Nurullah Ataç / Eleştirmen-Yazar
Çok kimseler, hele biraz mektep medrese görmüş olanlar, her işten, her şeyden ille bir fayda beklerler. Ara sıra kırlara çıkmaları, bir su boyunca gezinmeleri bile hoş bir vakit geçirmek için değil, oturdukları yerde toz duman olsun olmasın, ciğerlerini şehrin pis havasından temizlemek içindir. Vitamin bulunalı beri nefislerini körletip bol soğanlı domates salatasını da hor görmekten kurtuldular; yoksa salt canları çekti diye yemeyi ciddiliklerine bir türlü yakıştıramıyorlardı. Onlar da öyle yol tutturmuş, yaşamanın tadını fayda aramakta buluyorlar.
Sanata düşmandırlar demeyeceğim. Gerçi içlerinde şiire, musikiye, resme ancak çocukların, bir de çocuk kalmış insanların heves edeceği birer iş diye bakanlar vardır. Bayılırım öylelerine; düşündüklerini olduğu gibi söyleyen, el alemin ne diyeceğine aldırmayan, boşa boş demekten çekinmeyen kimselerdir. Ama öyleleri günden güne azalıyor; çoğu, sanatın da faydası olduğunu öğrendiler, işi sanat adamını saymaya, teşvik etmeye kadar vardırdılar. Elbette! Bakın Şinasi Efendi ne demiş: “Edebiyat haslet-amuz-ı edeb (edepli mizaca sahip) olduğundan…” (Birçok sözleri kolayca ezberlerim ama bu tekerlemeyi bir türlü sonuna kadar belleyemedim. Ama önemlidir. Hani pek derin gözüken saçmalar vardır, onların en güzel örneği diye gösterilse yeridir.) İnsanlara edep, terbiye öğreten sanata söz söylenir mi hiç? Nerdeyse sanatın da ilim kadar, tüccarlık kadar ciddi bir iş olduğuna inanacaklar. Aralarından şiir, roman yazanlar da çıkıyor; yazdıkları doğrusu pek bir şeye benzemiyor, kimsenin huyunu değiştirip ahlakını düzeltemiyor ama, olsun! Kendileri gibi düşünenlerin hoşlarına gidip ilerlemelerine yardım ediyor. Bu da azımsanacak bir fayda mı?
“Edebiyat haslet-amuz-ı edeb (edepli mizaca sahip) olduğundan…” Böyle düşünen yalnız Şinasi merhum değildir. (Bilmem size de öyle geliyor mu? Bence bu “merhum” sözü Şinasi Efendi’ye pek uyuyor, o kadar ki ona sağlığında da “Şinasi merhum” denmemiş olmasını bir türlü aklım almıyor.) Dünyanın her yanında böyle diyen sayısız insanlar vardır. Hani insan karısını boşamalı mı, boşamamalı mı? Hovardalık edip firengiye tutulanların sonu ne olur? diye bir takım romanlar, tiyatro piyesleri yazarlar, adına da “tezli” derler, işte onlar da Şinasi Efendi’nin tekerlemesinde kendini gösteren düşünceden doğmuştur. Sadece güzel olsun diye, okuyup seyredenlerin hoşuna gitsin diye yazılmamışlardır; Allah esirgesin! Hiç öyle çocukluk olur mu? Ciddi kimseler ne der sonra? Roman, tiyatro piyesi dediğinin dersten farkı olmamalıdır; yoksa faydası kalmaz… Çocukluğumda ben de öyle şeyleri koltuklarımı kabarta kabarta okurdum. Şimdi adları unutuldu gitti, ama o zamanlar Fransız yazarları arasında ikisi de pek tanınmış, ikisi de Academie Française’den, biri Paul Hervieu, biri Rene Brieu diye iki kişi vardı; ben arkadaşlarım gibi Nat Pinkerton, Sherlock Holmes okuyup eğleneceğime onların kitapları üzerinde esner dururdum. Ama gene bırakmazdım, onlardan düşünmeyi, ciddiliği öğrendiğime inanırdım. Onlara kapıldığım için olacak, o yıllarda “Piç” diye bol terkipli, Emin Bülent’in “Kim” manzumesi kadar imaleli bir “sonnet”; Türkçesi çok bozuktu ama kafiyelerine diyecek yoktu. Çok şükür şimdi bir mısrasını hatırlamıyorum! Bazı kimseler çocukluklarını hazla, yürekleri yumuşayarak anarlar; benim o sersemliklerim aklıma geldikçe tüylerim ürperiyor, kendi kendimden nefret ediyorum. “Böyle biçimsiz, tatsız şeyler okuma; bak, dünyada ne güzel kitaplar var.” diyen biri de çıkmazdı. Ne gezer! öyle şeylerle uğraşmamı beğenirler de sersemliğimi bir kat daha artırırlardı.
Hervieu ile Brieu’nün piyesleri artık okunmaz oldu; Celal Sahir’le Yusuf Ziya’nın adapte ettikleri Ceza’yı, Faruk Nafiz’in yanılmıyorsam Cenap Şahabettin ile birlikte adapte ettiği Uçurum’u da artık kimseler bilmiyor; ama “tezli edebiyat” modası aldı yürüdü. Eskiden şiiri pek sarmamıştı, şimdi ona da geçti. Aralarında yaşlısı da var, genci de, birtakım şairlerimiz temiz bir dille güzel mısralar söylemeye değil, öğretici şiirler yazmaya heves ediyorlar. Sevgilerini, dertlerini, sevinçlerini anlatmaya da kalkmıyorlar, birtakım fikirleri yaymak isterlermiş… Cemiyet kendilerinden böyle bir hizmet bekliyormuş… Şiir halkı aydınlatmak için yazılmalı imiş… Halk, yani köylüler, işçiler, küçük esnaf takımı onların yazdıklarını okuyacak böylece doğru düşünmeyi, adam olmayı öğrenecek!.. İnsan kızsın mı, gülsün mü, kestiremiyor. Halka bir baksalar ya! ne güzel şiirleri vardır; Anadolu’nun, Rumeli’nin, İstanbul’un eski, yeni halk türkülerini bir dinleyin, birdenbire bir şimşek gibi parlayan nefis mısralar bulursunuz. Hiçbirinin de bir şey öğretmeye, bir fikir yaymaya kalktıkları yoktur. Halk, sanatın sadece güzel şekiller yaratmak arzusu olduğunu kendiliğinden anlamıştır. Bir tanesinin bile şiirlerini okumuyor; bir köye gidip genç şairlerimizin sözde halk diliyle yazdıkları o özentili bezentili koşmaları, manileri okuyun, kimse hoşlanmıyor. Anlamadıkları için mi? Yoo! Anlaşılmayacak neleri var? Ama halkın şiirde aradığı güzellik de yok. Bizim bugün Karacaoğlan’ın, Deli Boran’ın diye bildiğimiz, ağızdan ağıza dolaşarak değişmiş, bozulmuş, gene de tazeliklerini, güzelliklerini yitirmemiş şiirleri söyleyen halk, üç dört kendini beğenmişin: “Biz halkı aydınlatmaya çalışıyoruz!” diye kendileri de inanmadan yazdıkları ecişbücüş şiirleri neden dinlesin?
İşin doğrusu bütün bu adamlar, halk için yazdıklarını söyleyenler sanatı gerçekten sevmiyorlar. Bir mısranın, bir bestenin, bir resmin güzel olması onlara yetmiyor, bir de faydası olsun istiyorlar. Güzelliğin anlatılamayacak, ancak duyulacak bir şey olduğunu kabul edemiyorlar. Mektebe gitmişler, orada hocaları birtakım şeylerin nasıl yetiştiğini, nasıl yapıldığını öğretmiş, sanıyorlar ki şiir de öyle öğrenilir. Halk şiirlerini okuyorlar, beğeniyorlar; onların konularına bakıyor, hecelerini sayıyorlar, kafiyelerini öğreniyorlar, o kadar hece ile öyle kafiyelerle gene o sözleri söylerlerse bir güzellik yaratacaklarını sanıyorlar. Yalnız o kadar mı? Halk cahil, öyle derin düşünmesini bilmez; kendileri ise yıllarca okumuş, ortalı yüksekli bütün mekteplerden geçmişler, elbette halktan daha iyi düşünür, daha iyi anlarlar. Kendilerini halka feda ediyorlar. Gerçi çok daha büyük, çok daha önemli eserler meydana getirebilirler ama bir cömertlik gösterip halk için yazıyorlar… Sanatı sevmiyorlar, bir; kendilerini beğeniyorlar, iki… Bu iki yoksulluğun birleşmesinden artık bir güzellik doğabilir mi?
Sanat eseri hiçbir fikri yaymaz demek mi istiyorum? Hayır, öyle şey olmaz. Her eser ister istemez bir insanın, bir toplumun düşüncelerini bildirir. Hatta sadece güzellik kaygısıyla yazılmış olanlar bile gene bir dünya görüşünden haber verir. Her şiirde, her romanda yazanın da, yazıldığı çevrenin, zamanın da eğilimlerini, nelere inandığını görebiliriz. Ama bu isteyerek olmaz. Sanat adamı, yalnız güzellik yaratmak için çalışır. Luigi Pirandello’nun Altı Kişi Muharririni Arıyor adıyla dilimize çevrilmiş bir oyunu var; altı insan, ancak düşler aleminde var olan altı kişi, nasıl yaşadıklarının, neler yaptıklarının ille söylenmesini istiyorlar, bunun için de gelip bir yazara musallat oluyorlar… Birtakım şahıslar, duygular, şekiller, sanat adamının içini kavrar, bir eser halinde dışarı vurulmak isterler. Sanat adamı işte içinden gelen o sesi duyar, onun için eser yaratır; kimseyi aydınlatsın, bir faydası olsun diye değil…
Fayda arayan, sanatın herhangi bir işe hizmet etmesini isteyen kimse sanatı sevmiyor demektir; ayıp değil, anlamasın, sevmesin; ama rahat bıraksın, başka yollara sürüklemeye kalkmasın.
Sanatın faydası… İlle bir fayda arıyorsak, sanat hoşumuza gidiyor, bize hoş vakit geçirtiyor da ondan seviyoruz diyemez miyiz? Bu da bir fayda değil midir? Yok, hoş vakit geçirmek, eğlenmek, güzellikle heyecan duymak ciddi bir iş değilse, hayatta her işimizin daha büyük bir faydası olmak gerekse, biz de daha ileri gidebiliriz: Yaşamanın ne faydası vardır? Yaşamasak da olur pekala! Diyeceksiniz ki yaşamayı biz seçmedik, dünyaya geldik, varız; öyle ise gene var olmaya bakalım, her işimizin de o varlığa hizmet etmesine, onu uzatıp iyileştirmesine çalışalım… Peki, ama sanat da bizim seçtiğimiz bir şey değildir, o da kendiliğinden vardır; insanoğlu güzel şeyler yaratmak ihtiyacıyla sanat işlerini meydana getirmiş; hayatın faydasını aramadığımız gibi sanatın da faydasını aramayın.
Kaynak: Nurullah Ataç / Günlerin Getirdiği, Sözden Öze / Yapı Kredi Yay.