25-11-2024 13:42:38

Prof. Dr. Rüstem Aşkın Yazdı: Benim Doğduğum Köyler

Bir insanın anavatanı çocukluğudur derler. Çocukluk, uzaklardaki o solgun rengiyle soylu atların koşuşu, yaban çiçeklerinin kokusudur; uzaklaştıkça daha bir güzelleşir..
Prof. Dr. Rüstem Aşkın Yazdı: Benim Doğduğum Köyler

 

Prof. Dr. Rüstem Aşkın / Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı

Benim doğduğum köyleri

Akşamları eşkıyalar basardı. 

Bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem 

Konuş biraz!

(Cahit Külebi)

Bir insanın anavatanı çocukluğudur derler. Çocukluk, uzaklardaki o solgun rengiyle soylu atların koşuşu, yaban çiçeklerinin kokusudur; uzaklaştıkça daha bir güzelleşir.

Ne kadar zor şartlarda olursa olsun, yiyecek birkaç lokma, oynayacak birkaç arkadaş bulan bir çocuk o harika esnekliğiyle gülümsemeyi başarır. Afrika’nın, Pakistan’ın sokaklarındaki dünyanın o en beklentisiz yavruları, Norveç’in, Hollanda’nın her tür maddi imkana sahip çocuklarından daha üretken, daha mutlu olabilirler. Belki o yarı aç çocuklar belki doğal ve basit, belki de daha özgür yaşadıkları için gülebilirler, kim bilir?

Babam uzaklarda öğretmendi, dört yaşındayken köyde bir güz döneminde babaannemle kaldım. Babaannem, hamuru kestane yaprağına sarıp kızgın külde tandır ekmeği yaparken bir yandan da evin arkasında ötüp duran kargalara, tiz sesiyle “hayırlıysan bi daha öt, hayırsızsan kalk da git!” diye bağırırdı. Bazen “acaba o kargalar bi daha ötmemiş miydi ki?” dediğim anlarda, geçmiş zamanın dut ağacına asılı salıncaklarına, ruhuma sinmiş yağmur seslerine, ayakları çamurlu kalpleri pak arkadaşlarıma koşar, o diyarlardan sevinçler, gülmeler toplar gelirim. Dünyada hiçbir gülüş çocuklarınki kadar içten ve masum değildir.

Salkım saçak duvarları, rengarenk bahçeleri, ahşap evleri, hırçın denizi ve ürpertileriyle, gazlı lambaları, teneke saksıları, yatağımızda yanı başımızda uyuyan kedimizle, yağmur sesini kucaklayan toprak kokusuyla, kızaran ufkun hüznüne karışan akşam ezanlarıyla ilk aşkımızdı çocukluğumuz. Yorgunlukları, korkuları, kaygıları sabahın ilk ışıklarında yıkayıp hayata her gün yeniden başlamaktı.

Benim doğduğum köylerde yoksulluk vardı, korku vardı. Bizler çelik-çomak’tan dokuz taş’a, misketten futbola, saklambaçtan köşekapmaca’ya türlü oyunların içinde etrafta olan bitenin farkında bile olmazdık. Kırda, bayırda, bahçede, ağaçlarda, derelerde, bir tahta köprünün gölgesinde dünyayı unuturduk; cennet çocuklukta gizliydi sanki.

60’larda benden on beş-yirmi dakika önce tek yumurta ikizim Şensel doğmuş. Arkadan ben de gelince annem, “ikisine birden nasıl bakarım” diye üzülmüş. Aynı zamanda ebemiz de olan babaannem beni kendine almış, ben babaannemin oğluydum yani, bunu keyifle anlatırdı…

Evimiz, yamaç bir mısır tarlasının başında, dut ve incir ağaçlarıyla çevrili, iki katlı, kagir bir ev; üç oda, bir salon. En küçük odadaki sedirde babaannem, yer yataklarında ikizim ve ben yatardık. Minik ellerimizle topladığımız meyve ve sebzelerin enfes kokularıyla ay ışığı ve yıldızların doluştuğu odamızda, penceremizde ağaç dallarının hışırtıları arasında uyumak bir masal bahçesinde uyumak gibiydi. Evet, çocukluk bir masaldı!..

Her gece bitkin yatar, sabah erkenden radyodaki Özay Gönlüm’ün veya Neşet Ertaş’ın türkülerine eşlik eden horoz sesleri ve yüzümüzü okşayan sabah yeliyle uyanırdık.

Babaannemin lakabı “çavuş”, köyümüzün adı da tesadüfen Çavuşbaşı idi. Köyümüz, Çamaş nahiyemize (şimdi ilçe) altı kilometre, ilçemiz Fatsa’ya 14 kilometre uzaklıkta idi. İlçeye yılda birkaç defa giderdik. Patika yolda dere boyunca 30-40 dakika yürüdükten sonra boyası dökük, burunlu bir otobüs ya da kamyonla eğri-büğrü, stabilize yoldan varırdık Fatsa’ya. Oturacak bir koltuk bulmuşsak en tatlı uykularımızı otobüste uyurduk. Fatsa’yı ve denizi görmek bir başkaydı: iskelesinden balıklama atladığımız, denizinde taş sektirdiğimiz, hayaller kurduğumuz, kimi zaman hüzünlendiğimiz engin mavilik…

İlkokulumuz da evimize bir buçuk kilometre uzaklıktaydı. İlk sınıflarda iki tarafı ağaçlık yokuş yolu, omuzumuzda bir soba odunuyla güç bela çıkar, dönüşte güle oynaya inerdik. Baharları yol kenarında boy gösteren mor süsen (iris) çiçeklerine bayılırdım. Hava kararmışsa ölülerin “dirilme” ihtimaline karşı bir gözümüzle mezarlığı kollar, ağaçların arkasından “kanun kaçaklarının” çıkmasından korkardık.

Okulumuz, yokuşun başındaki geniş, düz, çimenli bir bahçe içinde, bütün okullar gibi duvarları fiş ve resimlerle dolu, tek katlı, iki derslikli ve sarı boyalıydı. Müdürümüz herkesin ödünün koptuğu babamdı; şöyle bir bahçede görününce koşuşmalarımız ağır çekime dönüşür, diğer öğretmenler bile usulca köşelere çekilirdi.

Bölgede Cumhuriyetle birlikte ilk açılan okul bizim köyümüzünki imiş; o yüzden babam dahil en fazla öğretmen de bizim köyde yetişmiş. İlk dönemlerde çevre köylerdeki kimi çocuklar gelebilirlerse saatlerce yürüyerek, kimileri anne-babalarının sırtında okula gelirlermiş.

Benim doğduğum köy(ler)de, elektrik yoktu, araba yolu ve bakkal da…Ama ağaçlar, dereler, tepeler, hayvanlar çoktu. Pınarın suyu yosunlu da olsa soğuktu. Değil televizyon, çoğu evde radyo, insanların çoğunda kol saati ve hiçbir evde telefon bulunmazdı.

Kara saban, değirmen, dibek taşı, temizlik kili, çıkrıkla yün eğiren nineler, bakır kalaycıları benim çocukluğumla beraber gittiler. Bilaloğlu Ali amcanın kara sabanla tarla sürerken öküzlere sövüp sayması da o geleneğin son sahnelerindendi…

Buralarda köy hayatı ortaktı. Havaya sıkılan kurşunlar, yüzülen/balık tutulan dereler, kumda futbol oynamak, kiraz, dut, incir, elma her türden meyve, böğürtlenle karın doyurmak, sütüne bayıldığımız inekler, kaynak suları, kışları kapanan patika, çamurlu, karanlık yollar, kara lastikler, imeceler, tarla kavgaları, mısır, fındık, ıslıkla söylenen türküler…

Ben küçükken toprak kazmayla kazılır, sobada yakılacak odun baltayla kesilirdi. Mısırımızı öğüttüğümüz değirmende suyun çarka vuruşu, sırılsıklam ıslandığımız yağmurların ardından annemin bizi sarıp sarmalayıp sobanın önüne oturtması birer maceraydı. Her bahar deredeki sel suyundan odun kapma sevdamız, ürkek, esmer yüzlü Nuriye teyzeyi sele kaptırınca ağıtlarla son buldu.

Doğup büyüdüğümüz yerlerdeki ilk yaşantılar, ilk öğrendiklerimiz, ilk zorlanışlar bütün yollarımıza damgasını vurdu.

Mahrumiyet, şiddet, doktorsuzluk, erken ölümler, jandarma korkusu, kadının ameleliği de bizde ortaktı. Köyümüzde üretilmeyen çayı, buğday ekmeğini, kavunu, karpuzu yılda bir-iki kere gören hatta görmeyen komşular bilirim. Şehre “gezmek için” giden kadın olmazdı ama evimizin az ötesinde Tireki mahallesinde hemen her akşam kadınların sözlü kavgaları kuraldı.

Mısır ekmeği, yayık ayranı, üzüm ve dut pekmezi, kara lahana, ipte kurutulan biber/patlıcan/fasulye, ay ışığında ergen sohbetleri, mısır püskülünden sigara yapmak, kara sinekli, toprak yollar, tavşan ve kuş avcılığı, sobalı odalar, gazlı lambalar, cam enjektörler, balık kokulu dereler, gazel dolu bahçeler, günlerce bitmeyen yağmurlar, dumanlı dağlar ortaktı.

Bilmem ki coğrafya kader miydi?

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 178 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI