27-10-2024 22:11:00

Mustafa Muharrem Yazdı: Sabitle Değişkenin Yasak Aşkı

Yaşadığımız ülkenin insan yapısı, pek öyle homojen değil. Belki imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan bir çeşitlilik, hatta, yeri geldiğinde...
Mustafa Muharrem Yazdı: Sabitle Değişkenin Yasak Aşkı

 

Mustafa Muharrem / Şair-Yazar

Yaşadığımız ülkenin insan yapısı, pek öyle homojen değil. Belki imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan bir çeşitlilik, hatta, yeri geldiğinde gözden çabuk çıkarılıp kolay harcanacak bir zenginlik içinde yüzüyoruz. Demografik benzemezlikler   sosyo-kültürel farklılıkları doğal  alanımıza  pompaladığında, beslenilebilecek  ögeleri  müsrifçe har vurup harman savurmaktan kendimizi alamıyor; dönüştürmekte zorlandıklarımızı tanımazlıktan gelme çöplüğüne boşaltıveriyoruz.

Çok katmanlı toplumsal doku gibi hemen bütün versiyonları bulunan düşünsel bloklara, ayrıntı odaklı yollara ve zihniyet kumanyalarına sahibiz fazlasıyla. Sözgelimi, Osmanlı dolayımında hiç tereddüt göstermeden, çok kimlilikten duyduğumuz övünç eşliğinde Anadolu’daki kitlesel biçki-dikiş kurslarında uçurulmuş canlarla böbürlenebiliyor, buradan hareketle,1979’daki İran Devrimi ‘ne girebiliyoruz.

Mehter dinlerken damarlarımızda zonklayan Viyana kapıları, ne hikmetse, Türk müziğinin inceliklerinden zevk almak, divan şiirinden  anlamak, bir cami duvarındaki hattı okumak türünden kafa gıcırtılarına ve ruh terlerine imkan vermiyor pek.

Çünkü biz Osmanlı’nın kılıç ve nal seslerini, öldürmesini, boyun eğdirmesini kutsuyoruz aslında. Gündelik gerçekliği refere  eden  medeniyetin  kalbine dokunmak, heyecandan önce bilgi ve birikim temeli istediğinden ; edebiyatla, müzikle, mimariyle hayatın derinliklerine inilebilecekken bizim dalgıçlık yapacak mecalimiz olmadığı için satıhtakini yücelterek tarihin sırtından geçinmek, daha az maliyet gerektiriyor. Ucuzculuğumuz, geçmişi kavramadaki ekonomikliğimizi pehpehliyor elbette.

Sosyalistimiz de bu coğrafyada çekinin karşılığını ispatlamak derdiyle tasavvufun Hacı Bektaş, Şeyh Bedreddin gibi figürlerine başvuruyor; laikimiz de bu isimleri Mevlana,  Yunus  bayraklarıyla süsleyerek İslam’ın dogmatik prangalardan bu sevgi çerileri marifetiyle nasıl kurtulduğunun efsanesini söylüyor. Aynı referans  dizgesi, modernizm ile İslam’ın uzlaşabileceğinin retoriği üstünde, hoşgörü ve diyalog vaadinin somut güvenceleri olarak sunulabiliyor.

‘Devlet’  mevzu caddesinde yürüdüğünde ise, şanlı tarihçi, mukaddesatçı, sosyalist, milliyetçi, laik, burjuva, köylü ya da şehirli vesaire vesaire;  mevcut bütün renkler aynı tuvaldeki resmin bir detayını, bir parçasını doldurabilmek, çerçeveden ayrı ve uzak düşmemek  için  ha bire  koşuyor.

Şanlı tarihçi ve mukaddesatçı, devletin sosyal yardımlar ve yoksullukla mücadele alanındaki yetersizliğinin sigortası işlevini üstlenebiliyor, dernekler, vakıflar yordamıyla. Hatta, ’devlet’in  izniyle, eğitimin aksaklıklarını giderebilecek kurumsal ağlar kurabiliyor,  yurt içinde  ve  yurt dışında.

Sosyalist iddiadan gelenler, bir süre sonra  hâkî tonların ülkeye yaptırdığı molalarda yıpranarak biraz da, reklamcılık, medya, borsa gibi spekülatif aklın eliyle kotarılabilecek dallarda tomurcuklanabiliyor; ‘devlet’in  seküler tercihlerini  umumlaştırabiliyor  kalın punto dolaşımlarla.

‘Tanrı dağı kadar Türk, Hira kadar Müslüman’  parantezlemesinden  yüksek oktav konuşanlar, hukukun  erişemediği  veya  diplomasinin eritemediği bölgelerde, tahsilat problemlerinin çözümüne katkı koyarak bir yandan ‘devlet’in  sağlamakta  yaya  kaldığı adaleti  4x4 bineklerle, beğenilmezse, limuzinlerle taşıyabiliyor; bir yandan, uluslar arası düzlemde ayak altına atılmış  muz  ve  karpuz kabuklarını temizleyebiliyor  yedi altmış beşlik dezenfektenler ile.

Tuhaf ve bir o kadar da yaman çelişki değil mi, sistemle kavgalı İslamcılardan bol miktarda belediye başkanı, milletvekili, bakan, başbakan, yönetim  kurulu  üyesi,  genel müdür püskürürken ; sınıfsız dünya için savaşan solculardan yontuldukça yüksek gelir gruplarına ses  ve  akord  veren reklam dahilerinin, medya generallerinin, borsa tilkilerinin yetişmesi ? 

Oysa sınıfsal genleri bakımından birebir incelendiğinde, şanlı tarih, ecdad  ve  gözyaşı eksenli sosyo-politik teşekkülün bütün havzaları ile en alttan gelmesi, Türkiye pratiğinde erki  elinde  tutan egemen belleğin kronolojik seyrine tersdir.  Mecazî efendi, reel efendidir; reel efendi ise, eski kölesinden hayat hakkı dileme basamağında, daha da aşağıya yuvarlanmamanın endişesi içindedir. Elit ünvan ve yetkiler, aşağıdakilerin kontrolündedir çünkü.          

Köken yönünden kentsoylu sol ise, ezilenlerin vicdanı ve narası olmaktan kazandığı bütün saygınlığı, bütün adanmışlığı, bütün deneyimi, yeni yükselen sınıfın bilgi ve değer skalası emrine vermiştir çekinmeden.   ‘Devlet’in kuşkusuz en saf mümini durumundaki milliyetçi ırmak, üniterlik imgelemiyle bölünme dehşeti arasında kıvrım kıvrım akmayı sürdürmektedir.

Müslümanlar için ezanın, tesettürün, kandil kutlamasının senedi, nasıl ‘devlet’in varlığı ve muhtevası ise, gazete gelirleri ile yazarlarının yaşam biçimlerini savunma anlamında resmi teminatın gerekliliği, sol açısından da aynı ‘devlet’ ten başka bir aygıt mı acaba ? Yoksa müesses düzen, ülkedeki bütün değişkenlerin tek sabiti  mi? O zaman değişken kutup iş başına oturtulduğunda, sabit kendini   yeniliyor gibi bir  poz verse de  karşısındaki  zıt  durağanlığın  süngerlerince  emilmiyor  mu  diye  düşünmekten  vazgeçmeli  mi ? Sözgelimi,  2009 Kasım sonu  7 milyonluk nüfusunun 300 binini  Bosna, Kosova  ve Türkiye’den  giden  müslümanlardan  alan  İsviçre'de minare referandumu sonuçlandı, hemen herkesi ayıplamayla karışık bir hayret, hatta, bir merhamet duygusu tırmaladı. Öyle ya, minareye izin bile demokratik yönteme başvuruya bağlıydı ve konu inanç özgürlüğü bağlamına çekildiğinde, halk oylaması biraz incitici kaçmıştı. Farklılıkların armonik  çağıltısı, yüzde elli birlik dilimin rızasına bırakılmıştı beklenmedik biçimde.

Şaşkınlık alaborası yaşatan ise, tarafsızlığın adeta tapınağı olarak tescillenmiş İsviçre'nin dinsel bir simgeyi kabullenmede gösterdiği ikirciklenme ile sorumluluğu tabana yayarak  kendi insanının tereddütlerini ve korkularını referans almasıydı.

Ulusal gelir skalasında dorukta gezinen, diş geçirilemediği için dünya patronajının mutemetliğini yürüten  İsviçre gibi bir ülke, demokratik çoğulculuk ve kültürlerarası   hoşgörü düzleminde halk iradesi pürüzlerine takılarak acınacak duruma düştü artık. Artık  ötekileştirilmişliğin nesneleri, medet umdukları paradigmanın yaşadığı bu nezleye ve bu bilinç bulanıklığına karşı, merhamet etme makamındaydı.        

Nasıl oluyor da finans-kapitalin güvenlik adası, kasalarında gürbüzleştirilen  o bol sıfırlı hanelere sahip hesapları kaynağını hiç araştırmadan titizlikle koruyabiliyor; her türlü yasal ya da illegal kem gözden sakınabiliyorken dikey bir mimari eklentiden bu denli bir rahatsızlık duyabiliyor, üstelik bu problemi halk oylaması kurnazlığına emanet edebiliyordu;  anlamak zor. Ama, bu travmatik örnekten hareketle, medeniyetlerin diyaloğu masalından silkelenebiliyoruz kolayca.    İşte tam bu safhada, kendi çelişkimizin mengenesine sıkıştırılmıyor muyuz?               

Batı normlarını, kendi inşamız ürünü bir içeriklendirmeyle hedef bellememizin, atlanılması kaçınılmaz bir çıta saymamızın ta ciğerlerimize işleyen afyonu tükeniyor çünkü. Postmodern tarihsellikten (ve belki tesadüfilikten) yüz bulmanın  neşesiyle Batı'nın onayına sunulmak, tahtırevalliye birbirine yakın ağırlıklarla oturarak eğlenmek değildir.                

Salman Rüşdi, Bosna'da yaşananlar, 11 Eylül, karikatür krizi, Gazze, Doğu Türkistan,  Batı'nın hem İslam'a hem müslümanlara yaklaşımının bir bakıma şifreleridir. Burada yazıklanıp eyvahlanacak, şaşılacak herhangi bir renk, herhangi bir tonlama, herhangi bir gölge yok.  Batı'yı doğuran felsefi arka planı, tarihsel nedenleri, din merkezli bileşkeleri ve siyasal söylem  arkeolojisini yardıma çağırdığınızda, bu fenomen birden maskesini çıkaracak, makyajını baştan ayağı silecek, sonra da çırçıplak soyunacaktır.              

İsviçre'nin 'minare' refleksi, hemen peşinden Fransa'nın başörtüsünü benzer bir yönteme havaleye yeltenmesi cinsinden henüz dumanı tüten uygulamalar, Batı'nın kendini doğrulaması,  kendi zihinsel temellerine sadakatini kanıtlamasıdır. Aksine, ontolojik ve epistemik  belleğine karşı vefasızlıkta ısrar ve inat sergileyen, Horkheimmer'i hatırlayarak betimlenirse 'akıl tutulması'  içinde debelendiğinin ayırdına varmayan, üstelik 'unutuş'u herkesin girmesi gerekli bir hiza olarak benimseyen ve benimsetmek için çırpınan müslümanlardır.               

Ayrıca, İsviçre'nin sosyo-politik ve ekonomik işlevini Lozan ya da Davos  çağrışımları eşliğinde masaya yatıranlar, küresel sermaye eklemli güç dolayımında, Türkiye'nin de  İslam dünyasının da bu çikolata, banka ve saat cennetinden nasıl nasiplendiğini, bunca serencam tablosuna belki yeniden mıhlayabilirler. Bir ülkenin kendi azınlıklarına tanıyacağı ruhsatlar için halkının düşüncesini yoklaması, 'yerli'lerine duyduğu saygının ve kolektif iradeye güvenin neresini, hangi yetki ve hakla kötüleyebiliriz?               

Kurgusal kronolojiyi yirmidört saatlik çevrim mantığına gömerek saniye bile ıskalamadan tanımlamada bu kadar derinleşmiş, servet bekçiliğinde bu kadar hakemleşmiş ve uluslar arası    uzlaşmazlıklarda bu kadar barıştırma meleği katına yükselmiş bir ülke insanı, zaman ölçüm cihazı üretimindeki inceliğini, para büyücülüğündeki maharetini, diplomatik sıhhatini ne diye camiden, minareden ve ezan sesinden yana kullansın ki? Yoksa, hoşgörü,  diyalog, küreselin   sınırları da  bayrakları  da   görmezden  gelen  sağanağı altında efsunlanarak, her yeri Habeşistan, her idareyi Kral Necaşî  sanmanın  ilüzyonu mu  örgütleniyor ?

Veya, ekmek umuduyla göçerleşmiş ve kapitalist Avrupa'nın yetmişlerle birlikte yeni ve biraz da lümpen proleteryasını oluşturmuş insanımız, Süleymaniye ve Itrî estetiğinin  mirasına sahip bir terbiyeyi de taşıdı mı valizinde; bu çok ayrı, çok kanatıcı, trajik  bir  istifham  kuyusu .  Bu  kuyunun  yanıltan çıkrığı ise, ülkemiz  eğitiminde  mündemiç sosyo-politik  bileşkedir. Türkiye'de en muhataralı eğitim kurumlarından biri, İmam-Hatipler. Bu coğrafyaya özgü yapay çatışma alanları şöyle bir kümelense, İmam-Hatipler pedagojik zemindeki eksi kutup adeta.                 

Bir zamanlar hayli vaveyla koparılan, kapatılması çok tartışılan ve yakın vadede taze cumhuriyet  nostaljisini gıdıklamaktan öte işe yarar tarafı kalmayan Köy Enstitüleri anımsandığında, yerleşik öğretinin seçme şansı konusunda çok cimri ve dayatmacı bir tutum izlemediği görülebilir  halbuki.                

Resmiyet patenti ve himayesi koşuluyla, isteyen seküler zihin donanımına kavuşabileceği, aydınlanmacı bir dünya görüşünün penceresini edinebileceği gibi; dileyen hafif teolojik ihtiyaçlarına cevap bulabilir.              

Örgün eğitimin Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na rağmen bu iki almaşıklı yapısı, müesses doktrinin mevcut duyarlık bloklarına karşı ne denli bir denge gözettiğinin, ne düzeyde hakkaniyeti ıskalamadığının halüsinasyonundan ötesini fısıldamıyor.          

Üretilen mizansenin yaydığı pus, bu ülkede bilginin devletleştirildiği gerçeğini pastelleştirmekte; eğitim taleplerini resmi ideolojinin verdiği bahşişe eşitlemektedir. Bu müşterek körlük ortamında, ne normal okullardan medet umanlar evrensel insanlık birikimine açılabilecek gramajı yakalayabilmekte; ne İmam-Hatiplilik tercihinde çare arayanlar, derinlikli ve sahih bir  İslam ile yaşanan çağı dekode edebilecek bir çapa, bir bakış açısına  ulaşabilmektedir.              

Modernizmin tatbikine nesne kalmaktan beslenenler ile  kadim örfü yeni formlara büründürmekten vazgeçmeyenlerin birleştiği nokta, ‘devlet’  merkezli bir hayatiyettir garip biçimde.  Evrim teorisi, maddenin sakınımı yasası ya da dil, tarih ve Batı sanatı, devlet koruması alarak nasıl dolaşıma çıkabiliyorsa, Kutsal Kitap, peygamber kıssaları, dinsel ritüeller de aynı erk  sayesinde bu ülke insanına sunulabiliyor, hatta, rejimin çeperlerini delmeye yeltenmemek üzere, yaşatılabiliyor.               

Türkiye'de epistemik yetkenin devlete devredilmesinden kimse bir zarara uğramıyor, bir kazanımı yitirmiyor. Okulun, içerik çeşitliliği ve değeri kuşkuya düşülmeden, irdelenmeden devlete emanet edilmesi, ülke insanlarının yönetim algısının belki en trajik açmazı oysa : Bir yandan konservatuarda çoksesli müzik terbiyesini benimseyeceğiz,  bir yanda bu coğrafyayı monolitik bir seyre mıhlamaktan geri durmayacağız.  Bir yanda düşünce özgürlüğünü Anayasal güvenceye bağlayacağız; bir yanda, soyut ideolojik kavramlar, terimler veya etnik adlandırmaların telaffuzuna bile kitlesel linç kampanyaları düzenleyeceğiz. Bir yanda biraz da kıvançla günde beş kez okunan ezanlara yaslanarak Tanrı'yı ululayacağız, bir yanda, devletin yüceliğinden sonuna kadar emin bir gelecek disiplinine güveneceğiz.             

İmam-Hatipler’e ilişkin endişenin temelinde, resmiyetin tesciline duyulan özlem kadar,  devletin şaşmazlığı karşısındaki kolektif inancın cilveleri de yatmıyor mu aslında ? Bu mektep türünden paranoya kamçısı yiyenler de, aynı biçimde sekülerlik vaadini yerine getirmeyen otoriteye küsmüyorlar mı, çocukça bir tepkiyle? Ve işin tuhafı, İmam-Hatip yanlıları da muarızları da varlıkları için devleti kendi isterlerinin fedailiğine indirgemiyorlar mı ?                     

Heyecanımızla düşünmeyip serinkanlılıkla yaklaştığımızda, ne İmam-Hatipler'in Abdülhamit Koleji mecali taşıdığını, ne diğer ortaöğrenim kurumlarının Pascal, Newton, Darwin, Comte, Nitzsche, Derrida fışkırdığını anlarız.

Ama hepsinin de, soyutlama becerisi köklenmiş, hamaset lunaparkı açılmaya uygun bilişsel ve davranışsal depolar imalatına yaradığı, insanın mayası adına ürkütücü gerçek. Bir diğer korkunç tablo ise, retorik bağlamında sistemle kapışıyor sanılanların kendi fikir ve ruh dünyalarının bataryası yaptıkları ‘devlet’ ile dolmaktaki ısrarları.

 

 

 

                                                            

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 204 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI