Doç. Dr. Sıdıka Yılmaz Yazdı: Rüya Gündelik Hayat ve İletişim

Gece ve gündüz olarak ayırdığımız iki farklı dünyayı yaşamaktayız. Gündüz, bildik dünyanın içinde, aşina ve gerçek bir hayatı temsil ederken; gece, bilinmezliklerle bezeli rüyanın alanını bize aralamaktadır…

A+
A-

 

* Doç. Dr. Sıdıka Yılmaz

 

 “Haydi, beyler rüya görelim belki o zaman gerçeği bulabiliriz”

F.A. Kekule

 “İnsanlığın kurtuluşu iki şeye bağlıdır; dünyayı yörüngesinde tutan şey olan kadının söylemine ve düşlere.”

J. Saramago

Gece ve gündüz olarak ayırdığımız iki farklı dünyayı yaşamaktayız. Gündüz, bildik dünyanın içinde, aşina ve gerçek bir hayatı temsil ederken; gece, bilinmezliklerle bezeli rüyanın alanını bize aralamaktadır. Gündelik hayatın söylemsel pratiklerinde sayısız rüya öyküsü dolaşır. Bu öyküler gündüz dünyasına, diline tercüme edildiği oranda anlamlandırma haritamızın içinde yer alır. Her rüya, ancak gerçeklik algımızın isterleri doğrultusunda çeviriye tabi tutulduğunda anlamlandırma dizgemize eklemlenebiliyor; bu yapılmadığı takdirde anlam, rüya dilinin çemberi içinde anlaşılmazlık dehlizlerinde kaybolup gidiyor.

Rüyanın imgelerle bezeli, rasyonel kavrayışlarla anlamlandırılamayan dili, rasyonel dünyanın isterleri doğrultusunda anlama çabasına tabi tutuluyor. Yani, rüya dili gündüz diline çevriliyor. İnsan gördüğü rüyanın bölük pörçük içeriğini bu çeviri esnasında bütünlüklü bir anlatıymış gibi öyküleştiriyor. Bu tavır, rüyayı rasyonel dünyanın anlamlandırma dizgesine tabi kılma çabasıdır. Böylelikle, görülen her rüya gören tarafından yorumlanarak bir metne, öyküye dönüştürülüyor.

Rüyanın öncelikle yarattığı şey bir duygulanımdır, bir başka değişle rüya bir duygu dilidir. Uyanma ile birlikte rüyanın yarattığı duygusal atmosferin gücü o dilin gündüz diline tercüme edilme isteğinin güçlü motivasyonunu oluşturur. Sadece duygu insanın rüya ile kurduğu ilişkiye yetmez, akıl devreye girerek öykünün rasyonel bir temele yerleştirir. Rüya gecenin dilidir, bu anlamda her daim tercümeye uğrar ve gündelik dile çevrilir.

Randall’dan yola çıkarak söylersek eğer, insan anlatarak hayatı var ediyor. Çünkü hikâyelerin gücü vardır. Kişisel ve kamusal hikâyelerin paylaşılmasıyla bilinç yükselir, bilgi oluşturulur, toplum yaratılır ve dönüştürücü güçleri olan bir bakış açısı kurulur. Bu yüzden insan rüyalarını anlatarak iki dünya arasında gerçeklik bağlarını kurmaya çalışıyor: Böylelikle, rüyalar gündüz anlatılarına eklemlenerek bu dünyanın malzemesi olmaktan kendisini kurtaramıyor; gündüz dünyası geceyi hâkimiyeti altına alıyor.

Rüyalar insanı imgelerden kurulu bir dünyanın içinde geniş bir oyun alanına davet ediyor. Rüyanın imgelere, dolayısıyla görselliğe dayanan duygu yoğunluklu dili ister istemez rasyonel olmayan bir temsil/öykü çerçevesi yaratıyor.

Bu metin, iki farklı dünyanın -gece ile gündüz- dilinin birbirine çevrilme serüvenine iletişim perspektifinden bakmaktadır. İnsanın uyku esnasında gördüğü hikâyeleri hayatının önemli bir anlatı alanıdır. İnsanı anlamak rüyalarını anlamakla mümkündür. Rüya dünyasının kapısını aralamak insanlar arasında başka bir anlatı düzlemini de anlama çabasıdır. Her rüyanın bir haber değeri vardır. Rüyalar hem görene hem de anlatılan kişiye bir şeyler söyler. Rüya anlatıları bunca geniş insan ilişkilerinin merkezinde yer aldığına göre rüya-insan ilişkisi iletişim bilimleri çerçevesinde de ilgiyi ve araştırmayı hak etmektedir.

Rüya Dili ve Gerçeklik

 

“Romeo: Bu gece bir düş gördüm.

Mercutio: Ben de.

Romeo: Ya, seninki neydi?

Mercutio: Düşgörenlerin genellikle yalan söyledikleri.

Romeo: Uyurken şeylerin doğru olduğunu görürler düşlerinde.

Mercutio: Ya, o zaman Kraliçe Mab’ın seninle birlikte olduğunu görüyorum.”

Shakespeare, Romeo ve Juliet

 

Berger Görme Biçimleri adlı kitabında görmenin konuşmadan önce geldiğine vurgu yapar. Çocuklar konuşmaya başlamadan önce dünyayı seyrederler, bakmak/seyir öğrenme sürecinin başlangıcıdır. Bu anlamda görme sözcüklerden önce gelmiştir. Gördüğümüz şeyin/görülenin dile getirilmesi zordur. Dünyayı görerek algılarız, ancak sözcükler bu gördüklerimizi tam olarak açıklamaya yetmez. Gerçeküstü ressam Magritte Düşlerin Anahtarı adlı resminde sözcüklerle, görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.

Herhangi bir anlamlandırma tek bir nesne üzerinden değil, nesneler arasındaki ilişki ve tüm birikimlerimizin toplamı bağlamında yapılır. Rüya dili ise göstergelerin sonsuz oyunundan oluşur: Nesneler, imgeler, gündelik hayatın içinde alışkın olduğumuz ilişki biçimlerinin dışında bir birleşimle var olurlar. Gündüz algısı içinde bu birleşimi anlamlandırmak ve ifade etmekte zorluk çekilir. Rüya öyküsü uyanır uyanmaz sadece bir duygu hali olarak hissedilir, anlatması son derece güçtür. Burrougs bu nedenle rüyaların anlatıya dönüştürülebilse de, bunun diğer anlatılara hiç benzemediğine vurgu yapar: Durmadan değişir ve bir türlü neye benzediği hakkında fikir yürütülemez. Rüyaları anlatmaktaki ısrarımız yaşamda asla aydınlatamayacağımız gizemi aydınlatma çabasıdır. Ve çoğu zaman duygu dilinin çevirisi olarak başlar.  Bu kimi zaman mutluluk, kimi zaman korku, kimi zaman da endişedir. Bu anlatı duygular dünyasının, rüyanın dilidir. O nedenle gerçek dünyanın içinde anlaşılabilmeleri için çeviriye ihtiyaç duyulur. Duygu dili anlaşılır rasyonel bir hikâyeye dönüştürülür ve hikâyenin gündüz hayatıyla açıklanabilecek verileri yakalanmaya çalışılır. Rüyanın zamanı, mekânı ve nesneleri, içinde yaşadığımız gündelik hayatınkilerle karşılaştırılamayacak ölçüde başka bir diziliştedir. Öyle ki rüyada kendimizi bir özne olarak dışarıdan seyredebiliriz. Rüyayı hissederken, hatırlarken bu durum son derece doğal algılanır. Rüyanın gerçekliği ile gündelik hayatın gerçekliği birbirine benzemez. Borges, “Düşlerde önemli olan gördüklerimiz değildir, önemli olan düşün bizde yarattığı izlenimdir” diyor. Bu izlenim bir his, duygu olarak ortaya çıkar ve duygunun yoğunluğu hikâyeyi anlama ve anlatma isteği uyandırır. Rüyanın içinde anlamlı olan her şey uyanık dünyanın içinde birden anlamını yitirir. Rüyayı gören aslında o çok anlamlılıkla anlamsızlığı uyumlu hale getirme çabasındadır. Kişi kendi anlama ve yorumlama kabiliyeti içinde rüyayı rasyonel bir tablonun içine yerleştirmeye çalışır. Bu yerleştirme çabası iki dili uyumlu hale getirme olduğu kadar bunun hiçbir zaman tam olarak yapılamayacağının bilgisini de içerir. Rüyalar bu anlamda kişiye özel hikâyelerdir ve kişiye özel bir dil’e ve yine kişiye özel bir anlamlandırma dizgesine sahiptir.

Wittgenstein, rüyaları diğer tüm işaretler gibi dilsel bir gösterge olarak görür ve anlamlandırma haritasına bakılması gerektiğini söyler; Ricoeur ise karmaşık anlamların yeri olarak beliren bir dil bölgesi olarak adlandırır. Bu bölgede, dolaysız anlamın içinde bir başka anlam daha kendini hem açığa vurmakta hem de gizlemektedir. Bu çift anlamlı bölge simge alanıdır. Bu anlamda da rüyaların anlamı Ricoeur’e göre bu iki anlamı birden kavramakla elde edilir.

 

“Resimli temsiller anlam çerçevesinde betimlenebilir türdendir: Bu çerçevede şunlar sayılabilir: Söz diziminin çöküşü; tüm mantıksal ilişkilerin yerini resimli eşdeğerlerinin alışı; zıtların birliği yoluyla, tek bir nesnede temsili; açık içeriğin taklit ya da resimli bilmece niteliği taşıması ve genellikle resimli, somut anlatıya dönüş. (…) düşlerin bu açıdan belirleyici özelliği, algıyı bellek imgesi ötesinde sanrısal bir biçimde yeniden canlandırmaya kadar giden gerilemedir.  

 

Bu karmaşık öyküleme süreci gündelik hayatın rutin anlatıları içinde dolanıp durur. Bu özgün dili anlama çabası bir yanıyla da insanın kendisini anlama sürecidir. Freud, rüyaların psikanaliz perspektifinden analize tabi tutulması sayesinde, varlığın, derinlikler psikolojisi hakkında görüş edinebilme şansına sahip olduğunu vurgular. Düş, ona göre anlamlıdır ve psikolojinin bir nesnesidir. Ricoeur Yoruma Dair Freud ve Felsefe kitabında rüyayı zamanın dışında diyar, mevsimsiz düzen olarak adlandırır. Bu düzen (sizlik) her zaman anlam taşır ve yorumlamaya tabi tutulmalıdır. Freud ise bu diyarın sınırlarında dolaştığımızı hatırlatır. Kişiliğimizin karanlık, nüfus edilmesi olanaksız kısmıdır bu ve hakkında bildiğimiz pek az şeyi de ancak düş çalışmaları ile öğrenebiliriz.

Pavese’nin rüya dili üzerine fikirlerine Yaşama Uğraşı adını verdiği günlüklerinde rastlarız. Ona göre rüyaları kendimiz yaratırız, bu yüzden olağanüstüdürler. Rüyaların mantıksal olmayan dilini ise şu sözlerle açıklar:

 

“Düşünde hapisten çıkıp salonları, merdivenleri olan saray gibi bir eve döndüğünü, orada tanıştırıldığın birtakım aile dostlarıyla karşılaştığını, bu arada annenle babanın belirmeleriyle senin için ne türden insanlar seçtiklerini görmek, nasıl biteceğini bilmediğin ve başkişisiyle okurunun özdeşleştiği bir romanı okumaya benzeyen bir düş örneğidir”.

 

Bu anlamda bir kurmaca olarak rüya anlatıları kendi içinde birer edebi metin oluşturmakta ve tıpkı edebi metinlerle kurduğumuz ilişkiye benzer bir yorumlama çabası istemektedir: Edebi metinlerin kurgusal yapısını biliriz ancak hiçbir gerçeklik edebiyat kadar kalıcı değildir. Okuduğumuz romanlardaki kahramanların başka bir şey yapmaları bizim için imkânsızdır. Calvino’nun Ağaca Tüneyen Baron’u  artık ağaçta yaşayan bir kahramandır ve gerçektir. O masalsı kahraman pek çok gerçek kişiden daha gerçektir. Çünkü, edebî metinle ilişki kurulurken, anlatının bir yazar tarafından, bir kurgu içinde gerçekleştiği bilinir ve bu nedenle gerçeklik sorunsallaştırılmaz; ancak, okunmaya başlandığında her şey gerçektir artık. Eco, Edebiyatın Bazı İşlevleri Üzerine adlı makalesinde, edebiyat ve gerçeklik ilişkisini bu bağlamda tartışır. Eco, tarihsel ve bilimsel gerçekliklerin üzerimizdeki inandırıcı etkisinin yeni bulgu ve belgelerle sonlanabildiğini hatırlatır. Bu anlamda bilimsel gerçeklik tartışmalıdır ve kimileri için “gerçek” olan diğerleri için olmayabilir; Oysa edebiyat dünyasında kurulan gerçeklikler, sarsılmaz gerçekliklerdir.

 

“Sherlock Holmes bekârdı, Kırmızı Başlıklı Kız’ı kurt yutar, ama sonra avcı onu kurtarır, Anna Karenina kendini öldürür, şeklindeki önermeler sonsuza dek doğruluğunu sürdürecek ve bunları hiçbir zaman hiçbir kimse çürütemeyecektir”.

 

Eco, edebî metinlerin üzerimizde yarattığı gerçeklik olgusunun, onlarla kurduğumuz ilişkiyle ilgili olduğunu göstermeye çalışır. Kimi romanlar o kadar gerçektir ki, üzerlerinde tartışma açmak bile imkânsızlaşır; kimi romanlar ise gerçekliğin algılanması okura bırakılır. Eco, Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah romanından örnek verir: Kitabın 35. Bölümü’nde Julien Sorel, Madame de Renal’ı vurur. İlkinde eli titrediği için ancak ikincisinde vurma olayı gerçekleşmiştir. Stendhal tutkunları bu el titremesi hâdisesini değişik biçimlerde yorumlayıp “gerçeğin” hangisi olduğu üzerine tartışır; roman kahramanının eli titrediği için mi, yoksa öldürmekten vazgeçtiği için mi silahı ateşlemediği sorunsallaştırılır.

 

Rüyalar da edebi metinlerde olduğu gibi kurgusaldır, hiç kimse kendisine anlatılan rüyanın “gerçek” olmadığını söyleyemez, yani yalanlayamaz. Onun tuhaf içeriği gerçeklikle kurduğu ilişki kadar anlamlandırma haritamızın içinde yer alır. Anlamlandırma haritalarının oluşması ise gündelik kültürel bir olgudur . Rüyalar bu anlamda her toplumun/topluluğun kendi kültürel bağlamı içinde yeri ve önemi göz ardı edilemeyecek iletişimsel bir dizgedir ve kendine ait alfabesi/grameri vardır. Moretti uzlaşıyı gerçekçi anlatının en önemli teması olarak görür. Oysa bir taraftan da dilin daha baştan çarpıtılmış bir şey olduğunun da altını çizer. Söylenen her zaman farklı anlamalara açıktır, çift anlamlıdır ve her zaman kaçamaklıdır. Rüya bu anlamda çok daha karmaşık anlamlandırma dizgesi içinde yer alır. Üstelik bu bilinen kabul edilmiş bir durumdur. Rüyanın yorumlanması gereken bir alanda yer aldığını ve yorumların da çok farklı olabileceği apriori olarak bilinir. Ricoeur’un vurguladığı gibi rüyanın dili bir taraftan gizlenen ama aynı anda da deşifre edilmeye çalışılan bir alandır. Her deşifre etme çabası bir tercüme eylemini gerekli kılar. Rüyanın dili müphemdir ve her türlü yoruma açık zorlu bir tercümeye çağırır.

 

*Bilim İnsanı-Akademisyen

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

POPÜLER HABERLER