09-09-2024 11:23:20 Son Güncelleme: 09-09-2024 11:32:20

Mustafa Muharrem Yazdı: Tarihten Tüymenin Estetiği

Victor Hugo, “duyguların liberalizmi” der Sefiller veya Nötr Dame’ın Kamburu gibi kült yapıtlarıyla taçlandırdığı...
Mustafa Muharrem Yazdı: Tarihten Tüymenin Estetiği

 

*Mustafa Muharrem   

                                                             

Victor Hugo, “duyguların liberalizmi” der Sefiller veya Nötr Dameın Kamburu gibi kült yapıtlarıyla taçlandırdığı romantizm için. Klasizmin antikite çıkışlı biçimsel akılcılığı ertesinde patlayan bu yaklaşım, ulusal-yerel paradigma lehine, form disiplininden kurtularak coşkunlaşmanın öğretisidir. Romantizmle, edebiyat trajediden drama; eski Roma ve Yunan’dan ulusal-yerel sorunsala geri çekilir bir bakıma. Ancak bu içe dönüş, dilin kurgusallaşarak yüksek düşünceleri edebiyatlaştırması işlevi yerine ulusal-yerel olanı estetize ederek yazınsallaştırması açılımını getirir beraberinde. Artık geçmiş bir uygarlığın beğeni eşikleri değil, ulusal-yerel estetiğin çarpıntısı edebiyatın üst kodu haline gelir.

 Batı düşüncesi ve sanatının serüveni açısından, İncil çevirileriyle akraba sayılabilecek bir yöneliştir bu. Kutsal kitaplarını kendi dillerinde okumak çabası, yan ürün olarak edebiyatın da ulusal-yerel bir eksen kazanmasını tetikler daha sonra: Protestanlaşma, teolojiden dile (ve ilerleyen zincirde ahlak ile ideolojiye ) sıçrayacaksa, kelimeleri ikna etmelidir. İşte romantizm, Batı için Protestanlığın dile ve dil üzerinden edebiyata giydirdiği yeni terbiyedir.   

Bizi kurcaladığımızda, ilk romantik simalar olarak Tanzimat kuşağı,  uyandırdıkları bütün heyecanların fonu altında sıralanıverir. “ Diyar-ı küfri gezdim beldeler kaşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm ”    diyen Ziya Paşa, kendi Batı deneyiminin cetveliyle, iki dünyaya ait zıtlıkları kapıştırıverir bir anda. Elindeki mizan, kentlerin bayındırlık düzeyleridir. İlginç olan, bu iki hayat alanı karşılaştırmasında Batı kentlerinin norm gösterilmesi; buna karşın İslam yurdunun viran siluetinin negatifleşerek göz önüne serilmesidir.   

Matbuat hayatımıza 1861 yılında Tercüman-ı Ahval ile girilmesi, çeviri bir yaşantı modellemesinin ilanı mı kabul edilmeli, zihinsel bir hapşırma, isabetli bir isimlendirme veya itiraf olarak mı değerlendirilmeli? Hürriyet Kasidesi’nde Namık Kemal, acaba romantizmin yankıları ile kendi aidiyeti arasında hangi epistemik elçi marifetiyle bir buluşma yaşar; Fransız devrimini doğuran kavramsallıkla nasıl bir idrak soydaşlığı geliştirir?     Bu romantik söylem, kısa sürede siyahlar ve beyazlar kutuplaşmasını yaratarak kendi klanını siyasetten ekonomiye, tarihten ahlaka toplumun bütün organlarına yerleştirir. Memalik saçağı altında Osmanlı referansına itirazdan, divan şiirinin ve Türk müziğinin inkarına; tasavvufun reddinden tarihin İslam öncesi dönemle bitiştirilerek okunmasına kadar, silinmesi gerektiğine inanılanlar kendi teşkilatlanmasını çabuk hareketlendirir.

Jön-Türk çığı da romantiktir; Meşrutiyet çılgınlığı da. Cumhuriyetle tescillenen bu romantizm, “Orda bir köy var uzakta” menziliyle flulaşırken “muasır medeniyet” hedefiyle tırmanması zorunlu doruğu, fiksiyon/projeksiyon haritasına işaretlemiştir. Romantizmin erittiği ussallık hepimizin kavrayışını sloganların balonuna sepet yapmakta gecikmez. Artık tercüme kavgaların cephesinde sipere yatarız; tercüme hassasiyetlerin metafizik hezeyanlarından gıdalanır ve tercüme karanlıklardan kaçınırız.  Politik bilincimiz de edebiyatımız da, dinsel tercihimiz de şehir tasarımımız da hayatımız kadar romantik bir derinliğe sahiptir ve tokuşmada göstereceği cüret ölçüsünde de genişleyip kitleselleşir.

       

Romantik çığırın kışkırtan, sürükleyen vasfı, tesir taahhüdünün getirdiği sosyo-politik haşmet yüzünden, hâlâ geçerlidir bizde. Bu yürütümün siyasetten ilahiyata, endüstriden edebiyata el koymadığı, müdahalesinden özerk kılmadığı hemen hiçbir boşluk da kendi yazgısıyla, kendi serüveniyle baş başa bırakılmamıştır. Bir çeşit kolektifleşmiş uyuşturucu işlevi gördüğünden olsa gerek, bizi kendine kapanırken dışarı ve öteki karşısında bile isteye kör-sağır davranmaya zorlayan bir tutum alışın değirmeninde öğüterek geçmişe çeker, anılarda pekiştirir, dün hurdalığından bir yarın üretmenin imalatçısı, tedarikçisi, pazarlamacısı yapar. “Yerlilik” vurgusu, biraz da kendimizin çeperlerini herşeyin ve herkesin gireceği hizaya sokan müesses bir hat çizimidir bu nedenle.

       

“Yerlilik” dolayımına çekildiğimizde, aidiyeti tartışmaya açan, hatta daha kuşku nesnesi yapan bir fetret yaratırız. Neyin “yerli” olduğuna yönelen bir merak, varılacak sonuca göre kabûl veya red volümünü arttıracak bir ses bastırma girişimidir de.  Toprakla ilişkisi üzerinden herhangi bir verimi didiklemek, bir tutum alış namlusunu doğrultmanın ilk gerekçesini sağlar bize. Bu da, dışarıdan gelene, içimize girene karşı her an eli tetikte beklemekten devşirilmiş bir kabuğunu yüceltme mantığıdır.   “Yerlilik” bu defansif niteliği nedeniyle korkunun kavramsallaştırılması ve tehlike ihtimâlleri ölçüsünde norm koyucu ilke olarak kurgulanması şiddetini müşterek kılar. Fetretin de en büyük kurnazlığı budur aslında: Dışarının vehametini pompalarken içerinin çeperleriyle yetinmeyi öğreterek ve sadece otantiğine güvenmek gerektiğine inandırarak, yaşananla çatıştırmak.

         

Realistçe bir anlama/anlamlandırma çabasındansa romantik algılarda herkesi buluşturma hırsından beslenen “yerlilik”, kendi özgünlüğünün farkına varmayan toplumsallıkları büyütme peşinde koşar. Hem merkez-çevre denkleminin perçinlenmesi sağlanır böylelikle; hem de savunmacı kutup üzerinden etkin öznenin kendini sürekli yorumlayarak kibirlice pekiştirmesine imkân tanınır. “Yerlilik” ne kadar sıkılaşırsa, ‘dışarı’dan aramıza karışanın, oylumlarımıza akanın aşındırma ve önüne katma ihtirası o düzeyde bir süzgece dönüşür. Bu inatlaşmanın finali, “yerlilik” zeminine yapışanların iki gerçekli, iki kimlikli bir bölünmeye çakılırken tarihin parçalanmasıdır. Üstelik bu tavır, “yerlilik” imtiyazına kavuşanları yücelterek mistikleştirirken neredeyse teosofik bir inşanın himayesi altında, her tür sorgudan, eleştiriden, her tür değerlendirmeden muaf tutar.

         

Okul kitaplarına konarak yeni kuşaklara da doktrine edilen bu bakışın bildirisi sayılabilecek bir metin olarak Faruk Nafiz Çamlıbel’in Sanat şiiri, bizi bir atış poligonuna sokar:

 

         Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,

         Bizim diyarımızda bin bir baharı saklar.

         Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek

         İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.         

        

Doğa motiflerinden hareketle düşülen acziyet, imarsız ortamın üstesinden gelecek güçten yoksunluğu bir övünç bahanesi olarak almaktadır bu girişte. Devam edelim:

 

         Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da

         Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini

         Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,

         Bize heyecan verir bir parça yeşil çini.   

             

Bina estetiği çevresindeki bu dikotomi, fiktif “biz”in sarsılma ve heyecanlanma durumlarını zımnen bir üstünlük kanıtı olarak dosyaya eklemektedir görüleceği üzre. Oysa  “sen”in eylemi, aramaktır; bulmak için aramak. Duygusal tepki, aramakla karşılaştırıldığında yeğlenmeli midir, bu ayrı düzlemde irdelenebilecek bir nüans, bir ve sülüs hat ya da çini, mozaiği feshetme yetkisi midir, bu soru çengeline iki uygarlığı tek tek asmadan soğukkanlıca düşünülmeli, iki. Bunu dans özelinde sürdürüyor ardından:

 

               Sen raksına dalarken için titrer derinden

               Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin

               Bizim de kalbimizi kımıldatır derinden

               Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin       

 

Dizelerde istiflenmiş kelimelere bakılırsa, balerin ile zeybek, ayrı beğeni bloklarının tekelindedir ve biri birinden, biri diğerinden esirgenmektedir. Bir sonraki dörtlükte ise, terazinin kefelerine müzik stillerini koyar şair ve çok sesliliği yargılar; sanki tüm senfonik yapıtlar, fırtınanın taklidinden ibaretmiş gibi: 

 

                Fırtınayı andıran orkestra sesleri

                Bir ürperiş getirir senin sinirlerine

                Istırap çekenlerin acıklı nefesleri

                Bizde geçer en hazin bir musıki yerine.

          

Dikkatten kaçmayacak abartı, çok sesli müzikal karakterin, icrasında yaslanılmış kültürel arka planın bir çırpıda olumsuzlanarak,  ensrümanın bulunmadığı, ses terbiyesinin gerekmediği bir refleks imkânını yanında küçümsenmesi inadıdır.  Şair yeniden plastiğe döner hemen akabinde:

             

                Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun

                  Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini.

                  Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun

                  Görünce köylünün kıvrılmayan belini…

 

Sanatın soyutlama kuvveti ile güncel pratik arasında çarpraz ateşe tutulan estetik coşku için getirilen öneri, meydan okuma tonunda koyulaştırılmaktadır. Bu manifestonun omurgası, sımsıkı kuşatıp sarar sonunda:

                 

                  Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken

                 Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz.

                 Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken

                 Sana uğurlar olsun… ayrılıyor yolumuz. 

 

Şiirdeki takazanın muhatabı, evrensel insanlık kazanımlarıyla “yerli” birikimler arasında bocalayan biri değil, hiç kuşkusuz. Fakat tabiat ve mekan ögelerinden yontulmuş pusatlarla, şehir ve medeniyet hücumuna geçildiği kesin! Anadolu’nun kendisi bir mitolojik varlığa dönüştürüldüğünde, bu yüceltim bizi olgusalı bilmek ve anlamak sorumluluğu yerine efsaneleştirmeyi bir rıza mühendisliği yöntemi hâline getirme ödeviyle yükler. Tarihin kıyısına can havliyle çıkıp akıştan azade kalmayı yeğlemek, anakronikliği  ölçekleştirmektir aslında. Otantiğini gözetmek ve korumak adına evrensel insanlık kazanımlarına nanik yapıldığında, bizim dışımızdaki deneyimlerin ve birikimlerin takdimlerine sırt çevrildiğinde, zamanın kurucu öznesi olmak imkanına karşı bir linç, bir imha operasyonu içinde aktifleşilmekle birlikte çürüyüşü standart ilke haline getirmek cambazlığı, bütün potansiyelleri seyircileştirecektir.               

 

Soğukkanlı yaklaşıldığında, Türk insanı “yerlilik” ile bağını Karlofça ile başlayan sendromun bugünlere uzanan sarmaşıklarından kurtarmaya çalıştığı ve üniter yapı sınırlarına bazen raptiyelenerek, bazen lehimlenerek, bazen vidalanarak ve çoğu kez kilitlenerek kapatıldığı için mazur görülebilir elbette. Oysa sorun, bir coğrafya parçasındaki rıza gösterilmiş dağarcığı referans alarak yürünecek bir tarihin buna izin verip vermeyeceğinden önce, varlık-bilgi-değer dünyasının simülatif bir eğlence düzeniyle zayıflıkları avutup avutmadığını ortaya çıkarmaktaki cesaret ve samimiyette düğümlenir.

             

Türk Edebiyatı, “yerlilik” ve “millilik” parantezlerine sığamayacak bir geleneğin enginliğinden uzanır bugüne. Çünkü toprakla değil gökle, kozmolojik bilinç ve duyarlıkla özgürleşmeyi, özgürleştirmeyi kendi ahlâk temeli olarak alan bir edebiyattır o. Siyasal haritaların ruhsatı uğruna bütünlüğünden, geçmişinden cayacak kadar çıkarcı; kökleriyle dalları arasındaki barışı kavgaya çevirecek kadar hin ve müfsid olmasını kimse boşuna beklemesin; çünkü kurucu ilkesi gök, buna asla erketede gözcü kalmaz.   

 

*Şair-Yazar          

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 179 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI