06-10-2024 23:10:01

Ahmet Tirfil Yazdı: Din-Bilim İlişkisi ve Bilimselliğin Kutsallaşması

İnsan yaratılışı ve sahip olduğu meziyetleri itibarıyla “bilme”, “anlama/anlamlandırma” ve “sahip olma/hükmetme” arayışı içerisindedir. Sahip olduğu düşünme/akletme yeteneği ve merak duygusuyla günlük ihtiyaçlarını...
Ahmet Tirfil Yazdı: Din-Bilim İlişkisi ve Bilimselliğin Kutsallaşması

 

*Ahmet TİRFİL

İnsan yaratılışı ve sahip olduğu meziyetleri itibarıyla “bilme”, “anlama/anlamlandırma”  ve “sahip olma/hükmetme” arayışı içerisindedir. Sahip olduğu düşünme/akletme yeteneği ve merak duygusuyla günlük ihtiyaçlarını karşılama, doğayı keşfetme ve kâinatı akletme istikametinde bir arayışı sürdürmektedir. Bu noktada bilginin kaynağı, bilgi edinme yolları ve bilginin gerçekliği gibi konular önem kazanmıştır. Bilgi felsefesi bu arayışın ve aşamaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Bilgi edinme vasıtaları, bilginin kaynağı ve bilginin gerçekliği konusunda tarihin belirli dönemlerinde çeşitli iddialar ortaya atılmış, bunların ispatı alanında önemli tartışmalar yaşanmıştır. İslami düşüncede bilginin kaynağı olarak akıl, duyular ve vahiy temel vasıtalar olarak değerlendirilir. Bazı bilginler bunlara ilave olarak sezileri de eklemektedir. Bu bilgi vasıtalarının her birinin kendine özgü bir alanının olduğu vurgulanmaktadır. Yani bazı bilgiye akıl ile, bazı bilgiye duyularla, bazı bilgiye ilahi bir kaynak olarak vahiy aracılığıyla ulaşıldığı gibi bazı bilgiye bunlardan birkaçının birlikteliğiyle de ulaşılabilmektedir.

Batı düşünce sisteminde de bilginin vasıtaları konusunda benzer metotlar uygulanmıştır.

Duyuların doğru bilgiye ulaşmada insanı yanıltabileceği, eksik kalabileceği vurgulandığında insanın duyularının ötesinin de farkında olmak gibi bir meziyetinin olduğu üzerinde durulmuştur. Bu aşamada akıl doğru bilgiye ulaşmada ölçüt olarak kabul edilmiştir.

Batı düşüncesinde aklın bilgiye ulaşmada temel parametre olduğu kabulü, aynı zamanda dinin sorgulanmasını ve hatta Tanrının sorgulanmasını gündeme taşımıştır. Metafizik olgular akılla doğrulanmıyorsa o zaman onun varlığı iddia edilemez anlayışı hâkim olmuştur.

Batı rasyonalizminin ve seküler düşüncenin yanılgıya düştüğü nokta “varlık” ile “mahiyet” konusunun ayrı konular olduğu gerçeğini atlamış olmasıdır. Batı insanı mahiyetini bilmediği, anlamadığı bir şeyin varlığını sorgulama gibi inkarcılığa sürüklenmiştir. Duyularla konumlandırmak ve akıl ile biçimlendirmek doğru, gerçek bilginin kaynağı olarak görülmüş ve bunun dışında kalan her şeyin varlığı inkâr ve ret edilmiştir.

Varlık ve mahiyet bilme açısından farklı şeylerdir. Batı düşüncesinde kişiyi buna sevk eden başka etkenler vardır. Bunların başında din olgusunun dogmatik bir içerikle kilisenin hakimiyetinde değişken ilkelerle insanlara sunuluyor olmasıdır. Zira batıda din, bilginin karşısında, insanın hakikat arayışının önünde engel olarak var olmuştur. İnsanın yaratılıştan asli kusurlu, günah sahibi olma inancı, günahların kilisede affedilme anlayışı, kilisenin emirlerinin Tanrı buyruğu ve Kilisenin ruhani kimliğinin hiyerarşik üstünlüğü inancı, cennete ulaşmanın şartının bağışlara bağlanması, kilisenin egemenliğini ve rolünü/statüsünü etkilediği için ilmi gerçeklere karşı olması ve ilmi iddialarda bulunan kişilerin aforoz edilmesi ve hatta engizisyonlarda ölümle cezalandırılması gibi olaylar batıda aklın temel bilgi kaynağı olarak kabul edilmesini sağlamıştır.

Bundan dolayı mahiyeti bilinmeyen her şeyin varlığı reddedilmiştir. Örneğin düşüncenin varlığı inkâr edilemez, yani insan düşünen bir varlıktır. Ancak düşüncenin mahiyetini bilmeyiz. Beden-Ruh ilişkisi de böyledir. Ruh inkâr edilemez bir gerçektir; ancak mahiyetini bilemeyiz. Evrenin varlığından şüphe edemeyiz, ancak bugün ki teknolojik araçlara rağmen mahiyeti konusunda tam ve kesin bilgiye sahip değiliz. Güneşin varlığını biliriz, mahiyetini hala tam açıklayamayız. Bundan dolayı bir şeyin mahiyetini tam olarak bilmiyor olmamız onun var olduğu hakikatini değiştirmez.

Modern çağda bilim, insanın hakikate ulaşmada bir metot olmaktan çıkmış, dinin ve değerlerin sorgulanma ve hatta reddedilme aracına dönüştürülmüştür. Aslında din ve bilim, metotları ve hedefleri açısından farklı alanlardır. Son noktada hakikate ulaşma hedefinde birleşmeleri beklenir. Bilimin dini doğrulama veya yanlışlama gibi bir amacı olmaması gerekir. Bilim evrendeki, tabiattaki olgu ve olayları keşfetme ve anlamaya matuf çalışmalar yapar. Din ise insanı hakikati keşfetmeye sevk eder. Bunun için de akletmeyi, düşünmeyi, idrak etmeyi, tefekkürü emreder. Yani bilim ve din birbirinin zıttı ve alternatifi değildir. Yöntemleri farklı olmakla birlikte her ikisinin temel hedefi hakikate ulaşmaktır.

Kuran, bir bilim kitabı değildir ancak bilginin kaynağı, evrenin sırrı, hakikat, saadet, huzur vb insanın yaşamını anlamlandıran ilkeler konusunda yönlendirici bir içeriğe sahiptir.

Bilim, gözlem ve deney metoduyla evreni tanımak ve olayları çözümlemek üzere araştırmalar yapar. Bilim, dini değerler üzerinde doğruluk ve yanlışlık iddiasında bulunamaz.

Peki bilim ve din karşıtlığı nedir? Bilim ve din karşıtlığı üzerinden insanın Allah’ı reddetmesi ve dini arkaik (ilkel)  bir düzen ve yaşam biçimi olarak görüp uzaklaşmasını nasıl anlamamız gerekiyor?

Bilim neden-sonuç ilişkisiyle olaylar arasında bağ arar ve bu formüle göre o olayı anlamlandırır. Ancak şunu çok iyi biliyoruz ki, neden sonuç ilişkisi içinde yorumladığımız her olgunun bir var oluş/başlangıç noktası vardır. Bilim bu ilk var oluşu ispat etme, anlamlandırma konusunda yetersiz kalır. Çünkü bilim var olan bir süreci açıklar. Var olma üzerine bir yorum yapamaz.

Bilim test edilebilen, ölçülebilen olgularla sınırlıdır. Zaten bilimsellik, aynı şartlarda aynı sonucu, defalarca aynı doğrultuda elde edebilme ile ilgili bir çalışmadır. Allah’ın varlığı, insanın bir inanca sahip olup olmaması gibi konular bilimsellikle ilgili değildir.

Bilimin ulaştığı bilgiler, sonuçlar mutlak doğru, kesin ve değişmez olarak da görülemez. Zira bilimsel çalışmalar her bir aşamada yeni bir bulguyla yeni bir sonuca, bilgiye ulaşma özelliğine sahiptir. Önceki dönemlerde atom üzerine elde edilen bilgilerle bugün ki atom bilgisi asla bir değildir. Daha önce insan anatomisi üzerine elde edilen bilgilerle bugün ki bilgiler asla bir değildir. Doğa ve evren konusu da böyledir. Yani bilimsel bilgi yeni verilerle yeni bilgilere ulaşma potansiyeline sahiptir.

Dini bilimden ayıran temel niteliklerden biri budur. Bilimsel bilgi hem izafi hem de yanlışlanabilir özellikteyken, dinin belirli kabulleri, inançları vardır. Bunlar şartlara göre, dönemlere göre kişilerin iddialarına göre değişmez. Sınırları ve ölçüleri içerik olarak yeni boyutlar kazanabilir ancak öz asla değişmezdir.

Bilim, neden-sonuç ilişkisi içinde her şeyin cevabını bulmaz. Kâinatın varlığını, var olan her şeyin belirli bir kural, nizam ve değişmeyen bir işleyişle sürdürüldüğünü bilim nasıl açıklayabilir. Sadece bu süreçleri anlamak için aşamaları gözlemleyerek yorumlayabilir. Yani varoluşu değil, var olduktan sonraki süreci bilim açıklar.

Islaklığın nedeni su; yanmanın nedeni ateş; hastalığın nedeni mikroptur. Bu bilimin süreci yorumlama yöntemidir. Bir sonraki soruyu soralım, ölümün nedeni hastalık ve hastalığın nedeni mikrop ise mikrop oluşumunu kaynağını yok ettiğimizde ölümü de yok edebilir miyiz?

Örneğin, dünya neden elips biçimindedir? Dünyanın ısısı konusunu bilimsel bir formülle güneşe olan uzaklığını değiştirebilir miyiz? Bilimsel bir formülle istediğimiz zaman neden yağmur yağdıramıyoruz?

Beden-ruh ilişkisi de böyledir. Ruhu bedenden ayırabilir miyiz?

Bundan dolayı şu bir gerçek ki, bilim var olan süreci anlamaya veya bu sürecin aşamalarına dair bir rol üstlenir. Buna rağmen bilimin her şeyin üzerinde ve her şeye bir anlam kazandıran bir çalışma olduğu iddiası bilimselliğin kutsallaştırılmasının en önemli argümanlarından biri olmuştur. Bu insanın ilahi olan şeye başkaldırısı ve kutsalın anlam ve kimliğini değiştirme çabasıdır. Bu anlayışı hakim kılmak için bilim, insanın yaratılış gerçeğini değiştirmeye yönelmiştir. Çünkü insanın yaratılışın kaynağını “Tanrıdan” kopardığınızda insan kendi benliğiyle doğaya hükme ve kendisiyle tüm varlığı anlamlandırma rolüne yetkisine sahip olacaktır. Evrim teorisi insanın varoluşuna yeni bir anlam kazandırmak ve varlığı Tanrıdan ayrı yorumlamak için bilimsellik kılıfıyla ilk denemedir. İnsanın anatomik olarak maymundan türediği iddiası yeni bir varlık kaynağının ilanıdır.. Aslında adı üzerinde bir teoridir. Yani bilimsel olarak, eldeki verilerle ispatlanamadığı için teori deniyor. Buna rağmen batıda insanın maymundan türediğine inanılır. Peki bilimsel metot ilkesiyle soralım, insanın maymundan türemesi iddiasının kaynağı nedir? Eğer maymundan türediyse insanda var olan akıl, idrak, ahlak, keşfetme düzeyi, kâinatı anlamlandırma ve bilimsel keşifleri geliştirme yeteneği vb. özellikler türemiş olduğu asıl kaynakta bulunması gerekmez mi? Mantık ve akıl şunu gerektirir ki, türeyendeki meziyetler asıl kaynakta daha üstün olarak var olmalıdır. Bu konu bile insanın ve kâinatın ilk var oluşunu Allah’a bağlamamak için ilk var oluş kaynağını ilahi olmaktan uzaklaştırıp Allah’ın varlığını, insan ve kainat üzerindeki kudret sahibi olma inancını yok etmek için sapkın bir görüş olarak sürdürülmektedir.  

Bilim-Din çatışması yapay bir kaos planıdır. Çatışma kavramının mahiyeti üstünlük kurma sonucuna ulaşmayı içerir. Yani bir gerçeği yanlışlayarak, bilinen bir doğruyu saptırarak yeni bir doğru ihdas etme çabasıdır çatışma. Yani güç kurmak, hakimiyeti ele geçirmek ve yeni bir hakikat inşa etme mücadelesidir.

İşte bilim-din çatışması iddiası öncüleri insanın zihninde ve yaşamında etkin role sahip dinin etkisini ve Allah inancını yok ederek yeni bir rasyonel-seküler zihin inşa etmek istemektedirler.

Konunun en kritik yönü, batıda dinin formülasyonu, insanlara sunduğu gerçekler, kilisenin bilim adamlarına karşı tutumu, insanların kilise ve din adamlarıyla olan güven ve irtibatıyla İslam düşüncesindeki din anlayışının çok farklı olduğu gerçeğidir. Kilisenin egemen güç olma iddiası ve yeni kuramların bu gücün siyasi, toplumsal etkisini zayıflatabileceği düşüncesi din-bilim ilişkisindeki çatışmanın ana sebebidir. Dolayısıyla din-bilim ilişkisinde çatışma dinin ve bilimin ele aldığı konuların birbiriyle çelişmesinden değil, din ve bilimin misyonuna karşı temsilcilerinin güç mücadelesi çatışmasından ve imtiyazlarını koruma çabasından doğmuştur. Seküler teoloji anlayışı bilimin üstünlüğünü ispat edip bir zafer arayışına sürüklenmiştir. Başka bir deyişle çatışma dinin doğrudan kendisiyle değil, dinin siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelenekteki etkinliği ile alakalıdır.

Batıda bilim-din ilişkisi tecrübesinin ve yaşamış olduğu süreçlerin Müslüman toplumda da aynısının olduğunu kabul etmek büyük bir hatadır, haksızlıktır.

Ateizmin, agnostizmin bugün bu kadar yaygınlaşması ateizmin ve agnostizmin iddialarının doğruluğundan, bilimselliğinden kaynaklanmıyor. Mesela ateizm, Allah’ın varlığını inkârı hangi bilimsel argümanlarla delillendirdi ki? Bilimsellik deney ve gözleme dayalı analitik bir süreç ise Allah’ın yokluğunu hangi gözlem ve deneysel çalışma ile ispat etti ateizm. Hele bir de bilimselliğin aynı şartlarda aynı sonuçların aynı doğrulukta sonuçlanması şartını da düşünürsek ateizmin, agnostizmin ne kadar basit önermeler olduğu anlaşılacaktır. Bunların iddialarının ilmi ve akli hiçbir dayanağı yoktur. Buna rağmen topluma sunuluyor olmasının nedeni, din anlayışının insanlar üzerindeki etkisini/rolünü yok edip, seküler bir anlayışla insanın insana hükmettiği ve buna göre bir dünya düzeninin inşa edilmesi hedeflendiği içindir.

Din-bilim ilişkisinde bir çatışmanın varlığı iddiası yapay bir ötekileştirme çabasıdır. Oluşturulan bu yapay çatışma algısı iki olgu arasında uzlaşı ve birlikteliği yok etmektedir. Aslında özellikle İslam inancında kutsal kitap insanı akletmeye, düşünmeye, tefekkür etmeye ve evreni gözlemleyerek hakikate yönelmeyi davet etmektedir. İnsanı bu şekilde yönlendiren İslam Dininin bilim ile çatışma halinde olmasını düşünmek mantıklı değildir.

Batıda görülen ve hala devam eden din-bilim çatışması ideolojik bir kimliğe bürünmüş durumdadır. Kilisenin tekelinde tuttuğu ve hegemonik totaliter iktidar gücünün kaynağı olarak gördüğü dini, siyasi iktidarlara karşı bir güç dengesi olarak kullandığı bilinmektedir. Bilimin dinin bu güç kimliğini/misyonunu sarsarak yerine kendini konuşlandırmaya başlaması ve siyasi iktidarların da bu durumu desteklemesi batıda bilimin dine karşı zaferi olarak bayraklaştırılmış ve bu algı başta İslam dini olmak üzerek bütün inançlara karşı kullanılmıştır. Bilime ideolojik bir gömlek giydirilmiş ve hakikatin tek ölçütü olarak ilan edilmiştir.

Aslında şu bir gerçek ki, bilim doğayı, evreni incelerken bilimsel olarak çözümlenemeyen, anlamlandırılamayan fakat dini perspektifin öncülüğünde aydınlanabilen problemlerle karşılaşır. Aynı şekilde din insanı bilimsel metotlarla hakikate ulaşmasını emrederek bir metodoloji oluşturur. İster bilim ister din, hakikate, gerçeğe ulaşma konusunda uyum içinde olacağı yadsınamaz. Buna rağmen günümüzde seküler bir hayat adına din, hayatın her alanından ve insanın zihninden uzaklaştırılmaktadır. Bilimin günlük hayatı kolaylaştıran teknik imkanları, sağladığı konfor ve lüks, bilimin popülerliğini artırmaktadır. Dine karşı oluşturulan bu tutum, dine karşı yapılan haksız itham ve iftiralardan ve günümüzün egemen ideolojilerinden beslenmektedir.

İslam düşüncesinde ise din ile bilim arasında uyumlu bir birlikteliğin kurulduğu bilinmektedir. Dini konularda önemli ilmi seviyeye ulaşmış din bilginlerinin aynı zamanda matematik, astronomi, fizik, kimya ve tıp gibi alanlarda da uzmanlaşmış olmaları, bu alanlarda çok değerli keşiflerde ve ilmi standartların belirlenmesinde aktif olarak çalışmaları din ile bilim arasındaki ilişkiyi ortaya koyan somut örneklerdir.

Ayrıca Allah, Kuran’da bazı ayetlerde kendi kudretinin anlaşılması için bugün bilimin gerçekliğini doğruladığı konuları ifade eder. İnsan bu gerçekliğe ulaştığında Allah’ın varlığı ve kudreti konusunda tatmin olacaktır. Aslında bu aynı zamanda bilimselliğin kutsallaşmasını da engelleyen bir gerçektir.

Bilim kâinatın belirli bir düzen ve plan çerçevesinde işlediğini söylerken Allah bu düzenin ve planın mutlak kudret sahibinin kendisi olduğunu bilimsel olarak bu olayların keşfinden çok zaman önce Kuranda açıklamıştır. Kuranın açıkladığı bu gerçeği bilim kendi metotlarıyla aynı şekilde keşfetmiştir. Örneğin; “Güneş kendisine ait yerleşik bir düzene göre (yörüngesinde) akıp gider. Bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yasin-38). “Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzüp gider.” (Yasin-40). “Gece karanlığını yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur. O, geceyi bir dinlenme zamanı, güneş ve ayı da vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır. Bütün bunlar, kudreti daima üstün gelen, her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Enam-96). “Güneş ve ay bir belirli bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman-5). Bu ayetlerde belirtilen konular bugün en son teknolojik araçlarla keşfedilmiştir. Ayrıca bugün embriyoloji bilimin keşfettiği diğer bir konu da Kuranda yer almaktadır. Allah şöyle buyuruyor: “… Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde türlü yaratılış safhalarından geçirerek yaratmaktadır. İşte bu yaratıcı, rabbiniz Allah’tır. Hükümranlık O’nundur; O'ndan başka tanrı yoktur. Buna rağmen nasıl olup da hakikatten uzaklaşabiliyorsunuz?” (Zümer-6) Bugün modern biyoloji bebeğin embriyolojik gelişiminin ayette bildirildiği şekilde üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Batın karanlığı, rahim duvarı karanlığı, amniyon zarı karanlığı ayette belirtilen aşamaların modern tıpta isimlendirilmiş halidir.

Ayrıca ilk olarak 20. Yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli alman bilim adamı,  1915’te yeryüzündeki kıtaların dünyanın ilk dönemlerinde bir arada bulunduklarını, daha sonra ise birbirlerinden uzaklaştıklarını tespit ettiğini ifade etmiştir. Aslında bu konu hakkında Kuranda yine Allah’ın kudretine delil olarak ayette açıklanmaktadır. “Dağları görür, onların durduğunu sanırsın; oysa bulutlar gibi hareket ederler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” (Neml-88)

“O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. (Ama) aralarında bir engel vardır; birbirlerine karışmazlar. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” (Rahman- 19,20,21). Yüzey gerilimi adı verilen fiziki bir olay nedeniyle suyun yoğunluğunun birbirine karışmaması olayı bilimsel olarak keşfedilmeden bin yıl önce Kuranda yer alması önemli bir gerçekliktir. Bu olay yakın bir dönemde ancak keşfedilmiştir.

Bilim ve din, gerçekliği keşfederek hakikate ulaşmak ve bununla varlık bilincini anlamlandırmak için farklı yöntemleri kullanırlar. Din ile bilim arasında bir çatışmanın olduğu iddiası tamamen batının din konusunda yaşamış olduğu skolastik ortaçağ dogmatizminin ürünüdür.

Bilimselliği kutsallaştırma çabası bilimselliğin ilkelerine ve saygınlığına aykırı bir anlayıştır. İlahi olanı yok saymak için uygulanan metot ve ilkeler bilimselliğin kendi ilkelerine aykırıdır. Var oluşu “tesadüfle” açıklamak bilimsellikle uyuşmamaktadır. Kainatta hiçbir şey kendiliğinden, tesadüfen var olmaz. Bilimsellik aynı şartlar oluştuğunda aynı sonuçların defalarca aynı şekilde gerçekleşmesidir. Tekrarla aynı sonuca ulaşılamıyorsa o konu bilimsel olarak kabul edilemez. Bilimsel olarak bir sonuca ulaşılamadığı zaman buna teori denir.

Bilimsellik değişmezliği ifade eder, teori ise varsayımı, kanaati ifade eder. Bugün bilimsellik kisvesi, kimliği üzerinden bir algı yönetmek için yapılan en büyük yanlışlardan biri teorinin bilimsellik ile karıştırılmasıdır.

Dini reddetmek ve hayattan uzaklaştırmak için öne sürülen iddialar bilimsel mantık kurallarından çok uzaktır. Kâinatın varlığı ve insanın ilk yaratılışı konusunda “fail neden” ile “maddesel neden” ilkeleri, sorgulaması yapılmamaktadır. İlk neden “tesadüfe bağlı” olarak açıklanmaya çalışılıyor. “Fail neden” mantık ilminde anahtar konudur. Bunu yok sayarak veya inandırıcılığı ve saygınlığı olmayan bir iddia ile bunun açıklanmaması bilimsellik anlayışıyla asla uyuşmaz. Örneğin bir uçağı ele alalım. Uçağı tarif ederken her bir noktasının maddesel niteliğini, uçağın yapılması gayesini, biçimsel özelliğini açıklarız. Bütün bunları açıklarken uçağın maddesel niteliğinin kompozit malzeme ve alüminyum olduğunu, gayesel nedeni savunma ve saldırı amaçlı olduğunu, biçimsel nedeni kuş gibi süzülme ve sürtünme fiziksel kurallarla biçimlendiğini açıklarız bir de bu uçağın ustası yani yapan biri, fail nedeni  vardır. Hiçbir zaman kompozit ve alüminyum maddelerinin tesadüfen bir araya gelip uçağın kendiliğinden inşa edildiğini iddia edemeyiz. İşte seküler materyalist bilim anlayışı, insanın ve kâinatın var oluş zincirini açıklıyor ama failini açıklamıyor, bu aşamayı tesadüfe bağlıyor. Zira ilk var oluşun faili Allah’tır.

Bilimselliğin kutsallaştırılması çabası, insana, doğaya, kâinata egemen olmak için insanın varlık anlayışında Allah’ın varlığını ve kudretini yok saymaya yönelik ideolojik seküler bir plandır.

*Araştırmacı-Yazar

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 475 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI