14-10-2024 00:14:42

Prof.Dr. Kemal Arı Yazdı: Bir Göç Öyküsü: “Mübadele”

Bir gün kapınıza kimi resmi görevliler dayanıyor ve üç gün içinde topraklarınızı, evlerinizi ve bağlarınızı terk etmenizi, başka bir ülkeye gönderileceğinizi...
Prof.Dr. Kemal Arı Yazdı: Bir Göç Öyküsü: “Mübadele”

 

Prof. Dr. Kemal Arı / Dokuz Eylül Üniversitesi

 

Gelin birlikte bir düş kuralım...

Bir gün kapınıza kimi resmi görevliler dayanıyor ve üç gün içinde topraklarınızı, evlerinizi ve bağlarınızı terk etmenizi, başka bir ülkeye gönderileceğinizi; gideceğiniz yerde nereye yerleştirileceğinizi belirleme hakkınız olmadığını söylüyor...

Daha da öte; siz ve sizin gibi aynı kültürü, dini paylaşan kişilerin ayırımsız biçimde bu göçe zorlanacaklarını, onların da bu süreçten kurtulamayacaklarını öğreniyorsunuz...

Nereye, nasıl bir ortama gideceksiniz? Gittiğiniz yerlere nasıl kök salacaksınız? Nelerle, kimlerle karşılaşacak, nasıl bir ortamla ve koşullarla yüzleşeceksiniz?

Sorular burada bitse iyi:

Gideceğiniz yer ve gitme eylemi ve çevrelenmiş her bir aşamayla ilgili sayısız belirsizlikler var; tamam...

Ancak, ya terk edeceğiniz topraklar; içinde yaşadığınız ve doğal ve toplumsal çevre; ilişkileriniz, tanışıklıklarınız; hatta sizde içinde yaşadığınız kültürün birer davranış kalıbı biçimine getirdiği alışkanlıklarınız?

Onlar ne olacak?

Daha da ötesi; “Köklerim dediğiniz” geçmişten kalan “anılar”... Örneğin büyüklerinize ait mezarlar; tanışık olduğunuz yaşamın her boyutuna ilişkin köşeler...

Sonu gelmiyor ve gelmez değil mi bu soruların?

Evet; gerçekten de bu sorularla yüz yüze olan bir kişinin, belki bir rüyada karşılaşıp; “Bu gece kabus gördüm” diyerek, sabaha kavuştuğuna şükrettiği ölçüde insana bunaltı getirecek sorulardır bunlar...

Ancak bütün bu sorunların muhatabı olmuş insanların yaşadıkları şeyler, ne yazık ki bir düş değildi. Gerçek yaşamın kendi içindeki ritmi onlara sayısız yükler yüklemiş bulunuyordu.

Uzun süren Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna (Harb-i Umumi) ulaşmış olan savaşa katılan ülkelerin halkları; büyük sıkıntılar, ölümler, akıl almaz acılar yaşadıktan sonra, imzalanan bırakışma antlaşmalarından sonra bir parça rahat günler göreceklerine inanıyorlardı.

En azından şiddet bittiğine göre, kendilerini yeni bir yaşama hazırlayabilirlerdi. Ancak Türk topraklarında savaş bitmedi. Sevr’e karşı çıkan Türkler, anti emperyalist bir duruşla, ulusal bir savaşa yönelerek, savaşın yaklaşık üç buçuk yıl daha uzamasına neden oldular. Bu süreç içinde Türkler’in “ulusçu/ milliyetçi” duyguları daha da kabardı. Yunanistan büyük devletlerin eliyle Türk topraklarına, büyük ölçüde akılları çelinerek sürülmüştü.

15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in Yunanlılarca işgal edilmesinden sonra Anadolu yaylaları, tepeleri ve kentleri yeni savaşlara tanıklık etti. Savaş süresince hem Yunanistan’da hem de Türkiye’de ulusçu duruş zeminindeki ayrılıklar daha da keskinleşti.

Artık Türkiye’deki Türkler komşuları oldukları Rumlar’a, Yunanistan’daki Yunanlılar da komşuları olan Türkler’e kuşkuyla bakıyorlardı. Aidiyet duyguları ortak bir zeminde parçalanıyor; özellikle savaşın sonuna doğru, parçalanan duygusal ayrılıklar açıklaması pek de zor olmayan şiddet eylemlerine dönüşebiliyordu.

Türkler çoktan ulus kimliği güçlü yeni bir devlet kurmaya karar vermişlerdi. Yunanistan’da ise zaten bağımsızlık yıllarından çok önce başlamış ulusçu/ milliyetçi duygular yaşamın her alanında kendini gösteriyordu.

Kabaran milliyetçi duygular, o duyguyu paylaşamayan “ötekileri” farklı bir yere koyarak öteliyor; böylece gittikçe artan, kabaran, arada bir gerilese de sonradan daha şiddetli bir dalga olarak yükselişe geçen bu duygu kabarışı, sanki ortak bir geçmişin anıları yokmuş gibi, yerine yepyeni bir kimlik inşaası için zemin hazırlıyordu...

Türkler’in yurtlarını savunma yönündeki direnişleri, 1922 yılının sonunda zaferleriyle bitti...

Ta Ankara önlerine kadar gitmiş Yunan Orduları; “Büyük Taarruz” denilen büyük savaşta büyük ölçüde yok edildi. Dönemin kaynaklarında “kılıç artıkları” ya da “perakende kuvvetler” deyimleriyle nitelenen kıyımdan kaçabilen Yunan askerleri perişan bir biçimde kendi ülkelerine sığınmaya başladılar.

Bu, sivil Rum-Ortodoks nüfusunun yoğun biçimde yaşadığı Batı Anadolu, Marmara ve sonraki aşamada da Doğu Trakya’da büyük bir korku yarattı. Şimdi bu kitleler içinde karşı karşıya gelen gözler, korkudan kurumuş diller birbirlerine şu soruyu soruyorlardı: “Türkler, ya intikam almak isterlerse?”

Herkes, sivil halkın büyük ölçüde kıyıma uğrayacağından korkuyordu. Kentlerde, kasabalarda; hatta Anadolu’nun çok içlerine kadar gitmiş bağımsız gözlemcilerin varlığı bile korkuya kapılmış yürekleri serinletmek için yetmiyordu.

9 Eylül 1922 günü Türk süvarileri, Kurtuluş Savaşı’nın sanki bir “Kızıl Elması” gibi görünen İzmir’e girdiğinde; Batı Anadolu, Marmara ve Doğu Trakya Bölgesi’nden yığınlar halinde Rum-Ortodoks halk, Yunanistan’a sığınmak telaşı içindeydi.

Ege adaları ve ana kara Yunanistan kısa sürede yüz binlerce sığınmacıyla doldu. Kızıl Haç Teşkilatı ya da Amerikan Yardım Kurulları’nın onca çabalarına karşın, bu yoğun göçün içinde yer almış ve her birinin kendi özel dünyasında ayrı yaşanmış olan insanların sıkıntılarına çözüm olmuyordu...

Çoluk çocuk insanlar, perişan bir haldeydiler... Gittikleri yeni ülke, sözüm ona gönül bağı oldukları bir ülkeydi. Ancak oraya gittiklerinde bu düşüncelerin tam olarak gerçeği içermediğini de görüyorlardı. Kış koşulları o yıl, umulanın üzerinde zor geçecek gibiydi. Ve şimdi onlar, bir lokma ekmeğe muhtaç bir haldeyken, geride bıraktıkları toprakları, evleri, atölyeleri; ekmek ve aş kazandıkları ortamlar... Onlara yeniden kavuşup kavuşamayacaklarını bile bilmiyorlardı. O zamana dek yaşananlar; içinde bulundukları bütün ilişkileri paramparça etmişti. Adeta savruldukları bu yeni coğrafyada; tanışıklıklar, eski komşuluklar, arkadaşlıklar; hiç birisi yoktu. Koskoca bir köy boşalmış, kalkmış, Yunanistan’a sığınmıştı. Geçmişte bir bütünü oluşturan bu toplumsal grup; şimdi Yunanistan’da darmadağınık bir duruma düşmüştü. Bir biçimde parası olan ve onu yanına alıp götürebilenler; bir parça daha rahat gibi görünüyorlardı. Ancak ne fayda? Çünkü Yunanistan şimdi savaş sonrası dönemin sıkıntılarını yaşıyordu. Fiyatlar alabildiğine artmış, piyasalarda yiyecek, giyecek ya da başka zorunlu gereksinimler bulunamaz olmuş; savaşın getirdiği büyük yük, bütün Yunan toplumunun omuzlarına oturmuştu. Ancak daha fazlasını bu göçmenler hissediyordu. Çoğu sokakta, bölük pörçük, derme çatma sığınakların içinde hayatta kalmaya çalışıyorlardı.

Her yeni gelen, daha önce gidenlere ekleniyor; böylece yoğunluk ve zorluklar daha da artarak sürüyordu. Zorluklar ve sıkıntılar daha da arttıkça; zaten sınırlı olan olanaklar, yığınlara paylaştırıldıkça, her birinin şansına daha az düşüyordu.

Artık ne güvenlik vardı; ne düzen...

Derken Yunanistan’ın bilindik soğuğu, bütün acımasızlığıyla bu insanların üzerine bindi. Aç bedenler şimdi bir de soğukla ve kışla cebelleşmek durumundaydı.

Bir süre sonra Yunanistan’a yığılan Anadolu’dan göç etmiş Rum sayısı, 850.000’in üzerine çıktı...

Artık Yunanistan’da yaşam; hem Yunanistan’ın kendi yurttaşı, hem Anadolu’dan göç etmiş göçmenler hem de Yunanistan’ın kendi sınırları içindeki Türkler için bir cehenneme dönüşmüştü.

Hele ki Türkler!

Açlık, soğuk ve hastalıklarla cebelleşen kitleler, şimdi şunu sorguluyordu:

-“Bir bunca zorluklar altında, sokakta, çadır ve klübelerin içinde yaşarken, bizim evlerimizden ayrılmamıza neden olan Mustafa Kemal’in destekçisi olan bu Türkler, niçin kendi evlerinde yaşamaya devam etsin? Neden biz evlerimizden çıkmak zorunda kalmışken; onlar da aynı biçimde evlerinden çıkmasın?”

Sanki göçün yarattığı sarkaç bir o yana, bir bu yana gidip geliyor; geçen  zaman içinde her devreye giren yeni koşul, acının ve dramın ağırlığını bir öteki yana, bir bu yana yüklüyordu...

Yunanistan için Anadolu düşü, büyük bir yenilgiyle sonuçlanmıştı.

 

Yunan Ordusu, büyük umutlarla girdiği savaşı yitirmişti. Düşman görülen topraklar, şimdi onlar için mezar olmuştu. Yunanistan’da başta başkent Atina olmak üzere, pek çok yerde Anadolu’dan firar etmiş askerler, eşkıyalık yaparak gün geçiriyorlardı. En büyük korkuları, Anadolu kaçkını olmaları yüzünden, askeri mahkemelerde yargılanarak, idam edilmesiydi. Ülke büyük bir ekonomik sıkıntının içine düşmüştü. Her tarafta düş kırgınlığı egemendi. Bu felakete neden olanların kimler olduğu arayışı başlamıştı. Para hızla değer yitirmiş; enflasyon patlamış, başka temel tüketim maddeleri olmak üzere, piyasada pek çok ürün, satın alınamayacak ölçüde değer kazanmıştı.

Ya Türkler?

Onlar ne durumdaydı?

Yunanistan’da yaşayan Türkler’in ve doğal olarak Müslümanların gündelik yaşamında neler değişmişti?

Onlar hemen Yunanistan’ın her bölgesinde varlardı. Şimdi Anadolu’dan kopup gelen mültecilerin, yoksul yaşamlarını sürerlerken, bu felakete düşmelerinin nedeni olarak kendilerini gördüklerini ayırt ediyorlardı. Değişik duyumlar kamuoyuna pompalanıyordu:  Anadolu'dan göçüp gelen bu kitleler arasında, azılı katillerin, hınç dolu öfkeli insanların, hatta savaştan kaçan firari askerler olduklarını duyuyorlardı. Gördüklerine bir de bu duydukları ekleniyordu. Kimleri bu günlerin geçeceğine ve eski yaşantılarına yeniden kavuşacaklarına inanmak istiyorlardı. Ancak daha dün, şimdi büyük bir geçmiş gibi hisler uyandırıyordu. Yunanistan’daki Türkler, büyük bir baskı altında hissediyorlardı kendilerini… Yunan polisinin, Türk ve Müslüman evlerini tek tek sayıp belirlediği, kimi ek vergiler koyarak, bilinçli bir baskı uyguladığı herkesçe bilinen bir şeydi. İşte sonuçta, kendilerinin saydıkları topraklarda, yabancı durumuna düşmüşlerdi. Yine de zamanında Türkiye'ye giden gitmiş; geriye kalanlar, kendi dünyalarında, bir parça ürkek, çekingen, içine kapanık; yabancılaşmış gibi bir duyguya kendilerini kaptırmadan, var olmaya çalışmışlardı. Ancak her geçen gün bir şeyler duyuyorlardı. Onlar, bulundukları muhiti, içinde yaşadıkları bu dünyayı, velinimetimiz dedikleri padişahın ve Osmanlı halifesinin bir mülkü sayarlarken; bir anda, çok değil sekiz dokuz yıl önce, Yunan yönetiminin altında buluvermişlerdi.

Kanlı çarpışmalar, kavgalar; cephelerde ölen ya da yaralananlar; göç edenler, göç edemeyip kalanlar, zindanlara atılanlar, oralara buralara sürülenler...

Bütün bunlar belleklerde dün gibiydi.

Evet, dünde olanlar dünde kalmıştı, doğru...

Kaç kişi, Anadolu'ya Yunan gemileriyle asker gönderilirken ve gönderildikten sonra, Türklere casusluk yapıyorlar gerekçesiyle tutuklanmış; kaç kereler Türk köyleri bilinmedik kişiler tarafından basılmıştı. Evler yakılmış, sürüler ve ahır hayvanları ile ambarlardaki ürünleri ya çalınmış ya da zorla ellerinden alınmıştı. Artık tarlaların, bağların, bahçelerin güvenli olmadığını biliyorlardı. Sokak aralarının tehlike saçtığını, her an üzerlerine çevrilecek namluların bir anda ateş kusabileceğini biliyorlardı. Pek çok masumun namusunun kirletildiğine ilişkin iğrenç duyumlar kulaklarına geliyordu. Kimi aileler, akşamın erken saatlerinde evlerinin bütün kapılarını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatıyor; erkenden yatağa giriyor; bir an önce gecenin karanlığından sıyrılarak, güneşe yeniden kavuşmak istiyorlardı.

Bunlar bilinmedik şeyler elbette değildi. Ancak, her zaman geleceğe dönük umutlar olmakla birlikte; yine de gelecek hep ürküntüleri de içinde barındırıyordu. İnsan denilen varlıkta, ümit ve ürküntü yan yana iki sadık kardeş gibilerdi. Biri yükselirken öteki bir parça düşüşe geçiyor; biri düşüşe geçtiğinde öteki canlanıp kabarıyor; derken bu kez yükselen düşüşe, düşüşü yaşayan yeniden yükselişe dönüşebiliyordu. Yaşam denilen şey zaten gelgitlerle örülmüş bir tuhaf örüntü değil miydi? Her şey bunun içinde dönüyor; birinin felaketi ötekinin canlanışına; birinin dilişi, başkasının yok oluşuna pekâlâ neden olabiliyordu.

İşte onca savaş; didişme, karşılıklı kırımlar ve hep kan ve gözyaşları...

Bu işin sonu nereye gidecekti ki!

Duyumlar, bir süre sonra başkalaşarak gerçekleşiyor; gerçekleşen her şey, başka bir gelişmenin nedeni durumuna dönüşü veriyordu.

Bir süre sonra korktukları başlarına geldi. Öfkeyle bakan gözler, bir süre sonra silahlarını Türk ailelerin üzerine çevirmeye başladılar. Gece baskınları oluyordu. Toplu biçimde mahalleler ve sokaklar basılıyor; yollar kesiliyor ve Yunanlı fanatik gruplar, ellerine geçirdikleri şeylerle Müslüman evlerine saldırıyorlardı. Kış günlerinde, pek çok Anadolulu firari çamurlar içinde yatıyorlarken, Türkler’in kendi evlerinde hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmelerini içleri almıyordu.

Kış ayları gittikçe etkisini göstermeye başlamıştı. Soğuklar kentlerin, kasabaların, köylerin üzerine kara bir bulut gibi çöreklenmesiyle dertler, sıkıntılar daha da arttı. Yunan Hükümeti Kızılhaç’ın da yardımıyla bu perişan görüntülü insanlara yardımcı olmaya çalışsa da, hayır, buna olanak yoktu… Göçmen ve mülteci durumuna düşmüş insanların çokluğu buna olanak vermiyordu. Salonlar, okullar, kiliseler, metruk üzeri kapalı ne gibi bir hane varsa, neredeyse tümü mülteci doluydu. Rüzgar, yağmur, derken kar; türlü tehlikeleri, hastalıkları, açlığı insanların üzerine acımasızca serpiştiriyordu. Sıkıntılar arttıkça, bu kez Müslüman ailelere yönelik saldırılar daha da artıyordu. Yunan polisi ise bu tür saldırıları haber aldığında, önlenmesi için pek istekli davranmıyordu. Evlerini barklarını Türkiye’de bıraktıktan sonra, kış aylarının en soğuk döneminde, evsiz barksız biçimde Yunanistan’ın soğuğuyla boğuşuyorlardı. Açıkta kalan ve naylon örtüler altında, çamur yığınları içinde debelenen insan manzaraları bolca Yunan gazetelerine ve resmi raporlarına yansıyordu... Ancak hala Türkiye’de 350.000 Ortodoks’un kaldığı biliniyordu. Öte yandan, Yunanistan’lı Türkler’in de önemli bir kısmı evlerini aşırı baskılar nedeniyle boşaltmış ve liman kentlerine yığılmışlardı. Onların da durumu Rum sığınmacılardan pek farklı değildi... Onlar da kıyı Yunanistan’daki kentlerde hizbe ordugâhlar kurmuş; sağlık olanaklarından yoksun, aç ve susuz, güvenlikten yoksun biçimde bekleşiyorlardı.

Bu tam bir insani dramdı... Ölenler oluyor; özellikle küçük çocuklar kış aylarının soğuğuna dayanamıyorlardı... Bir ara Türkiye Yunanistan’daki sığınmacı Türkler için adına “İmdad-ı Sıhhi” kurulları göndermiş; hiç olmazsa sağlık sorunlarına bir parça müdahil olmak istemişti. Ancak artan fanatizm; bir süre sonra bu kurul üyelerini de hedef haline getirmiş; örneğin Selanik’te saldırıya uğrayan Türk Hilal-i Ahmeri’ne (Kızılay) bu kurullardan birinde ölenler olmuştu... Şiddet değişik mekânlarda, değişik ritimler biçiminde artıyor; bu durum, savaştan yeni çıkmış iki devleti, yani Türkiye ve Yunanistan’ı adım adım yeni bir çatışma ortamına doğru sürüklüyordu. Kamuoylarında kopan fırtınalar; hükümetler üzerinde daha kararlı adımlar atılması yönünde baskılar oluşturuyordu.

Böyle bir ortamda, Kasım 1922 tarihinde toplanmış olan Lozan Barış Konferansı’nda “ivedi” bir karar alınmıştı. Norveçli bir Milletler Cemiyeti uzmanı olan Fridjif Nansen, İngiltere’nin yönlendirmesiyle hazırladığı bir raporunda, nüfusun zaten büyük ölçüde değişiminin gerçekleştiğini ileri sürerek, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan bu yoğun sığınmacı sorunlarının, bir mübadele ile aşılabileceğini söylüyordu. Ona göre zaten Türkiyeli Ortodokslar büyük ölçüde Yunanistan’a yığılmışlardı. Türkler de Türkiye’ye gidebilmek için evlerini ve arazilerini terk ederek, göç yollarına düşmüşlerdi. Henüz onların önemli bir kısmı hala kıyı kentlerinde, liman çevrelerinde toplanmış bulunuyor; sınırların kapalı olması nedeniyle Türkiye’ye ulaşabilenlerin sayısı düşüktü... Ancak toplumsal barış büyük ölçüde bozulmuştu. Göç eden kitleleri yeniden eski yerleşim yerlerine döndürme çabaları, toplumlarda barışın daha keskin biçimde darbeler almasıyla sonuçlanabilirdi. Oysa örneğin Türkiye’ye gitmek için Yunanistan sınırları içinde hareketlenip yollara düşmüş olan Türkiyeli sığınmacıları Türkiye’de ekilmeye sürülmeye hazır bağ ve bahçeler; oturabilecekleri evler bulunuyordu. Onların gitmesiyle Yunanistan’a sığınmış olan Türkiyeli Ortodokslar için de önemli ölçüde bir yer aralanmış olacaktı. Bu koşullarda, nüfusun zorunlu, kalıcı ve bütünüyle mal ve mülklerini arıtmaya dönük bir uygulama, yeni acıların yaşanmasını önleyebilirdi...

Bu ve buna benzer düşünceler doğrultusunda; Yunan, Türk ve öteki devletlerin kurulları değişik görüşler ve savlar ileri sürerek, süreçten karlı çıkma çabasına girdiler. Ancak uzun tartışmaların sonunda ortak noktalarda buluşuldu. Böylece 30 Ocak 1923 günü, Türkiye ve Yunanistan arasında, öteki devletlerin gözetiminde “Türk-Rum Nüfus Mübadelesine Ait Sözleşme” adıyla bir protokol imzalandı. Bu protokole göre göç her şeyden önce zorunluydu... Anlaşmanın içeriğinde “Türkiyeli Ortodoks” ve “Yunanistanlı Müslüman” vurgusu yapılıyor ve etnik kimliğine bakılmaksızın, din bağı üzerinden nüfusun arıtımı esas alınıyordu. Batı Trakya dışındaki Yunanistanlı Müslümanlar ile İstanbul dışındaki bütün Türkiyeli Ortodoksların zorunlu göçünü öngörmekteydi. Göç edenler, yanlarında her türlü taşınır mallarını götürebileceklerdi. Geride kalan taşınmaz malların adına “Muhtelit Mübadele Komisyonu” denilen kurullar sayımını yapacaklardı. Bırakılan malların ederi adına “Tasfiye Beyannameleri” denilen belgelere kaydedilecek; bu beyannamelerin bir nüshasını elinde tutan göçmen, gittiği ülkeden malına karşılık mal alabilecekti...

Şimdi bu aşamada yeni bir umut doğmuştu.

Yunanistan’da baskıyı, zorbalığı, acıları, yokluğu ve açlığı görmüş insanlar, şimdi doğup büyüdükleri toprakları terk ederek, Türkiye’ye doğru yola çıkmak için Türk gemilerinin gelip kendilerini almalarını bekliyorlardı.

Umut, yaşam demekti.

Şimdi yaşanmış onca acının içinde, yeni bir umut ışığı yanıp sönmeye başlamıştı.

Yunanistan için Anadolu düşü, büyük bir yenilgiyle sonuçlanmıştı.

Yunan Ordusu, büyük umutlarla girdiği savaşı yitirmişti. Düşman görülen topraklar, şimdi onlar için mezar olmuştu. Yunanistan’da başta başkent Atina olmak üzere, pek çok yerde Anadolu’dan firar etmiş askerler, eşkıyalık yaparak gün geçiriyorlardı. En büyük korkuları, Anadolu kaçkını olmaları yüzünden, askeri mahkemelerde yargılanarak, idam edilmesiydi. Ülke büyük bir ekonomik sıkıntının içine düşmüştü. Her tarafta düş kırgınlığı egemendi. Bu felakete neden olanların kimler olduğu arayışı başlamıştı. Para hızla değer yitirmiş; enflasyon patlamış, başka temel tüketim maddeleri olmak üzere, piyasada pek çok ürün, satın alınamayacak ölçüde değer kazanmıştı.

Ya Türkler?

Onlar ne durumdaydı?

Yunanistan’da yaşayan Türkler’in ve doğal olarak Müslümanların gündelik yaşamında neler değişmişti?

Onlar hemen Yunanistan’ın her bölgesinde varlardı. Şimdi Anadolu’dan kopup gelen mültecilerin, yoksul yaşamlarını sürerlerken, bu felakete düşmelerinin nedeni olarak kendilerini gördüklerini ayırt ediyorlardı. Değişik duyumlar kamuoyuna pompalanıyordu:  Anadolu'dan göçüp gelen bu kitleler arasında, azılı katillerin, hınç dolu öfkeli insanların, hatta savaştan kaçan firari askerler olduklarını duyuyorlardı. Gördüklerine bir de bu duydukları ekleniyordu. Kimleri bu günlerin geçeceğine ve eski yaşantılarına yeniden kavuşacaklarına inanmak istiyorlardı. Ancak daha dün, şimdi büyük bir geçmiş gibi hisler uyandırıyordu. Yunanistan’daki Türkler, büyük bir baskı altında hissediyorlardı kendilerini… Yunan polisinin, Türk ve Müslüman evlerini tek tek sayıp belirlediği, kimi ek vergiler koyarak, bilinçli bir baskı uyguladığı herkesçe bilinen bir şeydi. İşte sonuçta, kendilerinin saydıkları topraklarda, yabancı durumuna düşmüşlerdi. Yine de zamanında Türkiye'ye giden gitmiş; geriye kalanlar, kendi dünyalarında, bir parça ürkek, çekingen, içine kapanık; yabancılaşmış gibi bir duyguya kendilerini kaptırmadan, var olmaya çalışmışlardı. Ancak her geçen gün bir şeyler duyuyorlardı. Onlar, bulundukları muhiti, içinde yaşadıkları bu dünyayı, velinimetimiz dedikleri padişahın ve Osmanlı halifesinin bir mülkü sayarlarken; bir anda, çok değil sekiz dokuz yıl önce, Yunan yönetiminin altında buluvermişlerdi.

Kanlı çarpışmalar, kavgalar; cephelerde ölen ya da yaralananlar; göç edenler, göç edemeyip kalanlar, zindanlara atılanlar, oralara buralara sürülenler...

Bütün bunlar belleklerde dün gibiydi.

Evet, dünde olanlar dünde kalmıştı, doğru...

Kaç kişi, Anadolu'ya Yunan gemileriyle asker gönderilirken ve gönderildikten sonra, Türklere casusluk yapıyorlar gerekçesiyle tutuklanmış; kaç kereler Türk köyleri bilinmedik kişiler tarafından basılmıştı. Evler yakılmış, sürüler ve ahır hayvanları ile ambarlardaki ürünleri ya çalınmış ya da zorla ellerinden alınmıştı. Artık tarlaların, bağların, bahçelerin güvenli olmadığını biliyorlardı. Sokak aralarının tehlike saçtığını, her an üzerlerine çevrilecek namluların bir anda ateş kusabileceğini biliyorlardı. Pek çok masumun namusunun kirletildiğine ilişkin iğrenç duyumlar kulaklarına geliyordu. Kimi aileler, akşamın erken saatlerinde evlerinin bütün kapılarını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatıyor; erkenden yatağa giriyor; bir an önce gecenin karanlığından sıyrılarak, güneşe yeniden kavuşmak istiyorlardı.

Bunlar bilinmedik şeyler elbette değildi. Ancak, her zaman geleceğe dönük umutlar olmakla birlikte; yine de gelecek hep ürküntüleri de içinde barındırıyordu. İnsan denilen varlıkta, ümit ve ürküntü yan yana iki sadık kardeş gibilerdi. Biri yükselirken öteki bir parça düşüşe geçiyor; biri düşüşe geçtiğinde öteki canlanıp kabarıyor; derken bu kez yükselen düşüşe, düşüşü yaşayan yeniden yükselişe dönüşebiliyordu. Yaşam denilen şey zaten gelgitlerle örülmüş bir tuhaf örüntü değil miydi? Her şey bunun içinde dönüyor; birinin felaketi ötekinin canlanışına; birinin dilişi, başkasının yok oluşuna pekâlâ neden olabiliyordu.

İşte onca savaş; didişme, karşılıklı kırımlar ve hep kan ve gözyaşları...

Bu işin sonu nereye gidecekti ki!

Duyumlar, bir süre sonra başkalaşarak gerçekleşiyor; gerçekleşen her şey, başka bir gelişmenin nedeni durumuna dönüşü veriyordu.

Bir süre sonra korktukları başlarına geldi. Öfkeyle bakan gözler, bir süre sonra silahlarını Türk ailelerin üzerine çevirmeye başladılar. Gece baskınları oluyordu. Toplu biçimde mahalleler ve sokaklar basılıyor; yollar kesiliyor ve Yunanlı fanatik gruplar, ellerine geçirdikleri şeylerle Müslüman evlerine saldırıyorlardı. Kış günlerinde, pek çok Anadolulu firari çamurlar içinde yatıyorlarken, Türkler’in kendi evlerinde hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmelerini içleri almıyordu.

Kış ayları gittikçe etkisini göstermeye başlamıştı. Soğuklar kentlerin, kasabaların, köylerin üzerine kara bir bulut gibi çöreklenmesiyle dertler, sıkıntılar daha da arttı. Yunan Hükümeti Kızılhaç’ın da yardımıyla bu perişan görüntülü insanlara yardımcı olmaya çalışsa da, hayır, buna olanak yoktu… Göçmen ve mülteci durumuna düşmüş insanların çokluğu buna olanak vermiyordu. Salonlar, okullar, kiliseler, metruk üzeri kapalı ne gibi bir hane varsa, neredeyse tümü mülteci doluydu. Rüzgar, yağmur, derken kar; türlü tehlikeleri, hastalıkları, açlığı insanların üzerine acımasızca serpiştiriyordu. Sıkıntılar arttıkça, bu kez Müslüman ailelere yönelik saldırılar daha da artıyordu. Yunan polisi ise bu tür saldırıları haber aldığında, önlenmesi için pek istekli davranmıyordu. Evlerini barklarını Türkiye’de bıraktıktan sonra, kış aylarının en soğuk döneminde, evsiz barksız biçimde Yunanistan’ın soğuğuyla boğuşuyorlardı. Açıkta kalan ve naylon örtüler altında, çamur yığınları içinde debelenen insan manzaraları bolca Yunan gazetelerine ve resmi raporlarına yansıyordu... Ancak hala Türkiye’de 350.000 Ortodoks’un kaldığı biliniyordu. Öte yandan, Yunanistan’lı Türkler’in de önemli bir kısmı evlerini aşırı baskılar nedeniyle boşaltmış ve liman kentlerine yığılmışlardı. Onların da durumu Rum sığınmacılardan pek farklı değildi... Onlar da kıyı Yunanistan’daki kentlerde hizbe ordugâhlar kurmuş; sağlık olanaklarından yoksun, aç ve susuz, güvenlikten yoksun biçimde bekleşiyorlardı.

Bu tam bir insani dramdı... Ölenler oluyor; özellikle küçük çocuklar kış aylarının soğuğuna dayanamıyorlardı... Bir ara Türkiye Yunanistan’daki sığınmacı Türkler için adına “İmdad-ı Sıhhi” kurulları göndermiş; hiç olmazsa sağlık sorunlarına bir parça müdahil olmak istemişti. Ancak artan fanatizm; bir süre sonra bu kurul üyelerini de hedef haline getirmiş; örneğin Selanik’te saldırıya uğrayan Türk Hilal-i Ahmeri’ne (Kızılay) bu kurullardan birinde ölenler olmuştu... Şiddet değişik mekânlarda, değişik ritimler biçiminde artıyor; bu durum, savaştan yeni çıkmış iki devleti, yani Türkiye ve Yunanistan’ı adım adım yeni bir çatışma ortamına doğru sürüklüyordu. Kamuoylarında kopan fırtınalar; hükümetler üzerinde daha kararlı adımlar atılması yönünde baskılar oluşturuyordu.

Böyle bir ortamda, Kasım 1922 tarihinde toplanmış olan Lozan Barış Konferansı’nda “ivedi” bir karar alınmıştı. Norveçli bir Milletler Cemiyeti uzmanı olan Fridjif Nansen, İngiltere’nin yönlendirmesiyle hazırladığı bir raporunda, nüfusun zaten büyük ölçüde değişiminin gerçekleştiğini ileri sürerek, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan bu yoğun sığınmacı sorunlarının, bir mübadele ile aşılabileceğini söylüyordu. Ona göre zaten Türkiyeli Ortodokslar büyük ölçüde Yunanistan’a yığılmışlardı. Türkler de Türkiye’ye gidebilmek için evlerini ve arazilerini terk ederek, göç yollarına düşmüşlerdi. Henüz onların önemli bir kısmı hala kıyı kentlerinde, liman çevrelerinde toplanmış bulunuyor; sınırların kapalı olması nedeniyle Türkiye’ye ulaşabilenlerin sayısı düşüktü... Ancak toplumsal barış büyük ölçüde bozulmuştu. Göç eden kitleleri yeniden eski yerleşim yerlerine döndürme çabaları, toplumlarda barışın daha keskin biçimde darbeler almasıyla sonuçlanabilirdi. Oysa örneğin Türkiye’ye gitmek için Yunanistan sınırları içinde hareketlenip yollara düşmüş olan Türkiyeli sığınmacıları Türkiye’de ekilmeye sürülmeye hazır bağ ve bahçeler; oturabilecekleri evler bulunuyordu. Onların gitmesiyle Yunanistan’a sığınmış olan Türkiyeli Ortodokslar için de önemli ölçüde bir yer aralanmış olacaktı. Bu koşullarda, nüfusun zorunlu, kalıcı ve bütünüyle mal ve mülklerini arıtmaya dönük bir uygulama, yeni acıların yaşanmasını önleyebilirdi...

Bu ve buna benzer düşünceler doğrultusunda; Yunan, Türk ve öteki devletlerin kurulları değişik görüşler ve savlar ileri sürerek, süreçten karlı çıkma çabasına girdiler. Ancak uzun tartışmaların sonunda ortak noktalarda buluşuldu. Böylece 30 Ocak 1923 günü, Türkiye ve Yunanistan arasında, öteki devletlerin gözetiminde “Türk-Rum Nüfus Mübadelesine Ait Sözleşme” adıyla bir protokol imzalandı. Bu protokole göre göç her şeyden önce zorunluydu... Anlaşmanın içeriğinde “Türkiyeli Ortodoks” ve “Yunanistanlı Müslüman” vurgusu yapılıyor ve etnik kimliğine bakılmaksızın, din bağı üzerinden nüfusun arıtımı esas alınıyordu. Batı Trakya dışındaki Yunanistanlı Müslümanlar ile İstanbul dışındaki bütün Türkiyeli Ortodoksların zorunlu göçünü öngörmekteydi. Göç edenler, yanlarında her türlü taşınır mallarını götürebileceklerdi. Geride kalan taşınmaz malların adına “Muhtelit Mübadele Komisyonu” denilen kurullar sayımını yapacaklardı. Bırakılan malların ederi adına “Tasfiye Beyannameleri” denilen belgelere kaydedilecek; bu beyannamelerin bir nüshasını elinde tutan göçmen, gittiği ülkeden malına karşılık mal alabilecekti...

Şimdi bu aşamada yeni bir umut doğmuştu.

Yunanistan’da baskıyı, zorbalığı, acıları, yokluğu ve açlığı görmüş insanlar, şimdi doğup büyüdükleri toprakları terk ederek, Türkiye’ye doğru yola çıkmak için Türk gemilerinin gelip kendilerini almalarını bekliyorlardı.

Umut, yaşam demekti.

Şimdi yaşanmış onca acının içinde, yeni bir umut ışığı yanıp sönmeye başlamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 391 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI