*Mustafa MUHARREM
“Eski” ile “yeni”yi tokuşturmanın defansif görünerek kibrini örtmeye çalışan riyâkâr tarafı aldatır bizi hep . Ya “yeni” karşısındaki körlük ve sağırlık müşterekleştirilmek isteniyor; böylelikle “geçmiş”in bugüne ve yarına el koymasının zemini hazırlanıyordur oysa. Veya, “eski”nin zapt ü rapt altına alınarak yaşanılanın filtrelerini tıkamadan süzülmesine tâkât yetirilemiyordur.
Bu kızıştırmanın belirlediği saflardan her ikisi de matematik nedenlere bağlı. İktidarın sökemediği “eski”yi işlemezliğe gömmek de bir hesap ürünü; algılanamayan “yeni”dense malzemesi ekonomik, rutinleri ucuz ve kolay, etkisi garantili olanı yeğleyerek sürüp gidenin lehine bir alışkanlığı seçmek de. Tercihlerin referansı öznel sınırlar içinde temellendirildikçe, herkesin kendi kazanım ve imkânları cihetini tutturmak istemesi doğal. Asıl sorun, öznel seçimlerin (ulaşılması kaçınılmaz!) sonuçlarından herkes ve her şey için konuşan, yön gösteren, doğru-yanlış cetvellerini belirleyen, ölçü koyan buyruklar çıkarmak.
“Şiir” dolayımında yürütülen kavga, bir yanıyla bu türün ‘mitolojik’ yeteneklerini kimseye kaptırmamaktan, bir yanıyla da ‘şair’e özgü pozisyonların getirilerini paylaşmamaktan patlar. Dinsel söyleyişin seküler ve insanî olana indirgenmesine yaslanan “şiir”, dilin hacmini mitolojik iletilerdeki dünyaya göre genişletir hiç kuşkusuz. Mitolojinin yeryüzü serüveni boyunca çözümlenemeze ilişkin karanlığı cevaplamak adına üstlendiği role geçerek yapar bunu. Kurtulma ve kurtarmayı betimlerken eylem bildiriciliğini estetize ederek süsler.
“Dua” ile soydaşlığın dışında yarı tanrısala bitişen şiirin refleksi, bu ayrışmadaki mitik duruştan verilmiş bir güç olarak ‘çarpma’ hakkını şaire tanır sadece. ‘Çarpan’ şiir, okuyanın, dinleyenin duyargalarında bir dalgalanma yaratabildiği, bir rüzgâr koparabildiği düzeyde ( mitolojideki üst ve yan figürler gibi ) ‘ses’ olmakla kalmayıp ‘karakter’ inşasına, oradan da bir kader ve bir hayat fiksiyonuna hazır izleyiciler yaratır. ‘Çarpmak’ gönderinin bağlamını benimseyen için ödül; bu nesneleşmeyi evetlemeyen açısından ise ceza niteliği taşır her durumda . İster ses, ister yazı üzerinden ‘şiir’e kendini açan ya da aralayan muhatap, ‘çarpılma’nın pratiğiyle geçireceği değişime, bütün kuvvetleriyle var demektir.
Şiirin volümü, mitolojik ile kutsalın birbirine katıştırılmasındaki başarıyla oranlı bir güce sahiptir. Bu yüzden her şiirin gerek şairi gerek izleyicisi için, özel ve bir o denli de öznel bir mitos vaadini gerçekleştirme testine tabî olduğu, tartışmasız bir seyir. Bu seyrin içinde kalanlar, şiirden kutsal metinlere yakın (ve hattâ, fark atan) bir ululuk, bir yücelik umarken diğer taraftan şiirin ikincil (ve çoğunlukla gizli) görevini tamamlamasını beklemektedirler : Teknik aşamada dilin ötesini bularak estetik doyuma götürürken, paralel boyutta ‘değer’in öykülenmesini, sonunda da eğretilemelerden tırmandırılarak imgesel komutlar hiyerarşisinin tepesine oturtulmasını sağlamak.
Asal düğüm, ‘değer’in tanımlanışına değil algılanışına atıldığı için şiir ‘ses’ ve ‘ses’ arasında ilmeklenir. Üstünde konsensusa varılarak herkesçe onanmış bir ‘değer’ yoktur çünkü. ‘Değer’liliği bireysel tarihler istifleyip sıralar; içsel yaşantı ölçeğinde düşünür, başlatır, geliştirir ve üst norm olarak belirler. Şiir için ‘değer’ olan, kendini ürettiği dilsel vicdandaki deneyime göre sabit ya da değişken kutupların o ânki keşfidir. Bir buyurgan olarak şair, ‘değer’ delegasyonu için saptadığı izlek, kelime dağarı, müzikal dizge, imgelem ve dil manevralarının ikna gramajını yükseltebildiği kadar ses örüntüsünü mitolojikten, kutsaldan aşağı kalmayacak bir normatifliğe kavuşturur.
Üstelik, yalvaç, daha da ileride, yarı tanrısal olduğunu şiir ilüzyonuyla sergileyerek duyarlık avlamaktan kaçınmaz. Yalvaç fakat profan, tanrısal fakat bireyin özerk alanında durmak, şairin kendi yeterlik coğrafyasının eksilerine ve artılarına rızasının koyduğu bir sınır-kuraldır oysa. Kendini bir karşı yalvaç, bir karşı tanrı, bir karşı yazgı olarak konumladığı için şiir bir anti-kahramanlık zaferi tattırır . Biraz tevazû, biraz kibir; biraz kefaret, biraz gazap; biraz aşk, biraz şehvet; biraz yenilgi, biraz utku; bu zıtlıkların hepsi, şiirin ‘ses’inde iniltiyle haykırışı simetrileştirerek ‘şair’in içsel yaşantı detaylarından geneli kapsayan, açıklayan, kuşatan sahneler çıkarır. Acı ve isyan, diğer insanlar ( ve hatta, canlı-cansız bütün varlıklar) adına ‘şair’in yetkisi, ‘şair’in sorumluluğu altındadır
Modern şiirin sataşkan mizacı, bu çatışma doktrininin bir yansımasıdır. Uyum, sosyal ya da ontolojik, hangi itkiyle ‘şair’ aleyhine bir tedhişi alevlendirmişse, o nedensellikten alınacak estetik intikamın tek silahı, ‘şiir’den başka bir âlet olamayacaktır. Mitolojik öç, bireyin ‘şiir’le ayağa kaldırabileceği bir onuru zorunlu kılar. Bu noktada bütün seküler- insanî düzlemine rağmen ‘şiir’ de suç ve günah programını hedef yapar kendine. Olumsuzu, kötüyü, yanlışı hayattan silmek; ardından da, ‘iyi’nin hükümranlığı için boşaltılmış yaşantı ihtimâlleri sunmak. Ahlâk kodu kutsaldan kopmuş etik bir tavırdır bu ve ortak semboller yerine ‘şair’in kendini eşitlediği ‘kolektif ben’ içinde bileşen imgelere, eğretilemelere dayanır.
Pagan dönemler, ‘şair’i aşkın olanla insan arası elçiliğin ulvî statüsüne alıştırmıştır. Bu imtiyazın başka toplumsal, kültürel, politik öznelerin mülkiyetine aktarılması, şairin yegâne eylemi olan ‘şiir’in de cevap potansiyelini geniş oranda zayıflattı. ‘Büyük anlatılar çağı’ değil sadece biten; tabiat sona erdiği için kişiyi evrende evreni kişide içkinleştiren kelâm da kuruyup gitti. Hayır, şiirin organik zamanlarına bir çağrı değil bu; ‘huysuz’un kaybettiği kozmik ses sonrasına bir ağıt belki.
Modern şair, ‘olay’ın şiire evrilmesini çabuklaştırarak ‘öç’ sayesinde adaletin tecellisini amaçlar daha çok. Romancının ‘itiraf’ına bir katkıdır bu ve kadîm şiirin gerek enstrümantal gerek epistemik birikiminden, sosyo-kültürel derinliğinden yararlanmayı bırakmaz. Kadîm şiiri ıskalaması, görmezden gelmesi, insafsızca etüdlük malzeme saymasına rağmen ‘şair’in klasik pozisyonunu terke yanaşmaması modernlerin bir çelişkisi değil, pragmatistliğidir daha fazla. Geçmiş, modernler bakımından nasıl fetişleştirilebilir, turistikleştirierek ticarîleştirilebilir bir sermayeyse, benzer biçimde (bütün redçiliğine karşın) ‘şiir’ de tarihsel çizgisinden kendine koloniler bağlayabilir, ‘şair’e de tekstüel bir kâhin, tekstüel bir büyücü, mitolojik bir kahraman olmanın eğitimini (ve kariyerini) yaptırabilir.
Gündem, ‘şiir’de nabız gibi atmalı; ‘şair’ aktüel bir haberci ve yorumcu olarak duyuşsal-düşünsel profesyonelliğin rükünlerini icradan çekinmemelidir, buna göre. Modernlerin genel yakınmacı tutumu toplumsal baskı ögelerini organize memnuniyetsizliklere ve organize taleplere nasıl kilitliyorsa ‘şair’in de aynı kestirimin içinde ‘ses’ini bağırmaktan ibaret estetik bir ünleyişe denkleştirmesi, resmin eksik parçası. ‘Şiir’ bilinçli bir histeri gösterisi; çünkü şair, kitlesel dikkati yataylığın diğer formlarından kıskanıyor artık.
‘Ses’ sür’atin ve kargaşanın ritmiyle koşunca, toplumsal değişimin ta kendisi kozmolojik öğreti hâline gelerek yoku var kılan ana ilke karşısında söz dinlemez olur. Bağıran şiir, ilahlar doğuran acıların emirlerini ve yasaklarını aktarmakla yükümlü profan yalvacın öğütlerini levhalayarak asar zihinlere. ‘Şair’in ‘ses’i olmaklığın yankısıysa en çok bir papatya gibi nâra atar ve susmaktan başka gramer tanımaz . Kendini ‘olay’ kütlesi yaparak ‘şiir’i gazeteleştiren ‘ses’ için mesele parodisi oynamak, ‘ şair’i sadece çoğaltır.
*Şair-Yazar