Prof. Dr. Hüsamettin İnaç / Kütahya Dumlupınar Üniversitesi
Gazze’de soykırım artık son raddeye gelmiş olması, Lübnan’ın İsrail tarafından adeta Gazze’ye döndürülmesi ve Suriye’de gene İsrail saldırıları üzerine Hizbullah başta olmak üzere İran Şii milisleriyle beraber Rusya’nın geri çekilmesi gibi radikal adımlar, Ortadoğu’nun bundan sonra nasıl bir gelecekle yüzleşeceği meselesini masaya yatırmamızı gerekli kılmaktadır.
Zira tüm bu olup bitenden ve savaşın bölgeye yayılmasından ABD, İngiltere ve İsrail’in çok önceden planladıkları ve planlarına sadık kalarak birbiri ardınca attıkları adımların yeni bir konjonktür oluşturduğu anlaşılmaktadır.
İsrail’in İran’a misillemesinin tartışıldığı bugünlerde hadisenin sadece İran’la sınırlı kalmayacağı aşikârdır. Maalesef ki Gazze’de yaşanan soykırımı ve insanlık dramını timsah gözyaşlarıyla takip eden Batı, Ortadoğu hakkında kararını çoktan vermiştir. Bu süreçte sessiz kalan ve böylelikle zımnen İsrail’e destek veren Arap ülkeleri ise sıranın kendilerine gelmesini beklemektedir.
Bu makalede artık maalesef rutin haline gelen şiddet sarmalından ve birbirini takip eden ve hiçbir fayda getirmeyen beyhude ziyaret ve müzakerelerden ziyade Ortadoğu’nun neden bu kabil büyük bir katliama maruz kaldığını ve böyle giderse istikbalde bizi nasıl bir Ortadoğu’nun bekleyeceğini tartışacağız.
Öncelikle Ortadoğu’nun hiç bitmeyen kan ve gözyaşıyla karşılaşmasının en büyük sebebi, Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde Osmanlı’dan kopuşuyla başlamaktadır. 1915-1916 Sykes –Picot gizli anlaşmaları bölgenin İngiliz ve Fransızlar arasında paylaşımını beraberinde getirdi.
Cetvelle çizilen yapy sınırlar, etnik, dini, mezhepsel ve siyasi ayrışmalara neden oldu. Nitekim bir Kızılderili atasözünün de veciz bir biçimde ortaya koyduğu gibi, iki balık kavga ediyorsa oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiş demektir.
Nitekim bir milli mücadele vermeden sözde bağımsızlığı zamanla kazanan bu Ortadoğu ülkeleri, aşiret ve kabile olma kategorisinden çıkamayan ve ulus-devlet formuna geçemeyen toplumlardan oluşmaktadır. Ülkeleri yönetenler ise – genel itibarıyla – emperyalist güçlerle işbirliğini baştan kabul etmiş diktatörlerden seçilmişlerdir.
En başta petrol ve zamanla doğalgazın bölgedeki varlığı Ortadoğu’nun kaos ve anarşiye itilmesinin en büyük nedeni olmuştur. Zira çok büyük stratejik kaynaklar jeopolitik bir hâkimiyet ve güçle kontrol edilmediği takdirde ülkeyi her daim yabancı müdahaleye açık hale getirmektedir.
Buna ilaveten petrol gelirleri ülkeyi yöneten hanedanın elinde toplanmakta, bu da diktatörün halk üzerindeki baskı ve zulmünü yoğunlaştırmada bir katalizör rolü oynamaktadır. Elindeki kaynakları bilinçli olarak halka dağıtmayan lider, halkı fakir bırakarak kendisine karşı bir muhalefetin oluşmasına mani olmaktadır.
Haddizatında emperyalist güçlerin biteviye müdahalesi, işgaller ve demokratik bir seçim sisteminin olmayışı devletle toplum arasında derin bir ayrışma ve uyumsuzluk yaratmaktadır. Malum olduğu üzere modern, demokratik ve çoğulcu yönetimlerde siyasi partiler, sivil toplum, baskı grupları devletle toplum arasında bireysel ya da kolektif talepleri kamusal alana ileten iletişim kanalları olarak işlev görmektedir. Bu kanalların olmayışı patrimonyal ve otokratik yönetimini devamını garantilemektedir. Halkın öncelikleriyle yönetenlerin önemsedikleri arasında bir uçurum mevcuttur.
Öte yandan ihtilaflarla dolu kanlı miras, Arap devletlerini peşini bırakmamakta ve bölgeselleşmenin önünü tıkamaktadır. Hâlbuki Ortadoğu’da bölge ülkelerinin kuracağı bir ittifak bloku, zamanı, parası ve tahammülü bol olan emperyalist müdahaleyi asgariye indirebilecek en önemli olgudur.
Bir diğer boyutuyla emperyalist Batı şimdiye kadar Ortadoğu’da tüm demokrasi girişimlerini daha doğmadan boğmuş, Arap baharını tersine çevirmiş ve Mısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Mursi’nin 2013 Sisi darbesiyle devrilmesine zemin hazırlamıştır.
Şimdiye kadar insanlığın bulduğu en mükemmel yönetim biçimi olarak algılanan demokrasi, “halk tarafından, halk adına ve halk için yönetim” olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu demokratik yönetim arayışları Pan-Arabizm, Anti-Siyonizm ve Siyasi İslam söylemleriyle kendini meşrulaştırmaya çalışan otokratik zihniyetin altında ezilmiştir.
1982 yılında Sabra ve Şatilla Kasabı olarak anılan Ariel Şaron’un danışmanı Oded Yinon, bir rapor hazırlayarak önümüzdeki elli yıl içinde coğrafyanın Siyonist emeller çerçevesinde nasıl değiştirileceğini önceden haber vermiştir.
1991 itibarıyla Sovyetlerin ideolojik ve ekonomik iflasını deklare ederek uluslararası sahneden çekilmesi, NATO’nun işlevsizleşmesine yol açmıştır. Bunu fark eden NATO, 1993 Hermal Doktrin ile İslam’ı ya da kendi ifadeleriyle İslami terörü kendine öteki ve hasım ilan etmiştir. Ne var ki İslam vardır ama ortada İslami terör diye yaftalanabilecek bir gelişme, o dönemde henüz yoktur.
1995 yılında CIA, “Global Trends 2015 Raporu” yayınlayarak hiçbir şey yapmadıkları takdirde 2015 yılına geldiğimizde dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yüzde seksen beşi halkı Müslüman olan ülkelerin eline geçeceği kehanetinde bulunmuştur.
İşte bu şey, 11 Eylül 2001 İkiz Kulelere yapılan saldırıdır ve böylelikle NATO, kendi bünyesinde İslami terörü icat etmiştir. Fraklı veçheleriyle değerlendirildi bu saldırı, CIA tarafından bilinen ve ABD’nin gerçekleşmesine müsaade ettiği bir hamledir.
Nitekim bu saldırının akabinde ABD, 2002’de Afganistan’ı, 2003 yılında ise Irak’ı işgal etmiş ve burada milyonlarca insanı katledip bir o kadarını mülteci konumuna düşürmüştür. Bu iki coğrafyada şimdi devlet yerine asimetrik güçlerin cirit attığı istikrarsızlık ortamı hâkimdir.
2004 yılında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoliza Rice, Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarını değiştirecek Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) resmen duyurmuştur.
2010 sonu itibarıyla Tunus’ta mühendis bir gencin seyyar satıcılık yaparken bir kadın polisten tokat yemesi ve kendisini yakmasıyla başlayan Arap baharı, bölgede kimliklerin radikalleşmesini beraberinde getiren bir sürece evrilmiştir. DEAŞ, El-Kaide, Boko Haram bu sürecin Batı tarafından maniple edilmesinin birer ürünüdür.
2014 yılı, Obama’nın Ortadoğu’da mezhep fitnesini alevlendirmek için İran Şii yayılmacılığına yol verdiği bir zaman dilimi olarak tarihe geçmiştir. Sünni çoğunluğa rağmen Nusayri yönetime sahip Suriye’de iç savaşı alevlendirilmiş, Şiilerin çoğunlukta olduğu Irak’ta Sünni lider Saddam iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Peki, tüm bu hengâmelerin yaşadığı Ortadoğu coğrafyasında Türkiye bir barış ve istikrar adası olma hüviyetini korumayı nasıl başarmıştır. Bunun başlıca üç nedeni mevcuttur. Bunlardan birincisi, Anglosakson tarzı demokratik laiklik ilkesini benimsemiş olmasıdır. Zira bugün Ortadoğu’da istikrarı zedeleyen ve toplumsal barışı imkânsız hele getiren en önemli parametrelerden birisi, otokratik yönetimlerin birbirinden bağımsız şeriat algıları ve mütemadiyen devem eden dini tartışmalardır. Taliban’ın Şeriat yorumuyla Suudi Arabistan’ın Vahhabi İslam anlayışı asla uzlaşmamaktadır.
İkinci olarak Türkiye’nin uluslararası kurumlarla derin ve tarihi işbirliği demokrasinin kökleşmesinde önemli bir rol oynamaktadır. NATO, BM, AB, OECD ve Avrupa Konseyi ile kurulduğu günden itibaren diyalog içinde olunması demokratik işleyişi içeride mümkün kılmıştır. Nitekim Birinci Meşrutiyet ve Kanuni Esasiden beri iki yüzyıllık parlamenter demokrasi tecrübesine sahip olan Türkiye’nin Ortadoğu’ya rol-model oluşturacak kadar güçlü bir müktesebatı mevcuttur.
Üçüncü olarak Türkiye, her ne kadar her on yılda bir darbelerle inkıtaa uğratılan kırılgan bir demokrasiye sahip olsa da askeri yönetimlerin hemen akabinde sivil hayta geçmeyi başarabilmiştir. Zamanla dışsal bir değişim dinamiği olarak AB’nin de devreye girmesiyle bugün sivil-asker ilişkilisi bir hayli demokratikleşmiştir.
Sonuç itibarıyla Türkiye, halkı Müslüman olan 57 ülke içinde laik, demokratik ve evrensel değerlerle mücehhez, İslam’la demokrasiyi birleştirebilen ve ekonomik kalkınmasını açık Pazar ekonomisiyle sürdürmeyi başaran çoğulcu bir demokrasidir. Bir gün Ortadoğu’nun biteviye sömürü, savaş ve kaosla dolu mahut tarihinin bu kabil bir dönüşüme tabi olması en büyük umudumuzdur.