HARMANLAR HARMAN OLA, HARMANINIZ BAYRAM OLA…

1990’lı yıllar…Bizim köyde Melek ablanın hayatına mal olan o melun traktör kazası olana dek buğday ekimi sıkça yapılırdı. Karasabanla çizdiğimiz tarlalarda bir duamızı bir de tohumu bırakırdık toprağa. Altın başaklara yanık yanık türküler çığırırdık.  Yaz sıcağında ara ara esen hafif rüzgarın koluna girip cilve yapan başaklar, sarıkızın düşleri gibi toprağı süslerdi.   Hasat zamanı geldiğinde […]

A+
A-

1990’lı yıllar…Bizim köyde Melek ablanın hayatına mal olan o melun traktör kazası olana dek buğday ekimi sıkça yapılırdı. Karasabanla çizdiğimiz tarlalarda bir duamızı bir de tohumu bırakırdık toprağa. Altın başaklara yanık yanık türküler çığırırdık.  Yaz sıcağında ara ara esen hafif rüzgarın koluna girip cilve yapan başaklar, sarıkızın düşleri gibi toprağı süslerdi.

 

Hasat zamanı geldiğinde de nazlı nazlı boy veren altın başakların hasadı için yaşlı, genç, çoluk çocuk, yayan yapıldak yollara düşerdik. Hatırladıkça iç geçirdiğimiz, buram buram hasret kokan hoş bir anıydı Harman zamanı…

 

Şanlıysak öküz arabasına, eşeğe, ata biner de gider, talihimizin yüz çevirdiği zamanlar da isek tabana kuvvet diyerek büyüklerimizin peşine takılır, elimize tutuşturulan hafif kap kacakla soluğu tarlada alırdık.

 

 

Keskinleşen orağın üzerine düşen alın teri ardından başakların üstüne de düşerdi. Ara ara ılık esen rüzgar buğday tanelerini gökyüzüne doğru savururdu.

Saatler ilerledikçe güneşli bir toprak kokusu yayılırdı etrafa. Boy veren buğdayların arasında, sapsarı ekinlerin içinde çocuk neşesiyle bir görünüp bir kaybolurduk.

 

Çok kere, başımızı havaya kaldırıp gitmemek için  ayak diresek de güç bela götürüldüğümüz buğday hasadının tadını çıkarmaya çalışırdık.

 

Annemden öğrendiğim, kuzenlerle birlik olduğumuz harman eğlencesi, buğday başaklarını sapıyla koparıp yoldan geçen arabalara “SALÇAYLEN GEÇ ” diye sallayarak üç beş kuruş para toplamaktı.

 

O yıllarda yolu arabalarıyla arşınlayan yolcu kısmı harman zamanının ganimetiydi bizim için . “SALÇAYLEN GEÇ ” sözünü duyan yolcular, araçların camlarından ekseri bozuk para atardı da biz çocukların üç beş harçlığı çıkardı.

 

 

Yıllar var, “SALÇAYLEN GEÇ” diye başak salladığımız o yegane harman eğlencemizin aslını faslını merak ettim de tesadüfen de olsa hakikati geçtiğimiz günlerde öğrendim. Meğerse en hünerli sihirbazın iki dudağından çıkmış gibi dilimize yapışan bu sihirli sözün aslı “SAĞLICAKLA GEÇ” demekmiş.

 

Üsen dayım (Hüseyin) eli hamarat bir adamdı. Üsen dayım, nasıl bir adamdı? Ona dair hatıralarım daha dün yaşanmışçasına hafızamda. Evvela biraz huysuz biriydi. Huysuz dediysem öyle insanı bezdiren cinsten değil hani. Ben diyeyim Hulusi Kentmen siz deyin Ali Şen. Arasına Üsen dayımı koyun o zaman nasıl bir karakter olduğunu daha iyice anlarsınız.

Ana tarafımda zanaatçılık, baba tarafında da esnaflık hayli gelişmişti. Ananemin diğer kardeşleri gibi Üsen dayımda el işlerine yatkındı. Mesela tığ yaparmış.. Ananem onun yaptığı tığlarla çok kazak ördüğünü daha dün anlatıverdi. Üsen dayımda tıpkı Şükrü dayım gibi tahta kaşık yaparmış, hatta bir deyişe göre daha da bir güzel yaparmış.

 

Yıllarca kerpiç ahşap karışımı evde yaşadılar. Bizim çocukluğumuzda o evde geçti hemen hemen.

 

İşte kadife elli olan bu güzel insan biz çocuklara buğday saplarından pervaneler yapardı da rüzgara karşı savururduk. Bu ince buğday saplarını nasıl pervaneye dönüştürdüğüne çocuk aklımızla şaşırır kalırdık. Böylece güç bela getirildiğimiz harman yerinde günün nasıl geçtiğini anlayamazdık.

 

Bugünlerde onum sert çizgili, keskin ve zaman zaman öfkeli bakışlı yüzünü, ve insanı gülümseten sinirlenişini özlüyor gibiyim. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

 

 

Ne güzel günlerdi Yarabb!

 

Köy çocuğu olmak böyle bir şeydi işte. Zamansız bir alemin içinde buğday tarlalarında yatıp kalkardık. Toprak suyla buluştuğunda kahverengi bir elbise dikerdi bize.

 

Yaşamımızı billurlaştıran güneş, her sabah pencereni açtığında burcu burcu koklayarak içine çektiğin mis gibi hava, cenneti andırırcasına zümrüt zümrüt akan Nilüfer çayı..

 

Çınarların rüzgardaki fısıltılarının bütün bir köyün damarlarına nüfuz edişi..

 

Kimileri zamanı yalnızlığın hüzünlü ırmaklarını doldurur, kimileri ise özlemlerin, hasretlerin yürek burkan senfonisini seslendirir çilekeş sokakları…

 

Sabahları gökyüzünün bin bir renkleriyle uyanmak, kimi zaman güneşin bulutlarla çocukça yaptığı oyunlar, kimi zaman nazlı bir gelin gibi ağır ağır doğuşu, havanın tertemiz kokusu ile Köyümüzün hayal dünyanızda billurlaşan güzellikleri bizi bu eşsiz kentte yaşıyor olmanın ayrıcalığını hissettirirdi.

 

Mis gibi tereyağlı yoğurtlu köy makarnaları, buz gibi hoşafları, kokusu 3 günlük yoldan duyulan domatesi, biberi, patlıcanı öyle büyüdük.

 

İç sıkıntısıyla uyandığınız karanlık bir gecenin orta yerinde başucundaki perdenin arkasındaki soğuk camlarda uzayıp giden yağmur damlalarını görünce, yavaşça ılık yatağınızdan kalkıp sokağa çıkardık.

 

Ne zaman başladığını bilmediğiniz yağmurun sesine hışırtıların karıştığı, ağaçların, çiçeklerin sırılsıklam olduğu, görmesiniz de damlaların düştüğü yaprakların, çiçeklerin titreştiği, yerlerde biriken suların yol bulup yürüdüğü bahçelere girmek istenirdi söz gelimi.

 

Yağmuru dinlemek, ıslak ağaçları seyretmek, hışırtılara, kulak kabartmak yatıştırırdı bizi.

 

Yatağa döndüğünüzde size düşler vadeden

Yatağınız küçülmüş gibi görünür gözünüze…

 

Mevsimden mevsime geçtikçe rengarenk doğanın içinde yepyeni bir şiire başlardık.

 

Dede, nine, dayı, amca, hala, teyze yaşamımızın hep kıyısındaydılar. Biz onlarla büyüdük, onlar bizle çocuk oldular.

 

Ne yazık!

 

Yaşam defterimizin kenar süsü olan o güzelim yılların hafızamızda yeşillenen anıları, her geçen gün kayıp hayallerimizin ardında sessiz sedasız uzaklaşıyorlar da bizler sadece hüzünlü gözlerle izlemekle yetiniyoruz.

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir