Ahmet TİRFİL / Araştırmacı-Yazar
Dünya zannedildiği gibi devletlerin, toplumların salt özgür iradeleriyle yaşamın sürdüğü, dış etkilerden arındırılmış bir alan değildir. Devletler arasında bazen gizli bazen açık olmak üzere rekabet ve savaşlar yaşanmıştır. Çatışmanın temel argümanı “hakimiyet kurma” odaklıdır. Bu aşamada siyasal, kültürel ve dini argümanlar “hakimiyet kurma” hedefinde çatışmanın alt başlıklarını oluşturur.
İslamofobi, Haçlı seferleriyle Avrupa’da bir kimlik oluşturma ve düşmanı ifade etmek için ortaya çıkmış ideolojik bir söylemdir. İslam’ın hızla yayılması ve çeşitli toplumlar tarafından benimsenmesiyle hakimiyet alanını genişletmesine karşı Batı’da İslam karşıtlığı toplumsal bir kimlik oluşturmak için kullanılmıştır. Avrupalılar, başta Kudüs olmak üzere “kutsal toprakları kurtarmak” ve “İslam’ın yayılmasını engellemek” için İslam Dini’ni “düşman” olarak ilan etmiş ve Haçlı Seferlerini bu algı üzerinden yürütmüştür.
İslam’ın Batı tarafından neden “düşman” olarak ilan edildiği sorusu kritik bir soru olacaktır. İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’ın içerik olarak evrensel haklar ilan etmesi, yeni bir din olması, özellikle Yahudilerin ve Hristiyanların tarihi geçmişleri ve mevcut durumları hakkında gerçekçi bilgiler içermesi, o dönemde Hristiyanlık dininin tahrif edilmiş olması ve kiliselerin inanan Hristiyanlar üzerindeki baskıları ve putperest bir inanç geleneğine karşı tek İlah (Tanrı) inancının hızla yayılmasını Roma’nın kendi meşruiyeti için tehdit olarak görmesi vb. konulardan dolayı Batı, İslam Dini’ni “düşman” olarak ilan etmiştir. Yani Teolojik olarak güvenli ve evrensel kaynaklı bir Hristiyan inancının olmayışı karşısında Avrupa, İslam Dini’ni kendi bakış açısıyla ithamlarda bulunarak “öteki” olarak vasıflandırmıştır.
Batı kendi medeniyet havzasının dışında kapsamlı bir medeniyetin doğuşu karşısında bir kimlik oluşturma eğilimine girmiştir. Kimlik oluşturma süreci “öteki” olarak ifade edilen kendi dışındaki şeye karşı farklılıklar üzerinden gelişen bir mukayese ürünüdür. Yani kimlik “öteki”nin üzerinden tanımlanır. Batı ve Doğu söylemi sadece coğrafi konuma bağlı olarak bir anlam yüklü değildir. Zira Batı kavramı, Avrupa açısından belirli dönemlerde genişleyip, daralan bir alanı ifade etmiş, muğlak bir söylem olarak süregelmiştir. Son dönemde ise Batı kavramı, muasır medeniyet, Avrupa egemenliği, gelişmişliği ve küresel standartları ifade ederken asıl argüman “din birlikteliği” üzerinde inşa edilmiştir. Doğu nitelendirmesi de Avrupa açısından “din farklılığı” üzerinden etiketlenmiştir. Avrupalı devletlerin kendi aralarında uzun süren savaşlar hatırlanırsa aslında yakın zamana gelene kadar birlik ve bütünlük sağlayamadıkları görülecektir. Ayrıca Batı, dinin toplum üzerindeki etkisini dışlayarak sekülerizmi ve rasyonalizmi modern düşüncenin alameti farikası olarak tesis ederken diğer taraftan toplumu İslam dinine karşı Hristiyan inancı üzerinde bütünleştirmeyi hedeflemiştir. Osmanlı zamanında İslam Dini’nin Avrupa’nın kalbine kadar nüfuz etmiş olması sonrasında Türkleri Avrupa’dan atma düşüncesi, kilisenin Hristiyanlık inancını ön plana çıkararak yaygınlaştığı, Avrupa’nın Hristiyanlık merkezli bir kimlikte birleştiği görülecektir.
Siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda geçirmiş olduğu evrelerden sonra Avrupalı kimliğin merkezindeki Hristiyanlık erimiş ve seküler bir zihin ve yaşam modeliyle Avrupalılık bu sefer çağdaş/uygar kimlik üzerinde inşa edilmeye başlanmıştır. Çağdaşlık/uygarlık, aklı, modernliği ve siyasal, ekonomik yeni liberal kuramları içeren bir bütün olarak sunulmuştur. Bu noktada yine tartışmalı bir anlayış ortaya çıkmıştır. Uygarlık/çağdaşlık ilkelerini kim neye göre belirler? Yani bir milletin diğer millete göre uygarlığının ölçütü nedir? Uygarlıkta sadece ekonomik ve sanayideki yenilikler mi belirleyicidir? Avrupalı devletlerin sömürgecilik adına diğer devletlerde, milletlerde icra ettikleri insanlık dışı faaliyetleri, kendi ülkelerinin imar projelerinde Afrikalı-Hintli kölelerin kanlı emekleriyle şehirler inşa etmeleri, başka ülkelerin enerji ve maden kaynaklarını işgal ederek sömürmeleri, tarihin en vahşi katliamları gerçekleştirerek yıllarca devletleri sömürme faaliyetleri uygarlık/çağdaşlık kriterlerinin belirlenmesinde bir anlam ifade etmiyor mu? Bütün bunlara rağmen Batı, Doğu kimliğini barbarlık, geri kalmışlık ve Avrupa’nın aydınlanma felsefesine muhtaç bir toplumu ifade eden anlam yükleyerek ötekileştirmiş buna karşılık Avrupalılık kimliğini yüceltmek istemiştir.
Avrupa Birliği kuruluşunda ve genişleme politikalarında Batı, üyeleri için uygarlık/çağdaşlık, gelişmişlik vb kriterleri jeopolitik hedefleri önceleyerek değiştirmiş, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde bu sefer yeniden din merkezli bir kimlik tanımlamasını Türkiye’nin üyelik sürecinde gündeme taşımıştır. Türklerin Avrupa’dan farklı bir kültüre ve yaşam biçimine sahip olduğu, Avrupa ile aynı değerlere sahip olmadığı itirazları sürecin asıl belirleyici faktörü olmuştur. Aslında Türkiye üretim, ekonomik potansiyel, jeostratejik ve jeopolitik alanlarda Avrupa için kritik önemi haizdir. Buna rağmen Türkiye’nin AB üyeliği dinsel farklılıktan dolayı aşamalı olarak sürüncemede bırakılmıştır. Bununla ilişkili daha bir çok örnek verilebilir ancak şu bir gerçek ki, AB siyasi ve dinsel odaklı bir medeniyet projesidir. Avrupa Birliği’nin mimarı olarak kabul edilen Avrupa Komisyonu eski Başkanı Jacques Delors, Türkiye’nin AB üyeliği müzakereleri sürecinde AB’ni tanımlarken “Hristiyan Kulübü” ifadesini açıkça belirtmiştir.
AB küresel bir güç özelliğini Jeo-politik ve jeo-stratejik önemi haiz Türkiye olmaksızın başaramayacaktır. Çünkü günümüzde artık tek kutuplu küresel güç dengesi yoktur. Dünya bu dönemde çok odaklı güçler dengesine sahiptir. Bu güçler farklı özelliklere sahip ve birbirini derinden etkileyen unsurlara sahiptir. Yani yeni dönemde güç sadece askeri veya ekonomik değil, enerji, üretim, ticaret yolları, askeri envanterin yaygınlaşması, yeni ittifakların ortaya çıkması vb birçok önemli veriler güç merkezlerini oluşturmaktadır. Batı’nın evrensellik iddiasında bulunduğu birçok veri artık dünya kamuoyu nezdinde itibarını kaybetmiş ve evrensel değer vasfını yitirmiştir. Bundan dolayı Avrupalılık kimliğinin evrenselliği güven ve güç kaybetmiştir.
Aslında Türkiye, Ab üyelik müzakereleri sürecinde tüm dünya kamuoyu nezdinde çelişkili bir duruma sürüklemiştir. Türkiye, Avrupa’nın çifte standardını ortaya çıkarmış ve ardından uluslararası teamüller gereği ülkesinin ve milletinin menfaatlerine göre davranacağını ifade ederek ciddi bir açılımı başarmış durumdadır. Avrupa reel politik açıdan Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Bundan dolayı Türkiye’nin iç politik dengelerini değiştirmeyi amaçlayan açık ve gizli müdahalelerde bulunuyor. Bunun en bariz örneği Türkiye’yi terör ile meşgul etmek ve İslam Dini ve değerlerine karşı alçakça hakaretler ve söylemler konusunda tahrih edici faaliyetlere imkân sunmasıdır. Uygarlık/çağdaşlık iddiasını insan hakları, demokrasi, özgürlük ve liberal siyasal-ekonomik sistem ile idealize ederek evrensellik iddiasında bulunan Batı, söz konusu “öteki” olunca bütün bu ilkeleri ayaklar atında ezmektedir. Ve bunu İslam’ı terörle ilişkilendirip, İslamofobi algısıyla yürütmektedir.
İslamofobi bazı yayınlarda 11 Eylül olaylarıyla başladığı iddia edilse de yakın tarihte İslamofobi Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde ABD merkezli tek kutuplu dünya düzeni düşüncesinde yeni paradigmalara ihtiyaç vardı ve bu minvalde yeni dünya düzeni anlayışını küresel anlamda hâkim kılmak için yeni bir tehdit kurgulandı. Yeni kurguda İslam, Batı Medeniyeti için yeni tehdit olarak belirlendi. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı tezi, Yeni Dünya Düzeni’nin çalışma alanını belirleyen, ABD ve AB ülkeleri iş birliği ile yeni bir doktrin olarak kabul edildi. Bu teze/doktrine göre artık dünyada ideolojik çatışmalar sona ermiş ancak din merkezli çatışma ve kaos potansiyeli dünya barışını tehdit etmektedir. Bu tehdit ise İslam Dini merkezli Müslüman ülkelerden gelmektedir. Bunun için Müslüman ülkelere “liberal demokrasi götürülmelidir”. Peki bu süreç nasıl işleyecek? Batı medeniyetinin ilkeleri ve değerleri bu ülkelerde hâkim kılınacak! Bunun için özellikle siyasal sistemler değişmelidir. Bu nasıl sağlanacak? Askeri darbeler veya toplumsal iç ayaklanma/çatışmalar aracılığıyla…
Batı, bu hedefi için evrensel iddiaları yok sayarak gerçekleştirmek için özellikle kendi toplumunda ve Müslüman ülkelerdeki toplumu psikolojik etki altına almak için İslam’ı terörle ilişkilendirerek yaptıklarına haklılık payesi kazandırmak istemiştir.
Medeniyetler Çatışması paradigmasının temel argümanı Batı Medeniyeti’nin evrensel bir medeniyet olmasının önünde İslam Medeniyeti engeldir ve bu iki medeniyet şemsiyesi altında ülkeler birleşecekler ve çatışma yaşanacaktır. Aslında bu doktrin kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Bir tarafta Batı Medeniyetinin üstünlüğü ve evrenselliği iddia edilirken diğer tarafta İslam Medeniyetinin gün geçtikçe güçlendiği ve Batı Medeniyetini tehdit ettiği ve bu süreç devam ederse İslam medeniyetinin, Batı medeniyeti aleyhine güç kazanacağı belirtilmektedir. Bu çelişkili tez diğer tarafta Batı toplumunu özellikle Hristiyan inancı kimliğinde bütünleştirmeyi amaçlamaktadır. Bütünleşme sağlanırken İslam Dini’ne karşı öfke, kin empoze edilmektedir. ABD ve Batı ülkeleri sömürü ve işgal faaliyetlerini haklı göstermek için Müslüman ülkelerde ayrılıkçı grupları silahlandırarak eylemlere teşvik ettiler ve daha sonra bu piyon örgütleri İslami örgüt olarak tanıtıp İslam Dini’ni terörle ilişkilendirip kendi toplumlarında İslamofobi eylemleri kışkırttılar.
11 Eylül 2001’de ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırı Müslüman karşıtlı ve İslam düşmanlığı için dönüm noktası oldu. Bütün dünyada ceza hukukunda “suçun şahsiliği” hükmü temel bir norm olarak kabul edilmesine rağmen ABD ve Batı, bu terör eylemini kişi veya örgüte bağlamayarak tüm Müslüman ülkeleri ve hatta toplumları terör kaynağı olarak ilan edip, yeni bir işgal sürecini başlatmıştır. Bu çok basit bir suç isnadı olmakla birlikte bu hamle ABD ve Batı’nın küresel imajlarının tükenmesine karşı yeni bir hegemonik sistem kurmak için inandırıcı olmayan bir bahaneydi. 2006 yılında, 11 eylül olayının yıldönümünde Almanya Regensburg’ta konuşma yapan Papa, İslamiyet’i “şiddet dini” olarak tanımlıyor ve Hristiyan dünyaya ilan ediyordu. Müslüman olduğu söylenen birkaç kişinin gerçekleştirdiği bir saldırıdan dolayı bir inancı (İslam Dini’ni) terör ile ilişkilendirmek ne kadar doğru bir yöntem kabul edilebilir? Örneğin 1995 yılında Oklahoma City’de 168 kişinin ölümüne sebep olan saldırıyı yapan TimothyMcVeigh, Hristiyan’dı ve bu eylemini inancı uğruna yaptığını ifade etmişti. 20 Mart 1995 : Japonya'nın Tokyo şehrinin merkezindeki kalabalık bir metro istasyonuna yapılan Sarin sinir gazı saldırısında onlarca kişi öldü ve 5.700 kişi yaralandı. Benzer bir saldırı Yokohama metro sisteminde neredeyse aynı anda gerçekleşti. Saldırılardan Aum Shinri-kyo tarikatı sorumlu tutuldu. Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki Al Noor Camisi ve Linwood İslam Merkezi’ne Brenton Tarrant adlı terörist, 15 Mart 2019 tarihinde cuma namazı sırasında İslam karşıtlığı/düşmanlığı ile düzenlediği silahlı saldırıda 51 Müslümanı öldürdü ve yüze yakın Müslüman da yaralandı.
İslamofobi’nin bilinçli ve organize olarak Avrupa’da yaygınlaştırıldığının diğer bir delili ise, özellikle Almanya’da toplumun İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü katliamları/soykırımı eleştirmesini engellemek için hem sivil protestoları engelliyor hem de İsrail’in binlerce Filistinliyi katletmesini eleştirenleri antisemitizm ile suçlayarak hukuki bir baskı kuruyor. Buna karşılık yine Almanya’da Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’ın yakılması eylemlerinde bu alçakça eylemi yapan kişileri polis aracılığıyla eylemlerini özgürce yapabilmeleri için koruyor. Bu durum Hollanda, Fransa, Avusturya gibi birçok Avrupa ülkesinde yaşanmaktadır.
Bugün İsrail, Gazze’de binlerce sivil halkı acımasızca katlederken, soykırım uygularken ve devlet yöneticileri ve hatta Hahamlar bu eylemleri Yahudi inancının bir buyruğu olarak yaptıklarını açık açık ifade ederken ABD ve Batı, Yahudi inancını terör ile ilişkilendirip Yahudiliği “Şiddet Dini” olarak gösteriyorlar mı?
Küresel alanda değişen güç dengeleri Batı’nın İslam toplumuna bakışını da değiştirmiştir. Modernitenin bütün yıkıcı/asimile edici etkisine rağmen Müslüman toplumun hala önemli ölçüde manevi değerleri muhafaza etmesi, ateist ve seküler düşünce akımına karşı durması Batı’nın bu toplumlar üzerinde beklediği değişimin önünde engel olarak görülüyor. Bununla birlikte Müslüman devletlerin sahip olduğu, enerji, petrol, değerli madenler ve su kaynakları ve parasal güç Batı’nın saldırgan politikalarının ve İslamofobi’nin yaygınlaşmasının temel sebepleridir. Zira Batı eski sömürge politikalarıyla bugün Müslüman devletlerin bu zenginliklerini sömüremiyor ve yönetemiyor. Mutlaka geçerli bir sebeple çıkarılacak çatışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu geçerli sebep ise, İslami terörizm iddiasıdır. Bu noktada meselenin en dikkat çeken noktası, ABD ve AB ülkeleri bu iftiralarını işgallerine haklı sebep olarak gösterirken, bazı Müslüman ülkelerdeki Batı piyonu Müslüman devlet yöneticileri kendi ülkelerinde İslami yaşamı engelleyen baskı politikalarını aynı Batı’nın iddiasıyla yani İslam inancını baskılayan politikaları yürürlüğe koyup ABD ve Batı yanlısı bir tutum izlemişlerdir.
Afganistan ve Irak’ın İslami terör bahanesiyle işgal edilmesi, daha sonra “demokrasi ve insan hakları ithali” olarak gösterilen çeşitli ülkelerde ortaya çıkan “Arap Baharı” olayları, ABD ve Batı’nın İslamofobi algısı üzerinden gerçekleştirdiği işgal politikalarıdır.
Medeniyetler Çatışması ve İslamofobi bizzat batılı siyasetçi, sanatçı, yazar, akademisyenler ve basın yayın organları tarafından bilinçli olarak kışkırtılmıştır. Medeniyetler çatışmasının ve İslamofobi’nin kışkırtıcılarının başında kabul edilen Yahudi asıllı Bernard Lewis, Alman Die Welt dergisindeki röportajında “ Yüzyılın sonuna kadar Avrupa’ya İslam hakim olacaktır. Avrupa, Arap batısının, Magrib’in bir parçası haline gelecektir” diyerek özellikle Avrupa kamuoyunu Müslüman topluma karşı düşmanca hareketlere yönlendirmiştir. İnsan hakları, Laiklik, özgür irade gibi kişisel haklara karşı hukuki güvence sağlaması beklenen Batılı ülkeler, bu kışkırtmalara karşı herhangi bir hukuki düzenleme asla yapmamışlardır. Müslümanların kutsal kitabı Kuran’ı yakma eylemleri, Peygamberimize karşı nefret ve hakaret içerikli saldırılar, Danimarka’da yaşanılan karikatür krizi, Şeytan ayetleri isimli kitabı yayınlayarak dünyanın her köşesinde Müslümanları aşağılayan Selman Rüştü’ye İngiliz hükümeti tarafından Şövalyelik Madalyası verilmesi, Fransa’da Yahudi ve Hristiyan kuruluşlarının liderlerinin yanısıra üst düzey devlet yöneticilerinin de aralarında bulunduğu akademisyenler tarafından dünyaya deklare edilen bildiride Kur'an-ı Kerim'den "şiddet ve Yahudi karşıtı fikirleri yaydığı gerekçesiyle bazı ayetlerin çıkarılması" talep ediliyordu. Bu bildiriye karşı çok sert tepkiler verilmiş ve bu girişimin Müslümanlara ve İslam inancına karşı düşmanca saldırıları yaygınlaştırdığı rapor edilmiştir. 2008 yılında “Obsesyon (Saplantı): Radikal İslam’ın Batı’ya Yönelik Tehdidi” adlı belgeselin 28 milyon kopyasının, 70 farklı Amerikan gazetesi tarafından ücretsiz dağıtılması, bilinçli olarak İslam düşmanlığının yaygınlaştırılması amaçlı bir faaliyettir.
Konunun en kritik yönü ise, İslam’a ve Müslümanlara karşı bu kadar organize ve bilinçli saldırı ve hakaretlere karşı Müslümanların protestoları yine bu aynı kişi ve mihraklar, Müslümanları şiddete başvurmakla suçlayarak algı yönetimlerini sürdürmüşlerdir.
Uluslararası Helsinki İnsan Hakları Federasyonu yayınlamış olduğu “ AB’de Müslümanlara karşı Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılık” raporunda, Avrupa’daki Müslümanların “düşman” olarak görülmeye başlandığı, Müslümanlara ve İslam Dini’ne hakaret ve saldırıların arttığı Avrupa basınının bu ayrımcılığı körüklediği ve yaygınlaştırdığı örnekleriyle açıklanmıştır.
Danimarka’da devlet okullarında okutulan bir ders kitabında “her ne kadar her Müslüman terörist değilse de, her terörist Müslüman’dır” diye nefret dolu cümlelerin yer aldığı belirtilmektedir.
Avrupa Grek-Hristiyan kökenli bir düşünce ve teolojiye sahiptir. Kendi dışındakini daima “öteki” olarak görmüş ve bu “öteki”ni ya “barbar” ya da “tehdit” olarak nitelendirmiştir. Bu durum Avrupa toplumunun düşünce yapısına sirayet etmiş ve bugün Batılı birey Hristiyan teolojiden beslenemediği için diğer tüm inançlara karşı reddiye içindedir. Ateizmin ve agnostisizm’ in yaygınlaşması Avrupalı bireyin “kimlik bunalımı”nı göstermektedir. Seküler hayat söylemi bireyi kontrolsüz ve tatminsiz bir yaşama sürüklemektedir. Mesele sadece teolojik bir inanç ve sorumluluk bilinci değil, kendisi için tüm kısıtlamaları reddeden Avrupalı birey, fuhuş, uyuşturucu, intihar gibi olumsuz şeylere yönelmekte, tatminsiz bir arzu arayışı neticesinde insani melekelerini kaybetmekte ve toplumsal düzeni tahrip ve tehdit etmektedir. “Avrupalı kimliği”, “modern yaşam” söylemi günlük hayatta kişileri vicdanen ve fikren tatmin etmemektedir. Son dönemde etnik, ideolojik/siyasal konularda aşırı kutuplaşma ve saldırganlıkların Avrupa toplumunda ve siyasal anlayışında ön plana çıkmasıyla çok kültürlülük imkânsız hale gelmektedir. Amsterdam Üniversitesinden Los de Beaus: "Çokkültürlülük modelimiz pratikte çöktü. Demokrasilerin selameti için alt kültürlerin zayıflatılması gerekiyor" diyecek kadar tahammülsüzlüğü açıkça ifade etmektedir. Batı’da siyasette, hukuki düzenlemelerde, sokakta, basın yayın organlarında hoşgörü, tahammül ve birlikte yaşam anlayışı giderek yok oluyor, “öteki”ye karşı dışlama ve düşmanlık etnik kimlik ve din üzerinden yükseliyor.
Batı toplumu, kendini bütünleştirecek, birlikte yaşam bilincini güçlendirecek argümanları kaybetmiş durumdadır. Avrupa kendi toplumsal yapısını ve Hristiyan kimliğini koruma telaşı yaşıyor ve bundan dolayı siyasal paranoyak bir görüntü sergilemektedir.
Bundan önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Batı, siyasal ve toplumsal alanda kendini tanımlayan şeylerin niteliğini/itibarını kaybettiğini görüyor ve bunun telaşı ve hırsıyla küresel saldırganlığı yaygınlaştırıyor. Avrupa modelinin bütün milletlere yayılması ve Batı’nın muasır medeniyet olduğu iddiası artık inandırıcılığını kaybetmiştir.
Batı’da İslamofobi bilinçli ve stratejik yöntemler kullanılarak yönetilen ayrımcı ve nefret içeren ideolojik bir hareket olarak yürütülmektedir.
Terörü dünya barışına, birlikte yaşama bilincine karşı tehdit olarak gösteren Batı, İslamofobi üzerinden farklılıklara saygıyla birlikte yaşama imkanını kendisi yok etmektedir.
Batı, İslamofobi’nin toplum zihninde korku ve nefret oluşturmasını sağlayarak bu durumu “Avrupalı kimlik politikası” oluşturmak ve “işgal politikalarına meşruiyet kazandırmak” için kullanmaktadır.