06-10-2024 23:05:46

Mustafa Muharrem Yazdı: Bir Suikast Hazırlığı Olarak Yazı

Yazmak zor bir eylemdir. Hele işin içinde zihinde yüzen soyut adalara ayak basma hırsı varsa; veya, kelime heybelerine, sadece hakîkati doldurmak, sadece anlamı -tahrişten, tahriften koruyarak- istiflemek gayreti güdülüyorsa…
Mustafa Muharrem Yazdı: Bir Suikast Hazırlığı Olarak Yazı

 

*Mustafa Muharrem        

Yazmak zor bir eylemdir. Hele işin içinde zihinde yüzen soyut adalara ayak basma hırsı varsa; veya, kelime heybelerine, sadece hakîkati doldurmak,  sadece anlamı  -tahrişten, tahriften koruyarak-   istiflemek gayreti güdülüyorsa…

Günümüz Türkçesi, yazmanın çeşitliliğini aktarabilecek vokabülerden yoksun ne yazık ki. Bir roman kaleme almak da ‘yazmak’ fiiliyle karşılanıyor, bir şiir döktürmek de, biri adına hesap  tutmak da.  Neyse ki, gerek roman gerek şiir, yaratıcılık ve kurgu üzerinden geliştirilen, dilin ötesine geçen verimler. Öykü, deneme ve tiyatro gibi, dilin kreatif boyut kazanması sayesinde ortaya çıkan metin formlarını da bunların yanında almalı elbet.

Hiç kuşku yok, estetik güzergahta yola koyulması sayesinde ‘yazmak’ edebiyatın kıta sahanlığında kalıyor. Toplumsal sözleşmenin ana arteri durumundaki dil, edebiyatın hammaddesi olmakla hem metinsel bir düzleme oturuyor, hem sanatsal bir işlev kazanarak incelmenin, derinleşmenin ve zenginleşmenin mümkün ortamına kavuşuyor. Doğallıkla, yazmak salt bir sanat edimi değil. Kişiler arası haberleşmeden sınır koyucu kurumların dayandığı tüzelliğe, kozmik algıdan dinsel buyrultulara kadar insanoğlu tam bir ‘yazı’ mengenesinde.            

İster bir dosta, bir tanıdığa mektup gönderelim, ister yargıya başvurarak bir açmazın yasal çözümünü isteyelim; ister yaşananlarda metafizik imalar sezelim ya da sonsuzla irtibatlanmanın peşinde koşalım; ‘yazı’dan bağımsız bir hayatı düşlemek, neredeyse imkansız. Eğer kendimizi yerleşik düzenin komutlarından yalıtmıyor; organize hayatı reddetmiyorsak tabii.                                     

Yazılı ürünler, bazen bir adres kartı, bazen bir mahkeme ilamı, bazen bir çağrı, bazen bir ceza, bazen uyulması zorunlu bir kural, bazen Tanrısal bir öğüt, bazen vak’a bilgisi kılığında idrak kapımızı yumruklayabilir; itaat bahçemizi dekore edebilir. ‘Oku’nduğunda, geçerlik fişeğini patlattığı için, yazı öncesine ait sorumsuzluk karanlığı yerini mes’ul tutulmanın aydınlığına bırakır bir anda.

İnsanoğlunun ‘yazı’yı kullanmazdan evvelki dönemini tarihçilerin ‘karanlık çağ’ vasfıyla ünvanlandırması boşuna mı? Bir bakıma, ‘yazı’ya geçişle birlikte kayıt altına girilmişliğin getirdiği malumat istifleme kolaylığı zımnında, kolektif bir bağışlanma, toplu bir af ilanı yapılmıyor mu pre-historik safhadaki insan adına?   Müesses sistemler, devlet veya din, yasalarının hedef kitlesini bir tebligat filtresinde, hatta, bir bildirme hiyerarşisi çatıp bunu takvimlendirerek ayıklamıyor mu hüküm verirken?           

Bir ‘yazı’ neremize doğru koşuyorsa, egemenliğin göğüslemek, ele geçirmek ve aşmak dilediği menzil oramızdadır hâlbuki. Bu nesnel ve edilgin konum, insanoğlunun harf odaklı bir tuzağıdır da: Ne yazılmışsa ona inanılır ve teslimiyet gösterilir.  Harfler tekil ses işaretleri olarak bir araya gelip kümelendiğinde, bir anlamsal örüntü bağlamının şifreleri halinde, duyguların, düşüncelerin, hayallerin resimleriyle donatırlar dünyayı. Anlam ile aramızdaki temsil oyununun figürleridirler çünkü.

‘Yazma’ boş kağıtlara, birleştiklerinde bir görüntüye denk düşen çizimler depolamaksa, bunun mantık tabanıyla birlikte dayanaklarının ve referanslarının iyi didiklenmesi, titizlikle irdelenmesi, zihin hacmi için önem taşıyor. Çünkü yazıldığı yerden kafamıza yansıyacak bu işaret kompozisyonu, anlam alanımıza yönelmiş bir işgâl harekatıysa, zihnimizin ne ile ve nasıl doldurulacağı, bizim irademiz hilafınadır.

‘Harf ’denilen birtakım simgeselliğin sindirim organlarında gönüllü bir geziye razılık, kelimelerin, cümlelerin, paragrafların, kısaca yazılı metinlerin bizim fikir sandalımızın küreklerine asılmaları, bizim karar direksiyonumuzda şoför sıfatıyla keyif sürmeleri demek olmuyor mu? Bir de, zihnimizdeki bu cömertlikten kimlere paye verildiği, hangi gramajdaki niteliklere ‘yazar’ cinsinden bir ululama getirilmesine fırsat hazırladığı göz önüne serilirse, temsil oyunundan türemiş ayrı ve zalim bir piramid dikilmez mi ufkumuza?                         

Kanaat Marketinde Kasiyer Olmak               

1861'de çıkmaya başlayan Tercüman-ı Ahval, Tanzimat'ın öncü birikimlerinden Şinasi'nin şair ve yazar kimliği yanında “gazeteci” unvanıyla da kültür tarihimizde özel bir rozet altına alınmasını sağlar. Tercüman-ı Ahval ilk Türkçe gazetedir ve bu süreli yayın organının kaptan köşkünde, dönemin yeni kuşakları üzerinde etki dozajı yüksek bir edib oturmaktadır..   

Şinasi’nin düşünsel ortağı Ziya Paşa, divan edebiyatı geleneğine karşı getirdiği eleştirilerle yeni bir şiir ve düz yazı dilinin gerekliliğini işaretlerken, açtığı farklı bir cepheden de doğu-batı karşılaştırmalarına hayli somut verilerle girişir: Diyar-ı küfri gezdim beldeler kaşaneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm. Bu iki dünya arasındaki nüansın tesbitinde, dış görünüm dolayımında teraziye koyma alışkanlığının ilk çekirdeğidir.               

Osmanlı'nın son devrinde tanıştığımız gazetelerden 1980li yıllara akan neşirli badirede, birçok maluliyetine rağmen Türk basınının edebiyat dünyası ile hısımlığı kesilmez. Ayrıca gazete sahipleri de matbaa tozu yutmuş ve kurşun harflerin türlü buluşma kombinasyonları içinde yoğrulmuş kimselerdir, çok yakın bir geçmişe değin. Hatta, gazetelere geçişin yeterlik koşullarından neredeyse en vazgeçilmezi, kişinin edebiyat sicili ve edebiyat grafiğidir.                

Çıtanın üstünden atlamayı başarmış bir şairlik ya da bir romancılık verimi, gazete sayfalarına postunu serebilmenin, köşe tutmanın garanti belgesidir adeta. Dikkatlice irdelendiğinde, birçok şairin, birçok yazarın gazetelerde yazabilmek uğruna edebiyatın diplerinde dalgıçlığa yeltendiği görülecektir. 1980'lere kadar kreatif metin üretenler, yani sanatçılar, bilginin imgeselliği yerine daha çok açıklayıcılığın arandığı, dolaysızlığın ve somutçuluğun odağından sökün eden gazete yazılarını okura sunmaya ehil sayılmışlardır.    

Gazete patronajının siluetine bakıldığında da entelektüel arka planın sağlamlığı göze çarpar bu dönemde. Büyük sermayenin ve iş adamlarının basın dünyasına girmekten kaçındığı, bu alanın getirilerinin ne çapta bir ekonomik vakumlama imkanını kendi kazanma hırslarına teslim edeceğini hesaplayamadığı bir devredir bu.                      

12 Eylül darbesinden sonra liberalleşme rüzgârına bırakılmış yelkenler özellikle basın açısından yeni bir ufuk belirler: Magazinel söylem. Elbette bu retoriğin ince profesyonelleri,  gusto imalatında siyasal kavramlardan felsefi metaforlara, evrensel insanlık dağarının bütün ögelerini malzeme yapmaktan kaçınmaz. En delici tartışma konuları bile, bu üslubun köpürten tesiriyle kabarcıklara dönüşür, pastelleşir ve daha da tuhafı, mezeleşir.                

Bu kayma, matbuat mahrecinden gelmeyen yeni sermayedarların mülkiyetine gazetelerin transferi ile pekişir. Kapitalizm Türkiye ölçeğinde de bilgiyi, haberi ve yorumu kendi ana mal envanterine geçirmiştir artık. Artık bilgi, haber ve yorumun hem piyasa değeri, hem temsilini üstlendiği sermaye bloku adına taşıdığı getiri potansiyeli önemlidir. Kuşkusuz bu gelir, ekonomik girdi olabileceği gibi politik ya da sosyolojik bir nüfuz şişmesi biçiminde de akar hanesine yazılabilir.                                       

Edebiyat mahreçlilerin pabucu dama atıldığı için halkın takip antenleri, gazetecilik eğitiminde kevgire sokulmuş, ekonomistlik etiketine ya da siyaset bilimcilik, uluslararası ilişkiler uzmanlığı cinsinden brövelere, apoletlere sahip yeni bir yazar portresine çevrilir.          

Ülkeyi ve dünyayı kitlenin delegeleri sıfatıyla izleyip değerlendiren yeni olgu komisyoncularıdır bunlar. Dili doğru kullanıp kullanmadıklarına, cümlelerinde etiği de estetiği de gözetip gözetmediklerine, mantık bağlamında şaşıp şaşmadıklarına hiç puan verilmeyip  kariyerlerine, konumlarına göre yüceltilen, hatta kutsanan bu yeni meslek erbabı, zamanın kanaat ikonlarıdır.                

Yer yer süreci nesnel bir gözle betimliyormuş pozu verip bütün entelektüel ya da akademik derinliklerini hiç esirgemeden sahneleseler bile, son kertede, pozisyonlarına borçlarını ödemek yükümlülüğü, bu kanaat ikonlarının her kelimesine, hatta her harfine uyguladığı ipotek çemberini asla genişletmez. Haa, bu arada,  iletişim teknolojisinin hızlı gelişimi televizyonun ve ardından internetin bilgisel çeperlerinde zihinleri enzimlemeye başladığından bu yana, bu zümrenin matbu şamanlığı da görüntüleşivermiştir.

Her akşam bildiğimiz mahalle kahvesi ambiansı, sayısız ekran ve kanal üzerinden, saatleri, dakikaları ve dimağları, tartışma cümlelerini kadeh gibi tokuşturan bu sofranın çevresine oturtmakta hayli mahir. Yığınlara bir çeşit düşünsel, siyasal kapışma mizanseni içinde sunulan bu rıza mühendisliği,  edebiyatı tecride kapatırken aslında izleyenleri dil terbiyesinden azâde bir kelimeleştirilmiş hiddet salıncağına eğlendirmekte; daha acısı ve daha vahimi,  insanın konuşma vasfından kolektif bir oyun üretmektedir.               

Halbuki yazma eyleminin doğası, sanıldığının aksine şefkatli değildir pek. Tehlikenin salgın gezdiği, bizzat kelimenin bir terör olarak insanı kuşattığı, fecaatin kuşlar gibi cıvıldadığı bir ormanda yazmak acıyla ve ölümle yüzleşme seansları düzenlemekten öte nedir? İnsan harflerle can vermeye çalışır düşünce ve duyarlığa. Niçin peki? Yazının dimdik doğrulan bedenine yaşamanın kontrolünü elde tutacak bir ruhu sokuşturma uğruna bütün bu çaba. Tarihsel bir sızmadır bu. Tarihseldir çünkü sonluluğa karşı kalıcılık rıhtımına ayak basmak ister. Söz bir gök gibi yaşanmışlığı sarıp sarmalamanın, yaratmanın iletkeni çünkü. Tarihseldir çünkü insanın serüveni oluşun belleğinden çok uzakta bir gurbeti seçer bilmeyerek. Bu yaban durmayı yeniden sıla ile iptal yazma eyleminin insanı arzulamasını kamçılar. Dünyanın ve reel hayatın dar vadisinde sınırları güden çoban olmaktan anlamın ufuklarını yurt edinmeye açılan tünel özgürlük sağlar insana. Bu firarda tüneli kazarken kullanılan tek araç, dışarının zamiri olan harflerdir yalnızca. Bu kaçışta tek kandil vardır: Yazmak. Yazma eylemi, merhameti imha ile kendi imlâsının saltanatını koruyan bütün sonlara, bütün kıyılara, bütün ölçek ve tanımlara vur-kaç saldırıları yapma ataklığıdır.

İnsanın dünyadaki macerası çoğu kez yaşatılan bir öyküdür. Kişi bu öykünün tam ortasında gerçeklik kurmacasını biyolojik kılan, dilselleştiren, bu nedenle de toplumsal bir akışkanlığa dönüştüren role uyum sürecidir. Çoğu kez insan olmaya giden bütün geçitler kapalıdır bu öyküde. Hayatın kişiyi özgüllüğünden koparmak için pençelerini bağıl konumlamalarla daha da törpülediği bir öyküdür bu nokta. Öyküden huruç harekatıyla kurtulmaya yetecek cesaret, çoğu kez silinir insanda.

Öykü kuşatmasını tekrarlar sürekli. Sık sık yapaylığı taarruza geçirir. Gündem askerleri barbarca tecavüze yeltenir bu akınlarda.  Bu tekrarlar, kişiye öyküsünde durması ve bir yere ayrılmaması gerektiğini ezberletir. Öyküye itiraz hakkı var mı peki? Geleceğin yaşıtı olmanın kefaretini ödemek şartıyla evet. Ancak, kimsenin gerçekliğe rakip çıkmasına imkân tanınmaz. Bu nedenle gerçeklik yenilgi alamamıştır hiç. Kimseyle boğuşmadığı için barışsever görünür. Gücü firesizdir gerçekliğin. Kimseyle boğuşmaya yanaşmadığından korkaktır aslında. Ama gerçekliğin en gelişmiş yeteneği, korkularını ve kuşkularını iktidar revakına payanda koyma alışkanlığıdır. Bu hendese mahareti nedeniyle gerçeklik soyut bir mühendistir.

Yazma eylemi insanın içine tıkıldığı öykü hücresinin duvarlarına balyoz gibi inmenin yorucu ve yıpratıcı mizahına rızayı gerektirir. Yoksa yazma eylemi gerçekliği çoğaltma atölyesi olmakla kalır. İnsanın enginle buluşma yeminine ihanet eder böylelikle. Esas, kuyunun dibine ulaşan gündüz kırıntılarıyla doymak değil, deniz altında güneş ışığını bir uçurtma ipi gibi kavramaktır. İşte kar ile gülü bu okuma anlamdaş kılar. Ölümle doğumu, saçma ile anlamı, felç ile dalgayı varoluşa astar geçiren okuma budur. Yağmurun ana dilinin diriliş olduğunu anlayarak başak fonetiğine ses yükleyen okuma. Alınlarda yazgı sergisinin tuallerini çözen okumadır bu. İnsan ya memuriyeti nedeniyle yazar ya da emir verme merciindeki sun’iliğin maskesini yırtmak için yazı eylemini koyar ortaya. Memuriyet yazmanın doğasını biçimleme ve yönetme celladına yasal bir infazda konuşturmak üzere balta olarak zimmetler. Oysa yazma eylemi örtülü bir cinayet taşır. Amansız bir suikast ustasıdır yazı. Üretilen gerçeklik tek hedefidir. Çünkü üretilen gerçeklik hâkimiyetini paylaşmayı veya devretmeyi kabullenmez hiçbir zaman. En zalim monarktır o.

İnsanı boyun eğmenin çalgısına yapıştırır bir müzik olarak. Bu müziği dinler ve haz duyar sonra. Üretilen gerçeklik ancak suikast ile ortadan kaldırılabilir. Ve, yazma eylemi üretilen gerçekliği bitirecek tek keskin nişancıdır.

 

*Şair-Yazar           

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 180 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI