Efil efil rüzgar, evimizin önündeki ıhlamur ağacının tomurcuklarına her dokunduğunda mis gibi kokular savururdu nemli ve yapışkan yaz sıcağının peşi sıra…
Cıvıl cıvıl kuş sesleri, renk renk çiçeklerin fiskosları doğanın neşeyle karışık armonisini sunardı..
Bendeniz en çok odamın alaturka bir görünüm veren ahşap çerçeveli penceresinin dibinde bitiveren zambakların nazlı nazlı boy verişini severdim…
Hele hele yarı açık camın arasından kavurucu yaz sıcağından kaçarcasına odamın içine doğru gizlice süzülüşleri yok mu, hatıralarımızın hüzünlü matemini dağıtırdı da Sezai Karakoç’un dizelerini karalardım masamın üstünde duran boş kağıtlara..
Zambaklar en ıssız yerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Bir zaman sonra kavurucu sıcaklardan bunalan havanın şıp şıp damlayan yağmur damlalarıyla feraha erişini izlerdim buğulu camların ardından..
Renk renk çiçeklerin, cıvıl cıvıl kuş seslerinin güzelleştirdiği doğadaki zarafetin yağmurlarla ıslanan toprağın insana huzur veren ulvi kokusuyla nihayete erişi, şiir gibi, bitmesini hiç istemediğim hülya gibi gözlerimin önünde belirirdi…
Cebimizde 3-5 kuruş mahalle bakkalının yolunu tutardık. Sokak aralarında oynanan, kaybedenin olmadığı, kazananın ise küçücük zihinlerimizde her geçen daha da büyüyen hayallerimizin olduğu oyunlarımız vardı.
Çünkü o vakitler, kapitalizmin bugünlerde zihnimize saldırıp duran konfor halinden, nefsimizin beton duvarları arasına üst üste yığdığı, bizi dünyanın güzelliklerine karşı kayıtsız bırakan tüketim alışkanlığından çok uzakta bir yerlerde yaşıyorduk hayatı.
Mutluyduk…
Çünkü mutluluk o vakitler; kıvrıla kıvrıla, köpüre köpüre akan hayatın içinde sevgi, hoşgörü ve şefkat rengiyle boyanmış, pazarlık ve değiş tokuş konusu yapmadığımız, tüketim ve eğlence nesnesi olmayan mukaddes bir bilinç haliydi.
Mutluluk, sevginin kıymetini bildiğimiz Allah vergisi bir duyguydu.
Gerçek mutluluk, Yunus’un yüreğindeki ışıktan yansıyan ‘Yaradılanı sev, Yaradandan ötürü’ dizesinde gizliydi.
Sahip olduklarımız ile değil sahip olamadıklarımızla bir bütündük…
Vazgeçmeyi bilmek cesareti bir erdemdi ve bizler o erdemin tahtına kurulmuş krallardık…
Heyhat!
İnsan zamanla eskiyor. Her geçen gün hatıralarla aramıza gri bir perde çekiliyor. Aklın, sağduyunun ve insan olmanın erdeminden git gide uzaklaşıyoruz.
Bildiğimiz veyahut bildiğimizi sandığımız eski dünya gözümüzün önünden kayıp gidiyor.
Herkesin gıptayla baktığı güzelliğe, zenginliğe, şan ve şöhrete, bilgi ve hünere sahibiz belki ancak insanı var eden mânâ âlemiyle aramızda kalın duvarların örülü olduğu heykellere dönüşüyoruz.
Dümeni ve rotası olmayan bir kayık, başıboş bir yelkenli gibi, en ağır tekneleri bile palamar çözdürüp hiç tanımadığımız bir yerlere sürükleyen güçlü akıntıların içerisinde savruluyoruz.
Zamanın hızla aktığı kapitalizm kasırgası içerisinde menzilimizi kaybetmiş durumdayız. Durup dinlenmeye, pusulamızı açıp rotamızı bulmaya vakit yok…
Bizi neyin beklediği üzerine kafa yorup anlamaktan ve anlamlı bir sözdizimine içerisine oturtup yorumlamaktan aciziz.
İnsanların birbirlerinden uzak mesafelerle ayrılmış, bizi kendi boşluklarımızın içerisine hapseden, yalnızlığın ızdırabıyla yanıp kavrulan başkalarına kapalı melankolik bir dünya kuruyoruz sanki kendimize…
Politikacıların neyi, niçin tartıştıklarının hiçbir zaman farkında olmadıkları, iktidar ve güç sahibi olmak uğruna dünyayı koca bir savaş alanına çevirerek istediğini yaşattığı istediğini hayattan koparttığı bir vahşet çağının korkunç gürültüleri arasında kulaklarımızın vicdanımızın sesine karşı sağırlaşmasını elleri kolları bağlı bir şekilde izlemekle yetiniyoruz.
Mazlum kim, zalim kim? Kafamız karışık…
Mazlumu, boş karanlıkların arasında aradıkça hangi masalarda hangi maksatlarda yazıldığı belli olmayan (!) basın açıklamalarıyla kirleniyor zihinlerimiz.
Makam otomobilleriyle sanki önemli bir iş yapıyormuşçasına oradan oraya koşturuyor izlenimi veren koca koca adamların vicdanına kaldı dünyamızın geleceği…
Her şeye rağmen bir çıkış yolu arıyoruz…
Vicdanlarımızın eninde sonunda sevgi, merhamet ve şefkat ışığıyla aydınlanacağına dair umudumuzu her daim canlı tutuyoruz.
Başta Filistin olmak üzere savaşların cehenneme dünyanın çorak topraklarının barışın ve hoşgörünün bereketiyle yeşererek cennete dönüşeceğine inanıyoruz.
Üstad Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi:
Evet umut var. İçimde bunun hep aksini söyleyen korkuya rağmen.
Yorumlar (0)