Niyâzî-i Mısrî, vesilelere yapışarak azizini bulmuş, 1647’den 1656 senesine kadar Ümmî Sinân Hazretlerinin yanında sülûk çıkararak maddî ve manevî hizmetinde bulunmuştur. Bu dokuz seneyi o nefsiyle boğuşarak geçirmiş, sürekli mücâhede edip pek çok halvet çıkarmıştır. Bir yerde o günlerinden bahsederken şunları söyler:

“Ben o günlerde on iki konaktan beşinci konakta idim. Hiç karârım kalmamıştı. Bir yandan öbür yana kaçıyor, mücâhede şiddetinden dolayı bir yerde ve bir halde duramadığım için, kendimi minâreden yahut dağlardan aşağı atacak oluyordum. Sülûk günlerimin ekserisinde gıdâm, yirmi dirhem arpa ekmeği idi” (İrfân Sofraları, s. 37)

Bu arada mürşidi ona nefsine dokunacak çeşitli hizmetler de vermiştir. Bazı günler dergâhın mutfağına sırtında odun, buğday veya kırbayla su taşımıştır. Tıpkı Yûnus Emre gibi, sırtı, elleri ve ayakları bunları taşımaktan yara olmuştur. Fakat Hz. Mısrî “elbette bu da manevî feyzimizin husûlüne sebeptir.” diye sabretmiş ve asla şikâyet etmemiştir. Her nasılsa bir gün Şeyhi Ümmî Sinân Hazretlerinin yakınında bulunan, kendisinin de sırdaşlarından olan sevdiği bir ihvânına gizlice arkasındaki yaralara merhem koymasını ricâ eder. O zât da görevini ifâ ettikten sonra doğruca Ümmî Sinân Hazretlerine gidip: 

“Azîzim, Mısrî bendenizin sırtı buğday, su ve odun taşımaktan yara olmuş. Bu kadar zahmet ve meşakkate sabır ve tahammül, kemâle erdiğine delîldir. Lütfen bunun icâzesini ihsân buyurun.” diye ricâ eder. Hz. Şeyh bunun üzerine:

“Doğrudur. Mısrî’nin kemâle geldiğini ben de bilirim. Fakat onun bizden alacağı bir şey vardır.” diye cevap verir. 

Nitekim Mısrî efendi o alacağı sırrı hizmeti mukabili almıştır da.

  Geçe dünyâ ile ukbâyı dahi etmeye âr

  Bu yolun mihnetine ol kati merdâne gerek

“Dünya ve ukbâ arzularından geçmeli, âr (benlik) etmemelidir. O (sâlik) bu yolun sıkıntılarına yiğitçe /Ali gibi/ karşı koymalıdır.”

Sâlik, dünyâ ve ukbâ kayıt ve alakalarından geçinceye dek başına gelen her türlü bela ve kazaya sabr etmeli ve tahammül göstermeli hasseten hiçbir şeyden ve kişiden nefret etmemelidir. Zira failin kaynağını bilmeyen tevhide ulaşamaz.

 Ehlince malumdur ki salik-i Hak birden bire imtihan edilir, son durumu yani geldiği makam o anda neyse, nasıl tepki verdiyse odur. Ne demişti Yunus “Girmiş surette gezer, türlü işleri düzer.” türlü işleri her kılıkta yapan Hak’tır Hakk’ın kudretidir.

*

Şabani azizlerinden Cemâleddîn Kunat hazretleri (ö. Uşak-2013) kıdemli dervişanından birine bir Cuma günü namaz vaktine kadar terk-i dünyâ ve terk-i ukbâ muhabbeti yapar. Bir müddet sonra cuma vakti girer, birlikte câmiye giderler. İkisinin ayaklarında da aynı numara mes pabucu vardır. Fakat dervişin pabucu yeni, Cemaleddin Efendi’ninki eskidir. Namazdan sonra Efendi Hazretleri muhabbeti dalgınlığa verip yeni pabuçları giyip çıkar. Dervîş, arkada pabuçlarını arar tarar bulamaz. Kendisini kaybetmiş bir şekilde, yüksek sesle başlar pabuçlarını sormaya:

-Ayakkabımı kim aldıysa çabuk getirsin!

Bu sırada Hazret dışarıda kıs kıs gülerek, sakalını sıvazlaya sıvazlaya dervîşini beklemektedir. Tabiî ki içeride eski pabuçtan başka pabuç bulunmaz. Derviş çaresiz, eski pabuçları giyer, dışarıda bekleyen şeyhin yanına varır: Aziz Hazretleri hafif tebessümle:

-Ulen oğlum, pabucunu yanlışlıkla ben giymişim. Al değiştirelim! der.

Derviş, terk-i dünyâ imtihanını kaybetmiştir.

Dünya ve ukba endişesinden geçmedikçe bey’at ve süluk mümkün değildir .

Ne demişti Yunus:

Dünyâyı bırak elden dünyâ hicâb bu yolda

Biz velîden nebîden öyle işitdik haber

(Dünyâyı elden bırak; dünyâ, manâ yolunda perdedir. Biz Hz. Peygamber’den ve Allah dostundan /Tapduk Sultan’dan/ öyle öğrendik.)

Cenâb-ı Hak, gerek âyetlerinde gerekse peygamberinin ve velîlerinin lisanından dünyâya meyletmemesi için insana pek çok ikâzda bulunmuştur. Hâl ve makâm ehlinin tecrübesine göre Hak yolunda en büyük perde benlik ve dünyâ sevgisidir. Bu iki yükü sırtlarından ve gönüllerinden atamayanlar kendi hakîkatlerine yolculuk yapamaz; Hakk’ın rızâsına eremezler. İnsan dünyâda yaşarken Hak bilincini ve sevgisini, Hakk’ın hoşlanmadıklarına düşman olmakla kazanır. Hakk’ın hoşlanmadığı şeyler, nefis, dünyâ sevgisi ve şeytana arkadaş olmaktır. Fakat insanlar kolay kolay bu üç şeyi terk edemezler. Çünkü insana nefis verilmiş ve gönlüne de dünyâ sevgisi konulmuştur. Dünyâ ise müminin imtihan yeridir. İnsana sevdirilen şey aynı zamanda insanın da imtihanı olmuştur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Kadın, oğul, birikmiş altın ve gümüş, güzel atlar, hayvanlar ve ekinler insanlara sevdirildi Halbuki bunlar dünyâ hayâtının geçici faydalarından ibârettir” (Âli İmran/14).

“Muhakkak ki dünyâ hayâtı; oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma gayretinden ibârettir” (Hadîd/ 20).

Hazret-i Peygamber dünyâ sevgisinin ve bu sevgiyle gelen hırsın Hakk’ı ve hakîkati düşünmekte ve talep etmekte engelleyici olduğunu bildiği için “dünyâ müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” demiştir.

Bütün bunlardan, dünyâyı elimizin tersiyle itmek değil dünyâyı gönlümüze koymamak anlaşılmalıdır. Masivâ dedikleri dünyâ sevgisidir. Bu sevgiyi gönülden silip süpürmek gerekmektedir.

Öyleyse dünyâ sevgisinin ölçüsü nedir? Diye sorana verilecek cevap şudur:

Nefsine kifâyet edecek şeyle yetinmektir! Bir şeyin fazlası dünyâlıktır. Bu sevginin gönüldeki işaretleri ise, ayıplanmaktan çekinmemek, övünmekten hoşlanmaktır!

Hazret-i Mısrî tam bu noktada, dünyâyı elinin tersiyle iten âr u nâmûs belâsından kurtulmak isteyen Hak tâlibinin, adını deliye takmasını öğütler:

Halkın uslu demesinden sana ne

Âkil isen adını mecnûna tak

Ancak, bu hâl mürid-i hakîkinin işidir!

Gerçek şu ki, gönülde Hak’tan başka ne varsa, o, dünyâdır! Gönülde Hak varsa, dünyâ yoktur; dünyâ varsa Hak yoktur.

Büyük sûfî İbrahim-i Rakkî:

“Hak tâlibine dünyâda iki nesnenin dostluğu yeterlidir: Birisi fakr, diğeri de Hak dostlarından birine hizmet!” demiştir.

Mürid, bu hayâtta selâmet isterse, ölmeden önce dünyâya vedâ edebilmelidir! Cenâb-ı Hak, dünyâya, dünyâda iken vedâ edenlerin sırrından tecellî eder. Zaten Hakk’ın tecellîsi, halkın yok olması anlamına gelir. Sûfî müfessirler Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’daki makâm-ı Mûsâ’ya hitâben “ayakkabılarını çıkar!” şeklindeki ikâzını, “dünyâ sevgisini terk et!” diye yorumlarlar:

“İnnî ene rabbuke fahla’ na’leyke inneke bi’l-vâdi’l-mukaddesi Tuvâ. (/Yâ Musâ!/ Şüphesiz ben senin Rabbinim! Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal bir vâdi olan Tuvâ’dasın (=birlik makamına doğru yükseliyorsun, oraya varlık ve benlikle yükselmek mümkün değildir.)” (Taha/12).

Nitekim ehlullah, sülûk ettirdiği dervîşi bu konuda yoklamıştır da.

*

İşte böyle! Cenâb-ı Hakk’ın, kendi zâtî tecellîsi sebebiyle övdüğü “Tuvâ Vâdisi”ne giremeyenlerin pabucu ayaklarından zor çıkar.

Nitekim Huccetullâh lakaplı İbrâhîm Kirmanşâhî Hazretleri (M. 948) buna benzer bir tecrübe yaşamış ki: “Bir dervîş, hani benim na‘leynim (ayakkabılarım) derse, o dünyâsına köle olmuştur.” demiştir. Velhasıl, dervîş olana lâyık ve lâzım olan, hiçbir şeye gönül vermeden görüp geçmektir!

 

 Nâ-murâd olmağa tâlib ola kim menzil ala

  Dahi halk içre adı âkil-i dîvâne gerek

“Sâlik muratsız olmaya talip olmalı ki menzil alabilsin. Ayrıca adı halk içinde akıllı veya deli her ne diye anılırsa anılsın onun için fark etmemeli.”

 

Aklın üç mertebesi vardır. 

Akl-ı maâş, dünyevîdir.

Akl-ı maâd, uhrevîdir.

 

Akl-ı kâmil, hakikat ehlinin aklıdır. Bu akıl sâhipleri tevhidin hakikatini bilir bunlara ukalâ-yı meczûbîn de denilir. Akl-ı maâş ve akl-ı maâd sahipleri bu gibi tevhid ehlini görünce çeşitli bahanelerle onlara meczûb yahut dîvâne derler. Zira görünüşte şeriate mugayir hareketleri var sanırlar. Ehl-i tevhîdde tenkide sebep olacak halleri görenler de onlara bakıp “dîvâne” derler. Kendilerinin mahçup (perdeli) olduklarına bakmayıp bu tevhid ehlini tenkid eder dururlar halbuki Hak meczupları mahcûb olmadıkları gibi muvahhid ve âkil kimselerdir. 

 

  Dahi Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol

  Eski dîvârı yıkıp hem katl-i oğlâna gerek

“Sâlik /o/ hakikat yolunda muratsızlıktan öte, Musa gibi Hızır’a gemisini deldirmeli, eski duvarı yıkıp oğlanı katletmelidir.”

Mürîd mürşid-i hakikinin emrine teslîm olmalı, gemisini /âr u nâmûs sıfatlarını/ deldirmeli, nefs çocuğunu yok etmeli, vücûd yahut kendisine perde olan bilgi duvarını yıkıp yeniden yapmalıdır ki Hızr-ı manevi olan mürşidi onu vahdet bilgisiyle yeniden imâr ve inşa etsin.

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir