Dr. Mehmet Kendirci Yazdı: Cumhuriyet’in Taşra Sorunu

Taşranın, köy, mezra ve(ya) kasaba ağırlıklı mekânsal bağlamları olmakla birlikte her daim mekânsal bağlamlardan azade düşünsel boyutu da bulunmaktadır. …

A+
A-

 

Dr.Mehmet Kendirci / Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi

Sorunlar Yumağı Taşra…

Taşranın, köy, mezra ve(ya) kasaba ağırlıklı mekânsal bağlamları olmakla birlikte her daim mekânsal bağlamlardan azade düşünsel boyutu da bulunmaktadır. Türkiye’de egemen taşra ‘okumasının’, mekânsal ve düşünsel bağlamların mutlak ilişkiselliği dahilinde şekillendiği iddia edilebilir. Bu noktadaki ilişkisellik gözetildiğinde ise Cumhuriyet’in taşrayı ele alış biçiminin üç temel bileşene dayandığı görülmektedir; taşra, bilinebilir bilinemezlik, öğrenilebilir öğrenilemezlik ve medenileştirilebilir medenileştirilemezlik uzamı olarak değerlendirilmektedir.

Taşranın bilinebilir bir bilinmezlik uzamı olarak görülmesi taşranın mekânsal mesafesi ile bağlantılıdır. “Şu bilinmeyen Anadolu” (Aydemir, 2017: 65) olarak ifade edilen ‘o yer’ bilinmektedir; sorun ‘o yer’ ile kurulan temasın çok sınırlı olmasıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sivas’ın, Kayseri’nin, Kütahya’nın, vatan coğrafyasının her köşesinin kendine mahsus hayatı var. Yalnız bizim bu hayat hakkında bilgimiz yok” (Tanpınar, 2015: 96) ifadesiyle yaşanan temassızlığa işaret etmekte ama sorunun başka boyutu olduğuna da dikkat çekmektedir. Taşra, öğrenilebilir bir öğrenilemezlik uzamıdır. Bu noktadaki en temel sorun, temas edilecek ‘varlığa’ ilişkin ön yargılardır. Taşrayı tanı(ya)mama ön yargılar, taşraya ve taşrada yaşayan insana dair egemen anlatıları temellendirmiştir. Egemen anlatıların en büyük problemi ise, taşranın çelişkili bir biçimde medenileştirilebilir bir medenileştirilemezlik uzamı olarak görülmesine yol açmasıdır.

Taşra kavrayışını şekillendiren bu bileşenler, Cumhuriyet’in taşraya müdahale etmesine ve taşrayı modernleştirici ve medenileştirici siyasalarıyla değiştirip dönüştürmesine temel oluşturmaktadır. Anımsatmak gerekir ki uygulanan -veya uygulanmak istenen- siyasalar, merkez kentler merkezlidir ve merkez kentlerde takip edilmektedir. Oysa taşra söz konusu olduğunda siyasaların yarattığı etkiler ve neden olduğu sonuçlar daha ‘radikaldir’. Taşranın sahip olduğu görece özgül ve özerk konumu -ve fakat aynı zamanda da ‘kendi halinde devinen’ hali- nedeniyle ‘radikalliğin’ izdüşümlerinin takibi daha kolaydır. Cumhuriyet’in taşra söyleminde sorunsallaştırılan, taşrada ya da taşralı olma ya da taşranın bizatihi kendisi değildir. Taşranın sorunsallaştırılması, sorunun bir amaca hizmet etmesi için araçsallaştırılmasına koşutlanmıştır; taşra ve taşra(da)(lı) bileşenleri kapsayan anlatılar, merkezlere dair anlatıları beslemek için seferber edilmiştir; taşra, merkezler dolamıyla anlam kazandığı ve aynı zamanda da merkezlere anlam kazandırdığı ölçüde ‘değerlidir’.

Başıboş, kendi haline bırakılmış ve bu nedenle de modernlikten ırak, medeniyetten nasiplen(e)memiş, ‘ilkel yaşam alanı’ olarak betimlenen taşradaki ‘yapılar’ tarihsel bir süreklilik içerisinde ele alınmaktadır. Şevket Süreyya Aydemir’in Anadolu betimlemesi bu tavrın cisimleştirildiği klasik örneklerdendir:

“Köyler görürsünüz ki insanlar yerin altında yaşarlar. Jeolojik devirlerin biriktirdiği eski yanardağ küllerini, tarihöncesi kazmaların eşi olan aletlerle delebilen insan, bir tepenin altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymuştur. Bu kovukların içinde ağır, fakat daima serin bir hava bulursunuz. Testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarların içerisinde ayrı ayrı yerler oyulmuştur. Tepenin altını dolduran bu yer altı evlerinin, bu mağara konutlarının bazen birinden diğerine geçilir. Havaya açılan deliklerden içeriye loş bir ışık sızan bu yeraltı dehlizlerinde, tarihöncesi devrinin mağara adamı gibi dolaşırsınız. […] Her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. Bu âlem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. Başka bir çağdan arta kalmıştır. Toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. Dağda adına ekin denilen şey, ancak hasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir. ’İnsanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar?’ diye düşünürsünüz” (Aydemir, 2017: 65).

Taşranın modernlikle ve medeniyetle tanıştırılıp, egemen sosyo-kültürel bağlarından yalıtılarak Cumhuriyet’in modern ve medeni saikleriyle yeniden inşası için kültürel uzama müdahaleler Erken Cumhuriyet Dönemi’nde 1 Kasım 1935’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açış konuşmasında derli toplu sunulacaktır. Cumhuriyet’in taşra ‘okuması’ için bir tür mihenk taşı niteliğindeki konuşma açıkça ilgili zamana kadar uygulanan ve sonrasında uygulanması istenilen kültür siyasaları ile taşra arasındaki ilişkiyi vurgulayarak sonrası yıllar için yapılması gerekenleri imlemektedir: “Türk ülkesi içinde köylere varıncaya kadar küçük büyük bütün şehirlerimizin genlik [refah] ve bayındırlık göreyi [manzara] olması önde tuttuğumuz amaçlardandır. Türk’e ev bark olan her yer sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün örneği olacaktır” (“Türkiye Büyük Millet…”, 2010: 382) (1)

Atatürk’ün yaptığı konuşmada uygulanması istenilen taşra siyasalarıyla biçimlendirilecek ideal bir taşra imlemesi yapmaktadır ancak Cumhuriyet Türkiye’si aynı zamanda da mirasçıdır; Cumhuriyet’in miras aldığı ‘kadim’ sorunlar yerli yerindedir: Coğrafi koşullar elverişsizdir, sarayları fethetmiş Cumhuriyet taşradaki doğayı -hâlâ- fethedememiştir ve üstüne üstlük modernleştirilip medenileştirilebilecek insan kütleleri tam da bu elverişsiz coğrafyalarda sert doğayla yoğrulmuşlardır…

Cumhuriyet’in bu ‘hayatî sorunları’ ele alma biçimi Türk’ün ari değerlerinin anımsanması üzerinden yükselmektedir. Sert doğa koşulları içinde doğal olarak sert olmaları beklenen taşralıların yaşayışlarının oldukça düzenli ve disiplinli olduğu belirtilmekte ve bunların ‘yabana’ karşı “nazik görünme” (Aydemir, 2017: 65) peşinde oldukları özellikle vurgulanmaktadır. Taşrada yaşayan insanların özlerinde, Cumhuriyet’in modernleştirici ve medenileştirici siyasalarıyla amaçladıklarının nüveler halinde zaten hali hazırda bulunduğu ima edilmektedir. İmalar ise edebi yazıma hâkim taşra anlatılarıyla tezat içindedir. (2) Tezadın giderilmesi için izlenecek yol Niyazi Berkes’in, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde köye yönelik “köylü geri olduğundan cahil değil, cahil olduğundan geri” (Berkes, 2016: 91) ifadesinde

görüldüğü üzere sorunu cehalet, modernlik ve medeniyet sorunu olarak tanımlamaktan geçmektedir.

Cumhuriyet’in taşrada uyguladığı siyasaların, bunların pratikteki başarısına veya başarısızlığına bakılmaksızın, birkaç temel güdüyle sarmalandığı iddia edilebilir. Bunlardan ilki ve en temeli, Cumhuriyet’in taşraya ulaşabilmesidir zira öncelikli olarak “memlekette fiziksel bütünlük yoktur” (İnönü, 2014: 518). Taşra, coğrafi olarak ulaşılması zor bir yer olarak görüldüğünden taşraya ulaşabilmek için atılan her adım bir zafer olarak sunulmaktadır. Geç Osmanlı Dönemi’nden Erken Cumhuriyet Dönemi’ne uzanan süreçte haberlerde sunulan zaferler demiryollarıyken, 1950’lerden 2000’li yıllara uzanan süreçte demiryollarına -ağırlıklı olarak- karayolları ve havaalanları da eklenmiştir.

Taşraya ulaşmanın peyder pey bir sorun olmaktan çıkartılması harici taşra anlatılarını sarmalayan bir diğer temel güdü, taşranın tüm bileşenleriyle, “sayfiyeti masumdur” (Tamim, 2001: 388) ifadesiyle dile getirilen, masum, temiz ve naif olduğuna yönelik inançtır. Bu başat inancın arkasında, taşranın telkine açık çocuksu ve kırılgan yapıya sahip olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk’ün “her vatanperver ve aydın zevatın uhdei hamiyetine düşen dini ve milli bir vazife” (Tamim, 2001: 388) olarak tanımladığı ulusal görev, taşrayla kurulacak her türlü temasın ”bir peygamber saffetiyle, bir misyoner hulûli ile halkın, köylünün kalbine girme” (Örensun, 1938: 258) amacını gözetip, “münasip bir lisan” (Tamim, 2001: 388) ile gerçekleştirilmesidir.

Taşranın masumluğu, temizliği ve naifliği vurgulanarak inşa edilen kontrollü dilin verili kabul aldığı, taşrada masumluğu, temizliği ve naifliği kirletecek araçların olmadığına dair umuttur; daima neşeli olan saf Anadolu köylüleriyle (Sıtkı, 1934: 18) dolu olduğuna inanılan taşra, “geçim tarzları, eğlenceleri, düğün adetleri gayet basit […] görgüleri ve bilgileri pek az, fakat millet ve hükûmet sevgisi fazla” (C, 1933: 29) olan yurttaşların yaşam alanıdır. Dikkat çeken nokta taşrayı olumlayan ifadelerin gerçekte taşranın özündeki modernlik ve medeniyet ateşinin kıvılcım olarak varlığını kabul almakla birlikte bu ateşin harlanmaktan ne kadar uzakta olduğunun ispatı için kullanılmasıdır.

Sahip oldukları boş zamanı doğru ve verimli bir şekilde değerlendirmeyi bilmeyen taşrada yaşayan insanlar, boş zamanları dışında kalan çalışma ve eğlence zamanlarını da doğru ve verimli bir şekilde değerlendirememektedirler. Türk’ün çalışmayla var olduğunu şiar edinen Cumhuriyet’in çizdiği çerçevede ne çalışmayı ne eğlenceyi ne de zamanı nasıl kullanacağını bilmeyenlerin yaşadıkları hayat, ‘ölü hayat’ olarak görülmektedir; taşra masumdur, temizdir ve naiftir çünkü gerçekte ölü bir hayat yaşamaktadır; taşra ne yaşamaktadır ne de ölüdür.

Taşrada hayatın ve hayatın biricik edimi olarak görülen eğlencenin çözümlenebilmesi için var olan veriler dahi taşranın ‘ölü hayatının’ -yaşa(ya)mamışlığının- en görünür olduğu uzamın kültürel hayat olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bu noktadaki belirleyen ise, ölü hayatı yaşayan ve içten çürüyen taşraya eğlencenin ‘dışarıdan’ gelmesidir. Taşraya dışarıdan gelen eğlence ise taşraya ‘yabanlığından’ bir türlü taşrada kök salamamaktadır.

Bu doğrultuda egemen anlatı taşranın eğlencesiz, Reşat Nuri’nin ifadesiyle “öteden beri eğlencesiz ve neş’esiz” (Güntekin, 1975: 82), olduğunu vurgulasa da gerçekte taşra eğlencelidir. İddia edilen ile olan arasındaki görünür çelişki modernleştirme ve medenileştirme iddiasında olanlar için bir çelişkidir. Doğa şartlarının bir sonucu olan taşranın ıraklığının, taşrada modern dönem getirileriyle şekillenen modern çalışma güdülerinin ‘bilin(e)memesinin’ ve nihayetinde eğlenceden ‘mahrum kalmanın’ taşradakiler için o kadar da önemli olmadığı iddia edilebilir; zira oturak eğlenceleri, düğünler ve kimi noktada da dini -ve hatta ladini- ritüeller (bayramlar) taşradaki eğlence eksikliğini -görece de olsa- kapatmaktadır.

Bu noktada temel bir soru sorulmalıdır. Cumhuriyet, kendi iç düzeniyle ve disipliniyle devinen ‘kendi halindeki’ eğlence hayatında neden değişime-dönüşüme gitmek istemektedir? Basit bir açıklama olsa da başlangıçta bizatihi Cumhuriyet’in varlığı bu isteğe neden gösterilebilir. Bu bağlamda müdahale, kendisinin varlığıyla ve bunun sunulup sürekli kılınmasıyla iç içe geçmiştir. Cumhuriyet, modernleştirici ve medenileştirici savlarının imlediklerinden önce yeni bir ‘şeydir’ yoksa Osmanlı Dönemi’nde de siyasal iktidar, yetersizliği ya da yeterliliği tartışmaya açık olsa da, taşradaki iktisadi, sosyal, kültürel alana doğrudan müdahale etmiş, bu alanları imparatorluğun modern güdüleri çerçevesinde düzenlemeye çalışmıştır. Cumhuriyet’in yeniliği ise benzer güdüler dâhilinde ancak farklı bir bağlama işaret etmesinde gizlidir.

Cumhuriyet, eğlenceyi yurttaşlar için bir ayrıcalık, bir tür lüks olmaktan çıkartma hedefindedir. Taşradaki egemen eğlence hayatının lüks tüketimi ve israfı buyur edecek herhangi bir yönünün varlığına Cumhuriyet ironik bir biçimde açıktan karşı çıkmamaktadır. Buradaki karşı çıkmama, -özellikle düğünler gözetildiğinde- Cumhuriyet’in bunlara karşı sessiz kaldığı ya da israfa icazet verdiği anlamına gelmez. Kurulmaya çalışılan denge özellikle taşraya içkin yokluk ve hiçlik söylemleri temelli israfın engellenip tasarruf yapılması hatırlatmalarının eğlenceyi sarmalamasına yöneliktir. Bu sayede Cumhuriyet eğlenceyi ön onaya dayalı bir ayrıcalık ve lüks olmaktan çıkartarak kendi değerlerini zerk edecek uygun zemin yaratmaktadır. Nihayetinde Cumhuriyet izlediği yolla kendi sınırlılıkları dâhilinde icazet verdiği eğlence hayatını tek tipleştirip standartlaştırırken aynı zamanda da sürecin bütününde kendi meşruiyetini sağlamaktadır.

Bu bağlamda Cumhuriyet’in taşrada hayatına müdahale etmek için izlediği ana yol, taşrada eğlencenin ritüelistik bir söylemle ve mahiyetle sarmalanıp resmi ve kamusal ritüel (bayram) dizgeleriyle olabildiğince kesiştirilmesidir. Kesişimin gözden kaçırılmaması gereken yönü ise gerçekleşen değişimin ve dönüşümün gerçekte ritüel aleyhine şekillenmesidir. Cumhuriyet’in dini-ladini ritüellere (bayramlara) müdahalesinin mahiyeti, yarattığı etkiler ve neden olduğu sonuçlar ağırlıklı olarak ritüeli merkeze alan bir çalışmanın sınırları içinde olsa da, düğün ve sünnet törenleri gibi -özü itibariyle- ‘ritüellerin’ olabildiği ölçüde eğlenceye evirilmeye çalışılması dikkat çekicidir. Ritüel yönleri baskın olan törenlerin, özellikle taşrada yerel güç odaklarınca icazet verilerek gerçekleştirilen kamusal edimler olmaktan çıkarılmaya başlanması, Cumhuriyet’in eğlence -şüphesiz ki aynı zamanda da ritüel- uzamına sızma, yine imkânlar altında, ilgili uzamlara hâkim olarak onları değiştirme ve dönüştürme amacını yansıtmaktadır.

Durgun ve Eğlencesiz Bir Uzam Olarak Taşra…

Cumhuriyet’in imkansızlıkları ve yetersizlikleri gözetildiğinde taşradaki kültürel hayatı değiştirip dönüştürmek için attığı adımların beklendiği kadar etkili olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Atılan adımlar kurumsal düzenlemeler olmaktan öte belli bir sürekliliği olmayan, kurumsallaşamamış resmi uygulamaların veya şahsi girişimlerin sonucudur. Cumhuriyet’in taşrayı dönüştürmesi için bu işle yükümlü kılınmış resmî kurumlara ihtiyacı olacaktır ki Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Halkevleri tam da bu amaçlar için seferber edilmiştir.

Cumhuriyet’in taşrada karşı karşıya kaldığı en temel engeller yine Cumhuriyet’in taşrayı okuma biçiminden kaynaklanmaktadır. Taşrada yaşayan insanlar, pastoral bir dille örülü, durmadan çalışan ve sürekli üreten bir köy portresi içinde konumlandırılmaktadır. Çalışma, ‘doğal olarak’ taşraya aittir. Eğlence, çalışma dışında bir zamanın ve mekânın parçası değil bizatihi çalışma zamanının ve mekânının bir parçası olarak görülmektedir. Eğlence biçimleri ne olursa olsun ve aynı zamanda da kim eğlenirse eğlensin, eğlence, taşra söz konusu olduğu zaman çalışmayla bağlantılandırılmaktadır. Hatta spor ve beden eğitimi dahi, taşrada çalışmayla denk tutulmaktadır. Köylerde, “spora meraklılar yoktur. Gerçi köy işleri[nin] bunun yerini tutmakta” (İşsever,1934: 25) (1) olduğu üstüne basa basa vurgulanmaktadır. Merkezlerde yaşayanların

 

“gürbüz ve yavuz evlatlar” (Akın, 2018) olmayı öğrenmesi gerekirken, taşradakiler doğaları gereği ‘gürbüz ve yavuz’ kabul edilmektedirler.

Taşradakilerin eğlencesiz bir yaşam sürdüklerine dair egemen kabulün ardındaki taşrada insanların çalışmaktan zaman bulamamalarına işaret eden yorumlar eğlencenin çalışmaya koşutlanmasıyla yapı bozuma uğratılmakta, ancak yerine yeni bir şey koyulmamaktadır. Taşrada çalışma ile eğlence arasında kurulan ilişkinin katılığı, ‘safiyeti’ belli olan yurttaşın taşrada başıboş bırakılmayıp, onun kötü telkinlerin, kötü alışkanlıkların etkisi altında kalmasını engellenmek içindir; ‘arî Türk’ün’ özünü korumaya yöneliktir.

Bu nedenle Cumhuriyet’in taşrada eğlence mekânları ile ‘resmi’/’kamusal’ mekânları arasında yakınlık inşa çabası dikkat çekicidir. Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Halkevleri bu tavrın klasik örneği olarak işaretlenebilir. Sonraki yıllarda ilgili tavrın çok da değişim göstermediği iddia edilebilir; ‘resmi’ spor salonları salt spor yapılan mekânlar veya kültür saraylarının bünyelerindeki tiyatro sahneleri salt tiyatro oyunlarının sergilendiği mekânlardan fazlasıdır. Bu mekânlar ‘siyasallaştırılmış’ mekânlardır; miting alanlarıdır. Mekânların biricikliği, mekânlarda Cumhuriyet’in temel sembolleriyle yeni siyasal bedeni ve onun modernleştirici ve medenileştirici güdüleri cisimleştirilmeleri kaynaklıdır. Mekânların sahnelerinde geçmiş ile an arasında ilişki, geçmişin ve anın temel imgeleriyle ve sembolleriyle kurulmaktadır.

Cumhuriyet’in cisimleştirilmesine yardımcı olan bir diğer temel yol ise taşradaki ritüellerin disipline edip düzenlemesi, taşrada rejimin kendi resmi ve kamusal ritüellerini uygulayabilmesi ve aynı zamanda da taşradaki gündelik hayat rutinlerini bir tür ritüelistik dizge olarak görüp disipline edip düzenlemesinden geçmektedir. Vurgulamak gerekir ki eğlence ve ritüel bir ve aynı şey değildir; izlenen yol dâhilinde Cumhuriyet için ritüelin biçimsel çerçevesi, eğlencenin biçimsel çerçevesinin çizilmesine örnek oluşturmaktadır. Öyle ki imkân koşullar altında düğün ve sünnet töreni gibi ritüeller dahi, ritüel özlerini ve ritüelistik yönlerini tam olarak yitirmeden, eğlenceye dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Eğlencenin bu şartlarla ve koşullarla düzenlenmesi, Cumhuriyet’in taşrada karşı karşıya kaldığı zorunlulukların bir sonucudur. Siyasal iktidarın taşraya resmi ve kamusal ritüeller dolamıyla sızıp taşrada yavaş yavaş kök salmaya başlamasıysa, ritüellerin ayırıcı yönlerinin ön plana çıkmasına neden olmakla birlikte aynı zamanda da eğlence ile resmi ve kamusal ritüeller arasındaki farkları da görünür kılmaktadır.

Her şeye karşın çizilmeye çalışılan bu çerçeve mutlak bir başarı timsali olarak okunmamalıdır. Elde edilen kazanımlarda Cumhuriyet’in temel güdülerinden uzaklaşması söz konusu dahi değildir. Bu türden sızma girişimlerinde görülmesi gereken Cumhuriyet’in taşradaki düzenden ve bu düzeni sürekli kılan disiplin kodlarından memnun olduğu, ya da daha hafif bir ifadeyle, var olan şeyleri zımni kabul ettiğidir. Öyle ki bunun kabul edilmediği durumlarda Cumhuriyet’in, ‘terbiye edebilmek için’ Halkevleri -ve hatta son dönemlerde Millet Bahçeleri ve Kıraathaneleri- gibi araçlarla müdahaleden; sunduklarını egemen kılmak için ise mücadeleden, hiç ama hiç kaçınmadığı anımsanmalı, kazanılan başarının Cumhuriyet’in modernleştirici ve medenileştirici güdülerine koşutluğuna dikkat edilmelidir.  

Bu ilişkisellikte vurgulanması gereken yön, resmi ve kamusal ritüeller ile eğlence hayatı arasında açılmaya başlayan mesafede amaçlananın yine taşranın ‘terbiyesi’ olduğudur: “Her milletin içtimaî bünyesine, kabiliyetine, tâbi olduğu maddî ve manevî şeraite göre muhtelif istikametler alır. Bunun içindir ki diğer milletlerin tatbik ettikleri halk terbiyesi sistemini ve programını memleketimizde tatbik etmek beklediğimiz faydayı temin edemez. Halk terbiyesi köylerden başlar, şehirlerde nihayet bulur” (Cemal, 1933: 4). Cumhuriyet’in sembolleri tam da bu ifadelerin ışığında hayati bir önem kazanmaktadır. Rejimin sembollerinin taşradaki kamusal alanlarda yoğun biçimde dolaşımda olmasının sürekli kılınmaya çalışılması, taşranın sürekli keşfedilecek, fethedilecek, disipline edilip düzenlenecek ve ‘terbiye’ edilecek bir uzam olarak kabul edildiğini gözler önüne sermektedir. Uzamların ortaklığı, meydanlardaki ya da ‘eğlence’ mekânlardaki simgelerin ve sembollerin ortaklığıyla sağlanmaktadır; ‘şanlı’ bayrak, bayrağın gölgesi altındaki ‘Kurucu Baba’ büstleri/heykelleri/fotoğrafları ve ilaveten dönemlerin siyasal iktidar mensuplarının fotoğrafları…

Sonuç Yerine…

Taşra, coğrafi olarak farklı farklı yerleşim bölgelerini kapsadığından taşrayı disipline edip düzenleme amacıyla resmi ve kamusal ritüellerin (bayramların) seferber edilmesi başlangıç için kaçınılmaz bir tavırdır. Ancak resmi ve kamusal ritüellerin ya da düğün ve sünnet törenleri gibi ritüel yönü ağır basan ‘eğlencelerin’ taşrada eğlence eksikliğini giderecek ikame araçlar olarak görülmesi oldukça sorunludur. Bu açıdan sorunun ilk bağlamı taşrada eğlencenin disipline edilip düzenlenebilmesi için resmi ve kamusal ritüel dizgelerinin hem söylemsel hem de pratikte örnek alınması ve her iki dizgenin birbirine olabildiğince yaklaşması kaynaklıdır. Nitekim ülke genelinde kutlanan resmi ve kamusal bayramlarla ve onların sahip olduğu ritüelistik dizgelerle taşrada gündelik hayatı disipline edip düzenlemek isteyen Cumhuriyet’in elde ettiği başarı sınırlıdır; makul olmak adına başarı, en azından beklenen düzeyde değildir.

Bu bağlamda diğer bileşen olan resmi ve kamusal ritüeller dışında kalan eğlence biçimleri ve eğlence hayatı da sorunlarla sarmalanmıştır. Hatırlatmak gerekir ki özellikle Erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki saha araştırmaları aynı zamanda da Cumhuriyet’in taşradaki yaşama müdahale edebilmesini sağlayacak eğlence araçları arayışıdır. Verilerin öncelikli olarak gözler önüne serdiği, Cumhuriyet’in taşrada yurttaşa sunabileceği eğlence araçlarının sınırlılığıdır; teknik eksikliklerdir. Taşradaki köylere, mezralara ve kasabalara ulaşmanın en temel dert olduğu hakikati, sınırlılıklar ve eksiklikler için meşru gerekçeler olarak sunulabilir ancak aynı

 

sınırlılıklar ve eksiklikler taşradaki şehirler söz konusu olduğu zaman izahı zor bir durumlar yaratmaktadır.

Cumhuriyet bu açmazı çözmek için şahsi girişimler temelli eğlence ‘pratiklerine’ -geziler düzenlenmesi ve çadır kampları yapılması gibi (bkz. Altay, 2008: 427-428)- yönelmeye çalışsa da Cumhuriyet’in bu tip şeyleri hoş karşılayıp teşvik ettiği de söylenemez. Zira buradaki en büyük sorun eğlencenin kurumsallaşamaması ve şahsi girişimler olduğu için denetlenememesidir. Bağlantılı olarak örneklerin en büyük tehlikesi halk nezdinde bir tür sınıfsal/statü grupsal fark yaratma intibası uyandırma riskidir ki bu, Cumhuriyet’in eğlence siyasalarında, en azından görünür düzeyde, kaçındığı şeylerin başında gelmektedir; eğlence herkesle beraberdir ve herkes içindir.

Cumhuriyet, yurttaşların eğlenceye katılımlarında zorunluluk ile gönüllük arasındaki bir denge kurmaya çalışmaktadır. Veriler, siyasal iktidarın taşrada yurttaşları eğlencelere dâhil edebilmek teşvik edici olduğunu ancak bunun mutlak bir zorunluluk olmadığını, taşrada yurttaşların rızaları alınarak onların kendiliğinden eğlencelere katıldıklarını hatta ve hatta eğlencelere katılmak için can attıklarını inat ve ısrarla vurgulamaktadır.

Anlatılar köylülerin ve kasabalıların taşra şehirlerindeki modern eğlencelere ulaşıp, onların tanıkları olmalarını sevinçle sunarken, metin altında gözden kaçmaya çok müsait olan ince bir detay tam anlamıyla gün yüzüne çıkmaktadır: İnsanlar şehirlere, sunulan imkânlar dâhilinde ‘taşınmışlar’ veya kendi çabalarıyla şehirlere gelip, şehirlerdeki modern eğlencelere ‘tesadüfen’ şahit olmuşlardır. Tesadüflerin yaratabileceği anlamsal farklılıklar ve köylülerin ve kasabalarının şehirlerde başıboş dolaşıp aylaklık etmeleri siyasal iktidarı ürkütmektedir.

Bu açıdan taşra şehirlerine kendi imkânlarıyla gelen ‘taşralıların’ şehirlerde Halkevleri’ne gitmeden, ‘kendileri gibi olanlarla’ rahatça zaman geçirecekleri Köy Hanı olarak ifade edilen bir tür ara mekânların öngörüldüğü oldukça ilginç bir öneri söz konusudur:

“Köylü terbiye ve sıhhat esaslarına vakıf bir müdirin ifadesinde bulunması icap eden bu binada en az varlıkla temiz ve sıhhî yaşama imkânlarını görecek ve tecrübe edecektir. Handa yapılacak ufak inkılâp, ziraat, sıhhat müzeleri en verimli olan gözlerden terbiye yoliyle köylünün ruhî ve fikrî inkişafına hizmet edecektir. Bu hanlarda bir okuma odası vücude getirmek, basit konuşmalar tertip etmek, terbiyevî filimler göstermek, karagöz oynatmak, küçük köylü piyesleri temsil etmek vs. yollariyle de köylünün inkişafına hizmet etmek kabildir. Köyünde binbir işiyle meşgul olan, akşam evine yorgun dönen, ve muhitinin sessizliği içinde pısan köylü şehrin mahmuzladığı heyecanları, muhitinden ayrılmanın verdiği muhit arama iştirakiyle, boş vaktinin çokluğu ile her türlü telkin ve terbiyeye karşı fevkalâde açık ve alıcı olacaktır. (Kemal, 1934: 320).

Cumhuriyet’in taşrada eğlenceyi düzenleyici siyasalarında, Halkevleri gibi kapalı mekânları ön plana çıkartmasına ilaveten yine bir başka kapalı mekân olan Köy Hanı’nı da ön plana çıkartmaya çalışması, Cumhuriyet’in taşrada kaçınmak istediği ancak kaçınamadığı kısır

döngüyü gözler önüne sermektedir. Cumhuriyet, kendince haklı gerekçelerle oldukça soğuk bir ifadeyle işaret etmektedir; eğlencenin nerede düzenlendiğinin ve yurttaşın eğlence için nereye gitmesi gerektiğinin işaretidir bu, ancak işaret ettiklerinin içini tam olarak dolduramaması, yurttaşlarını tam olarak ‘tatmin edememesi’ nedeniyle de yurttaşlar ‘bildiğini okumaya’ devam etme eğilimi göstermektedirler.

Cumhuriyet’in taleplere sistematik bir tepki göstermeyip talepleri karşılamaya çalışmasının arka planında nihayete erdirmek istediği ancak bir türlü de istediği gibi nihayete erdiremediği kadim bir amaç yatmaktadır: Modern ve medeni dünyanın nimetlerinden asgari düzeyde yaralanarak eğlenen Cumhuriyet yurttaşının, Cumhuriyet’in sembolü olmasıdır. Eğlencenin kamusallaştırılmasının arka planındaki bu güdü şüphesiz ki her ne şart ve koşul altında olursa olsun, yurttaşların eğlenceye katılmasının istendiği anlamına da gelmemektedir. Cumhuriyet’in temel değerlerini gözeterek eğlence uzamının bir parçası olmak, Cumhuriyet’in temel değerlerini bilmekle doğrudan bağlantılıdır. Bu açıdan teknik yetersizlikler, yurttaşın Cumhuriyet’in değerleri kavrayışındaki ‘yetersizlikle’ kesiştirilmektedir. Sorunun müsebbibi sorunları çözemeyen ancak sorunları çözmek için her şeyini seferber ettiğini dile getiren ve yine buna karşın sorunları çözememe fasit döngüsü içindeki Cumhuriyet’tir.

Cumhuriyet’in taşradaki eğlence hayatını düzenlemek için takındığı resmi ve kurumsal tavır o kadar belirleyicidir ki bu belirleyicilik Halkevlerini saran söylemin vaat ediciliği ile üst üste binmiştir. Eğlence biçimlerinin çeşitlendirilmesi ve eğlence kültürünün modernleştirilmesi ve medenileştirilmesi beklentisi başlı başına bu vaatlerden sızmaktadır. Cumhuriyet’in amaçladığı jimnastik, güreş, boks, eskrim, deniz sporları, dağcılık, kayakçılık, avcılık, bisiklet gibi farklı sporlar dallarının; tiyatro, opera, operet, bale gibi farklı sanat dallarının; klasik müzik

 

 
 dallarının; radyonun ve sinemanın yurttaşların eğlencelerinde önde gelen araçlar olmasıdır. Bu sayede yurttaşlar hem eğitilirken hem de Cumhuriyet’in temel değerleriyle sarmalanacaktır.

Reşat Nuri Güntekin, Anadolu seyahatlerinde tuttuğu notlarında Cumhuriyet’in bu tavırdaki inadının ve ısrarının görünür olduğu ender ve fakat aynı ölçüde de ironik bir olayı aktarmaktadır. Taşrada, ki bu kez herhangi bir kurumsal yapının doğrudan teşviki veya zorlaması olmadığına dair güçlü emarelerin bulunduğu, eğlencenin ritüelistik kalıplar altında kamusallaştırılmasının güzide bir örneği olarak düzenlenmiş baloya, “renk renk açık tuvaletlerin üstüne mantolar giyilmiş, pelerinler atmış kadınlar, smokinli, yahut sadece koyu elbiseli erkekler; aralarında çarşaflı birkaç ihtiyar kadın”dan (Güntekin, 1972: 95) oluşan her kesimden insan katılmıştır. Baloda asıl dikkat çekici olan ‘Hacı amca’ olarak bilinen yaşlı eşrafın içine düştüğü durumdur. Balo ‘düzenleme komitesinin’ en pahalısından bilet sattığı Hacı, -Hacı’ya modern bir eğlencenin biletinin satılması, üstüne üstlük bunun en yüksek değerden satılması başlı başına semboliktir-, “Helâl ve hoş olsun. Beş kâğıdı saydırdılar… Elbette gideceğiz; velâkin bir şeye aklım ermiyor. Bizim bildiğimiz bir insan, parasını verip eğlentiye gitti mi başkaları oynar, o oturduğu yerde bakar, eğlenir. Bu baloda adamı parasiyle oynatıyorlar” (Güntekin, 1972: 93) ifadesiyle Cumhuriyet’in taşradaki eğlence siyasalarındaki hikmet-i hükümetini tam olarak yansıtmaktadır. Doğrudan müdahalesi olsun ya da olmasın Cumhuriyet herkesin kamusal eğlencelere katılmasını ve eğlencelerin bir parçası olmasını istemektedir; yurttaşları kendi kurallarıyla ‘eğlenceye zorlamaktadır’.

 

Kaynakça

“Tamim”, 2001, Atatürk’ün Bütün Eserleri (1919-1920), Cilt 6, İstanbul: Kaynak Yayınları, s. 388.

“Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Devre 1. Toplanma Yılını Açış Konuşması-(1 Kasım 1935)”, 2010, Atatürk’ün Bütün Eserleri (1934-1935), Cilt 27, İstanbul: Kaynak Yayınları, s. 381-383.

Anonim, “Balıkesir Halkevi-Tesis Faaliyetleri”, Kaynak, Sayı Belirtilmemiş, Balıkesir, s. 32.

Anonim, 1935, C. H. P.-Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutanağı, Ankara: Ulus Basımevi.

Akın, Y., 2018, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”, İstanbul: İletişim Yayınları.

Altay, F., 2008, 10 Yıl Savaş ve Sonrası (1912-1922), Ankara: Eylem Yayınları.

Aydemir, Ş. S., 2017, Suyu Arayan Adam, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Berkes, N., 2016, Türk Düşününde Batı Sorunu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

C, A., 1933, “Halkevimizin Köy Seyahatları-1-Yavuzkemal Nahiyesi”, Aksu, Sayı 1, Giresun, 1933, s. 26-29.

Cemal, S., 1933, “Halkçılık, Köycülük”, Aksu, Sayı 1, Giresun, s. 4-6.

Doğan, C., 2022, “Kanını İçeceğim” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bireysel Şiddetin ve Öldürmenin Tarihçesi (1858-1938), İstanbul: Kitabevi.

Erenel, İ., 1940, “Bulancak Kazasının (Şeyhmusa) Köyü”, Aksu, Sayı 21, Giresun, s. 3-7.

Evrenyol, H. M.,1936, “Korkunun Anası Cehalettir”, Ülkü, S. 37, Ankara, s. 44-47.

Güntekin, R. N., 1972, Anadolu Notları-1, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri.

Güntekin, R. N., 1975, Anadolu Notları-2, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri.

Hilmi, 1936, “Köyümde Gördüklerim”, Ülkü, S. 37, Ankara, s. 58-63.

İnönü, İ., 2014, Hatıralar, (Haz. Sabahattin Selek), Ankara: Bilgi Yayınevi.

İşgör , A. S.,1935, “Giresun’un Çayır Köyü”, Ülkü, Sayı 32, Ankara, 1935, s. 146-152.

İşgör, A. S., 1940, “Giresun Espiye Köyü”, Ülkü, Sayı 91, Ankara, s. 55-63.

İşsever, A., “Bir Köy Tekiki”, Aksu, Sayı 12, Giresun, s. 20-25.

Karaosmanoğlu, Y. K., 1996, Yaban. İstanbul: İletişim Yayınları.

Karaosmanoğlu, Y. K., 2016, Ankara, İstanbul: İletişim Yayınları.

Kemal, N., 1934, “Köylü Hanı”, Ülkü, S. 16, Ankara, s. 319-320.

Kendirci, M., 2022, Eğlencesiz Eğlence Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde Eğlence ve Siyasal İktidar, İstanbul: İletişim Yayınları. 

Kendirci, M., 2024, “Ah Şu Taşra; Sessiz ve Renksiz Taşra”, Tezkire, Yıl 33, Sayı 87, Ankara, 2024, s. 31-44.

Köymen, N., 1936, “Köy Çalışmalarında Tek Müsbet Yol: Köylü Hanı, Ülkü, S. 40, Ankara, s. 299-302.

Nedim, V., 1932, “Ümmîlikle Mücadele İçin Köy Kampları”, Kadro, Sayı 1, II. Kânun, Ankara, 1932, s. 42-43.

Obuz, Ö., 2023, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dilenciler Şu İnsan Denilen Et ve Kemik Yığınları, Ankara: Fol Kitap.

Örensun, N., 1938, “Kültür ve Halk”, Enerji, Cilt 1, Sayı 11, Şubat, Isparta, s. 257-258.

Sıtkı, B., 1934, “Bu Bir Değirmen Hikayesidir”, Büyük Gazete, No. 1, İstanbul, 1934, s. 18.

Tanpınar, A. H., 2015, Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz. Z. Kerman), İstanbul: Dergâh Yayınları.

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

POPÜLER HABERLER