26-08-2024 00:25:56

Doç.Dr. Sıdıka Yılmaz Yazdı: Rüyaları Anlama Çabası: Rüya Mana ve Yorum

Nietzsche duygu dilinin düşüncelere dönüşebilmesi için kısmen bir çevirinin yapıldığına değinir.
Doç.Dr. Sıdıka Yılmaz Yazdı: Rüyaları Anlama Çabası: Rüya Mana ve Yorum

 

* Sıdıka Yılmaz

“Rüyalardaki imgeler, bir anlamda, kağıt ya da kum üstündeki bir dizi işarette olduğu gibi bir dilin imlerine benzer. Burada, herhangi bir alfabenin herhangi bir imi olarak saptayabileceğimiz bir işaret olmayabilir. Ama bizler bunların bir dil oluşturması gerektiğini ve anlamlarının olduğunu düşünebiliriz.”

L. Wittgenstein

“Yorumlanmamış bir rüya, okunmamış bir mektuba benzer”

Talmud, Berachot 55a

Nietzsche duygu dilinin düşüncelere dönüşebilmesi için kısmen bir çevirinin yapıldığına değinir. Duygu ona göre bilinçli imgelere dönüştürülebilir, ancak rüyalarda çözülmemiş bir bölüm her zaman olacaktır. Yine ona göre insan adlandırabildiği ve ayırt edebildiği şeyi kavrar; bu anlamda rüyaların anlam dünyası bir şekilde eksik kalmaya devam edecektir.

Asur kralı Banipal’in Ninova’da bulunan kütüphanesinde rüya metinlerine rastlanır, Eski Mısır’a ait rüya metinleri British Museum’da saklanmaktadır. Eski Yunan’da da Aristotales’in rüyalarla yakından ilgilendiği bilinir. Bütün eski dinler ve öteki kadim toplumlar da rüya ile ilgilenmişlerdir. İslamiyet’de Peygamber’in pek çok rüyasını anlattığı, kendisine anlatılan rüyaları da yorumladığı bilinmektedir. Ayrıca vahiy, zaman zaman rüya ile gelmektedir. Pala rüyalar sayesinde insanlığın en eski sırlarının açığa çıktığını söyler.

Rüyaların anlamlarını çıkarmak da her zaman ve her çağda önemli olmuştur. Tarihte ilk rüya tabircisinin Milâttan 700 yıl önce yaşadığı tahmin edilen rüya yorumlarıyla ün yapmış Yalvaçtır. Alvarez remil denilen falı ve rüya yorumlama tarzını onun bulduğunu söylemektedir. Gılgamiş destanı (İ.Ö. üçüncü bin yıl-Asur Dili) anlatılan hikâyenin örgüsünü sağlayan anlamlı rüyalarla doludur. İ.Ö ikinci bin yılda yazılan papirüslerde ve Asurluların çivi yazılarında da rüya yorumlarına rastlanır. Hatta Freud’dan yedi yüz yıl önce Dalisli Artemidoros’un (İ.S. ikinci yüzyıl) Rüyaların Yorumu adlı bir kitabı vardır. Yunanistan’da, şifa arayan hastaların düzenli olarak ziyaret ettikleri rüya bilgeleri olduğu bilinir. O zamanlar rüyalar tanrılardan gelen mesajlar olarak görülmekteydi. Rüyaların yorumlanması ise rahiplerin işiydi. Rüyayı gören sadece bir aracı/araçtı. Eski Yunan’da bir inanışa göre de rüyalar insanları teftiş ediyordu.

Eski zamanlarda rüya yorumcuları, rüyayı gören kişi için iyi ve kabul edilebilir şeyler söylemeye çalışırdı. Bu iyimser yorum rüya sahiplerinin istediği ve istemeye de devam edeceği bir şeydi. O yüzden Artemidoros’un rüya dilini günlük normal dile çevirme yöntemi günümüze kadar geldi. Oluşturduğu kuramı şuydu: İnsanlar yalnızca aradıkları şeyleri görürler. Rüyaların yorumu sonuçta yorumu yapanın zihninden çıkar. Freud, Artemidoros’tan farkını şöyle açıklar: “Benim izlediğim teknik çok önemli bir konuda bu eski yöntemden ayrılıyor: Bu teknikte yorumlama işi rüyayı görenin kendisine düşüyor. Burada önemli olan şey rüyadaki bir şeyin yorumcuya neyi çağrıştırdığı değil, rüya görenin kendisine ne çağrıştırdığıdır”. Dolayısıyla Freud’un rüya yorumlarına getirdiği yenilik rüyaların tanrılardan gelen mesajlar olarak değil, kişinin kendi bilinç-dışından gelen mesajlar olarak okunmasıydı. Ancak Freud’da tıpkı Artemidoros gibi rüyanın gizli mesajının peşine düşmüştü.

Efesli Herakleitos, “İnsanlar uyanıkken yalnızca bir tek dünyayı paylaşırlar. Ama uyudukları zaman her birinin kendi özel dünyası olur” diyor. Bu yorumdan yola çıkarak rüyaların anlamlandırma haritasını çıkarabilmenin neredeyse imkânsız olduğu söylenebilir. Rüyanın tek ve kesin bir yorumu yoktur, her rüya kişiye özeldir.  

-Rüyanın dili görsel imgelerden oluşur. Anlam/manâ bu imgeleri anlama çabası ile ancak yorumdan ibarettir: Rüyanın öyküsü/anlatısı imgelerden oluşsa da yarattığı duygu dili ile birlikte bir anlamlandırma eylemine tabi kılınır. Dolayısıyla rüya her zaman çok katmanlı bir tercümenin içinden anlaşılmaya çalışılır. Rüyalar her şeyden önce bir duygulanım alanıdır, yani rüya dili bir duygu dilidir. Bu anlamda rüya öncelikle hissedilir. Ancak, hiç tanımadığı simalarla karşılaşmak, dünyanın uzak bir coğrafyasında gezinmek ya da hiç bilmediği dilleri konuşmanın ne demek olduğu rüyayı gören için merak konusudur. Borges rüyalarda olup biteni tam olarak bilemeyeceğimizi söyler. Rüyalarda cennete de gideriz, cehenneme de, herhangi birisi de olabiliriz belki bir Kral ya da gökyüzünde dolaşan bir çocuk. Ama uyandığımız zaman bunların hepsini unuturuz. Gördüğümüz rüyanın aklımızda kalan çok küçük bir bölümünü inceleyebiliriz ancak. Yani aktardığımız şey aklımızda kalanlardır. Düşlerden aklımızda kalanlar rüyaların görkemi kadar zengin değildir. O yüzden Borges insanların rüyalarını anlatırken masal uydurduklarını söyler.

Jung’un bazı insanların neden bazı rüyaları gördüğü sorusuna verdiği yanıt ise rüyaların özgül olduğunu kabul etmemiz gerektiğidir. Ona göre bir çocuğun rüyası ile bir yetişkinin rüyası ya da eğitimli bir kişinin rüyası birbirinden farklıdır. Rüyada kişisel bir şeyler vardır ve bu şeyler özne ile psikolojik uyum içindedir. İçinde bulunduğumuz ruhsal durumsa kişisel tarihimizle ilişkilidir. Hayat boyu yaşadığımız hadiselerin bir kısmının güçlü psişik etkileri vardır. Güçlü duygulanımlara sahip anılar, yalnızca çok güçlü olmakla kalmayıp, aynı zamanda da aralarında sıkı ilişkileri olan çağrışım kompleksleri oluştururlar. Her duygu, his tonlamalı fikirler kompleksi olarak adlandırılan az ya da çok yaygın bir çağrışım kompleksi üretir. Bu salkımlaştırıcı anılar demeti rüyaların ana temalarını oluştururlar.

Jung, dileklerimizin gerçekleşmesi yolunda yaşamımızın mücadelelerle geçtiğini söyler: Eylemlerimizin hepsi, bir şeyin olması ya da olmaması yolundaki dileğimizden hareket eder. Bunun için çalışır ve bunun için düşünürüz. Bir dileği gerçeklikte yerine getiremezsek en azından fantezilerde gerçekleştiririz. Bu yüzden ne kadar rasyonel düşünürsek düşünelim, rüyalar aklımızı çeler. Onları yorumlama isteği bir sonraki yaşanacak an ve anların sihrine yaklaşmayı sağlar. O yüzden büyüleyicidir, merak etme güdüsü çok yüksektir, her halükarda rüyaların anlamı üzerine düşünürüz.

Rüyayı anlayabilmek için bir şekilde öykülendirilmesi, dolayısı ile anlatılması gerekmektedir. Rüya böylelikle bir hikâyeye kavuşturularak, yeniden inşa edilir, kurgulanır: Görsel imgeler, hissedilen duygular, rüya dili, zihnin bir başka çabasıyla bir öyküye/anlama kavuşur. Yoksa, sabah rüya olarak hatırlanılan şey, imgelerin karmaşık ama anlamlı duygusudur. Bütünlüklü olmayan görüntüler yumağı büyük bir istekle anlaşılır bir öyküye çevrilir. Öyküde kendisini bir kuş olarak kıtalararası uçtuğunu gören kişi uyandığında rüyadaki gerçeklik ile uyanık zamanın gerçekliğini uyumlu kılmaya çalışır. Kıtalararası uçmanın gerçekliği, yani rüyanın gerçekliği öylesine güçlüdür ki ondan vazgeçmek imkânsızdı. Bu aşamadan sonra rüyanın anlamı öne geçer. Kıtalar arası uçmanın anlamı nedir? Sorusu önem kazanır. Rüyanın anlamına kavuşmak insanın kendisiyle kurduğu ilişkinin önemli bir parçasıdır. Ancak bir taraftan da anlam her zaman problemli bir alanda bulunur. Bunu Saussure’den bu yana biliyoruz. Saussure gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkinin rastlantısal olduğunu ilan etmişti. Blanchot Nietzsche ve Parçalı Yazı makalesinde  Lacan, Saussure ve Nietzsche’nin dil ve gerçeklik üzerine görüşlerine yer verir. Ona göre Lacan, dilin yapısını dil ile gerçekliğin zaten çoktan birbirinden koptuğu bir yapı olarak yorumlamıştı. Saussure’de gerçeklik dil sistemi içinde ya da ona yönelik olarak hiçbir zaman mevcut değilken; Lacan da bu gösteren ile gösterilen arasında oyuna dönüşmüştü: Bu nedenle anlam göstergelerle oynanan bir oyun olarak hiçbir zaman sabit değildir. Ama biz Nietzsche’nin belirttiği gibi dilin insan tarafından oluşturulduğunu bir şekilde göz ardı edip, bizden bağımsız bir gerçeklik alanı varmış gibi davranırız. Oysa şey’leri adlandıran sözlükleri oluşturan bizlerizdir. Sözlükleri açıp orada bir yaprağın tanımını okuduğumuzda yaprağın yeşil olduğunu okur ve onaylarız. Gerçeklik/sözcükler insanlar tarafından yapılandırılır. Nietzsche üstelik bu yapılandırma eyleminin küçük bir azınlık tarafından gerçekleştirildiğine dikkatleri çeker. O yüzden de iyi ve kötü, doğru ve yanlış hakkındaki bilgimizin yanılsamalı bir alanda yer aldığına vurgu yapar. Rüya da, -ilk anda algılanan anlamda- farklı bir anlamın aynı anda hem gizlendiği hem de ifşa edildiği karmaşık bir anlamlandırma süreci olarak beliren bir dil sahasında bulunur . Dilsel anlam, dili kullanan herhangi birinin niyetleri tarafından kontrol edilemeyeceği gibi, hiçbir türden anlam da akılcılıkla kontrol edilemez. En az dil kadar, akıl da sürçmeye meyillidir; dil ve bilinç dışının aşırı güçlerinin dışavurumu olarak rüyalarda ise bu daha belirgindir. Bir rüya metnindeki herhangi bir gösteren pek çok olası gösterilene sahiptir; bunlardan hiçbirinin de standart olması gerekmez. Rüyaların da son tahlilde anlamları yorumdan öteye geçemez. Tıpkı gündelik hayatın içinde diğer tüm gerçeklik dizgelerinin yorumdan öte bir şey olmadıkları gibi.

Ancak insan anlam arayışını sürdürür. Anlamın olmadığı yerde hayat da yok demektir. Bu yüzden neden rüya gördüğümüzü bilmesek de, hemen herkes gördüğü rüyanın anlamının peşine düşer. Stevenson bunlardan biridir ve Dr. Jekyll ve Mr. Hyde kitabının öyküsünü rüyasında görür ve uyanır uyanmaz metnini birkaç gün içinde tamamlar .

“Rüyada ne gidilecek yer bellidir ne de gelinen yer. Amaç belli olmadığı gibi nedenlerin amaca dönüşmesi de mevcut değildir. Elde olan tek şey, nedenlerin bedenlere, sonuçların ise duygulara dönüştüğüdür. Aslında bu durumun rüyayı günlük hayattan ayırt etmeye yarayan kısmı, bahsettiğimiz biçimde bir dönüşümün kesinliğidir. Yani rüyayı gören, ne rüyanın kahramanı olarak kendisinden, ne bu kahramanın kimi veya neyi temsil ettiğinden, ne de rüyadaki imgelerin nasıl ve nelere dair simgeler olduğundan emin olamasa da; bu emin olamama durumunun kendisi tüm çarpıcılığıyla aşikardır”.

Freud’a göre yaptığımız her şey gibi, rüyanın da bir anlamı vardır: Yorumlama çalışması ise, rüyanın, bir arzunun gerçekleştirilmesi olduğunu algılayarak yapılabilir. Freud, rüya görmeyi güdüleyen bir niyetin olduğuna dikkat çeker. O nedenle de popüler rüya yorumlarının yetersizliğine değinir. Her rüya kendi başına analiz edilecek vak’adır. Analiz olmadan rüyaların anlamını keşfedemeyeceğini söyler. Her bir rüya kişiye özeldir ve yorumu da kişiye özel yapılmalıdır.

Yorumlamak rüyaya bir anlam yüklemek demektir. Freud en eski çağlardan beri insanların rüyaları iki yöntem kullanarak yorumlamış olduklarını aktarır: Bunlardan ilki “sembolik” rüya yorumudur; diğeri ise “deşifre” yöntemidir. Sembolik rüya yorumları yaratıcı yazarların yapay uydurulmuş rüyalar yazmalarına yol açmıştır. Görünen rüya sembolik içerikleri çerçevesinde bir yoruma tabi tutulur. Deşifre yönteminde ise şifreli bir yazının çözümlenmesi gibi rüya dili tercümeye tabi tutulur. Bu yöntem hem rüya içeriğini, hem de rüyayı görenin kişiliğini ve koşullarını dikkate alır Bu iki popüler rüya yorumu karşısında Freud kendi yöntemini koyar. Bu iki yorum ona göre popüler yorumlardır ve rüya tabirleri kitaplarının yorumuna tabi kalmışlardır. Freud bu anlamda bu popüler yorumların dışına çıkarak rüyaların bir anlamı olduğunu ve bunları yorumlamak için bilimsel bir yöntem geliştirmenin mümkün olduğunu kabul etmek gerektiğine vurgu yapar.

Jung’a göre  rüyalar tüm psişik etkinlikler içinde en “akıldışı” olandır:

“Rüyalar, bilincin içerdiği diğer şeylerin gösterdiği o mantıksal tutarlılık ve değerler hiyerarşisinin asgarisini içerir gibidir ve bu yüzden de daha az şeffaf ve anlaşılabilirdir. Mantıksal, ahlaki ya da estetik bütünler oluşturan rüyalar pek az görülür. Bir rüya genellikle mantık yokluğu, kuşkulu ahlakilik, kaba-saba biçim ve açık bir abeslik ya da anlamsızlık gibi bir çok “kötü nitelikle” ayırt edilebilen garip ve beklenmedik bir üründür. Bu nedenle, insanlar rüyayı aptalca, anlamsız ve değersiz olarak niteleyip bir kenara atmaya çok yatkındır. Bir rüyanın her yorumu, içeriğinin bir kısmı hakkında psikolojik bir ifadedir. (…) Bazı çok özel durumlar dışında rüyayı görenin işbirliği olmadan rüyanın anlamını çıkartmak olanaksız olduğundan, onun öz saygısını gereksiz yere zedelememek için olağanüstü dikkat sarf etmek gerekir. (…) Bir rüyayı anlamak çok zordur. Bir rüyanın anlamlı iç yapısı ortaya nasıl çıkartılır? Anlaşıldığı kadarıyla, kabus gibi bilinen ‘tipik’ rüyalar dışında, rüya açıkça belirlenmiş yasalara ya da düzenli davranış tarzlarına uymaz” .

Rüya yorumlarında Freud’un önemi hiçbir yorumun rüya gören olmadan yapılamayacağını kabul etmesidir. Jung, Freud’un rüyaların bastırılmış istekler olduğu konusundaki vurgusuna karşı çıkar. Bu ona göre peşin bir hükümdür. Her ne kadar bu tarz rüyalar olsa da, aslında, Jung’a göre rüyaların altında yatan bilinçaltı süreçlerin, biçim ve içerik olarak, bilinçli süreçlere göre daha sınırlı ve tek taraflı olduğu yönündeki varsayımı destekleyecek gerekçeler yoktur. Buradan hareketle Jung bağlamın boşunu alma adını verdiği bir işlem geliştirir. Bu rüyanın her öne çıkan özelliğinin rüyayı gören açısından sahip olduğu anlamlandırma dizgesinin ortaya çıkartılmasıdır. Bağlamın incelenmesi mekanik bir çalışmadır ama ardından okunabilir bir metin üretilmesini sağlar. Bu metnin oluşturulması zahmetli bir iştir. Psikolojik özdeşleşmeyi, eşgüdüm yeteneğini, sezgiyi, dünyayı ve insanı tanımayı ve her şeyin ötesinde, geniş bir anlayışı ve belli bir yürek zekâsını gerektiren özel bir çabayı gerektirir. Rüyaları anlamak, deşifre etmek ancak bağlamın titiz bir deşifresi ile mümkün olabilir. Rüyaların kökleri ona göre zihnin ölçülemeyecek derinliklerinde yatar. Bu anlamda rüya bizim irademize direnmekle kalmaz, sık sık bilinçli olarak da karşı durur.

 

*Bilim İnsanı- Akademisyen

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 149 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI