16-09-2024 09:26:17 Son Güncelleme: 18-09-2024 20:42:17

Karabey Aydoğan Yazdı: Yarım Ömür Ötesinden Kirazlı Köyü

1979 sonbaharıydı. Köylere götürdüğü hizmetlerle anılan Bursa Yol Su Elektrik İl Müdürlüğünde (daha sonra adı “Köy Hizmetleri” oldu) sürveyan olarak çalışıyordum...
Karabey Aydoğan Yazdı: Yarım Ömür Ötesinden Kirazlı Köyü

 

*Karabey AYDOĞAN

 

Keşiş Dağı’ndan Uludağ’a

1979 sonbaharıydı. Köylere götürdüğü hizmetlerle anılan Bursa Yol Su Elektrik İl Müdürlüğünde (daha sonra adı “Köy Hizmetleri” oldu) sürveyan olarak çalışıyordum. Kurumun müdürü Kemal Ekinci, yardımcısı da genç yaşta yitirdiğimiz sevgili Ertuğrul Aslan ağabeydi. Gerçek anlamda aslan gibi bir insandı. Dost canlısı ve düşenin dostuydu.

04.01.1929- İstanbul Muallim Mektebi İzcileri Kirazlı’da 

Bir gün babasından kalma beyaz Anadol otomobili ile Uludağ’a doğru yola çıktık. Dolubaba denen yerde biraz durup birileri ile sohbet etti. Belli ki Ertuğrul abi onları tanıyordu.

 

1980-Kirazlı Genel Görünüm

Biraz daha gidince, yol kenarına kurulmuş bir “et-mangal” ile karşılaştık. “Kara Memo“ dediği ve buradaki yerin sahiplerinden olan köylü ile beni de tanıştırdı.  Biraz sonra epeyce yürüyüp, orman içinde bir yayla evine geldik. Burada, babaannem gibi beli bükülmüş bir nineyle karşılaştık. Ertuğrul ağabey “Mehmet Ali nerde?” diye sordu. Yakındaymış ki, hemen yanı başımızda bitiverdi. O utangaç ve güzel yüzlü nine bize bolca ve zorla ayran içirdi. Yemek teklif etti.  Öğretmen olduğumu öğrenince de; “Keşki bizim köve gelsen” dedi. Gözlerinin içi gülüyordu.  Geri dönüp, arabamıza Kara Memo’yu da alıp, dağın arka yüzü sayılabilecek bayırdan bir köye vardık. Kirazlı köyünü ilk gördüğüm gün budur. Kara Memo’nun evinde yemek yiyip ayrıldık. Nerden bilebilirdim ki, kısa süre sonra, yani 12 Eylülden bir hafta sonra o köye öğretmen olarak geleceğimi?

Temmuz 2014-Kirazlı Mahallesi 

Evet, Uludağ’ın eteklerine serpilmiş güzel köylerden biri olan ve adı o çevrelerde çok bilinen, bu gün ise Bursa Osmangazi Belediyesi’ne bağlı bir mahalle olan Kirazlı köyünden söz ediyorum. Söz ediyorsam da bu günden değil. Tam 44 yıl öncesinden açacağım sohbeti. Bu gün Kirazlı her anlamda çok değişmiş durumda. Ben o eski günlerin bazı fotoğraflarını sizinle buluşturmaya çalışacağım.

 

1981-Kirazlı'da koyunlar

Antik çağda Olympos, sonraları Mysia Olympos’u olarak adlandırılan bu günkü Uludağ, Hıristiyanlığın kabulü ile içinde keşişlerin yaşadığı pek çok manastıra da ev sahipliği yapar. Bu nedenle Keşiş Dağı adını alır. Osmanlı döneminde Dolu Baba, Geyikli Baba, Abdal Murat gibi Müslüman dervişlerin (hatta Bektaşi dervişlerin) yaşam alanları, bu dağın kuytuları olmuştur. Kirazlı’da köylülerin, biraz kolayına kaçıp, kısaltarak “Keçi dağı” dediklerini bilirim.

Kirazlı’da ilk karşılaşıp ayranını içtiğimiz Aygın Anne 

Zirve olarak bilinen ve oteller bölgesinden rahatlıkla görülebilen tepesindeki kulübede yaşayan bir keşiş veya derviş ile daha batıda yer alan, Apolyont gölü güneyindeki dağda yaşayan başka bir dervişin, birbirlerine ateşten toplar atarak haberleştiklerine inanılır ve anlatılır.

13.08.1943-Bir Posna ( Posta Arabası) Karabelen'de

1980’lı yıllarda o zirveye yakın bir yerde Kirazlı’dan “Fındık Hüseyin”, gelen dağ meraklılarını, kaynamış şarap ikramı ile karşılardı. Bilmem bu gelenek sürüyor mu?

Uludağ; verimli ve saklı yaylaları, bolluğu, yaban doğası ve endemik çeşitliliği ile bu dağ köylerinin en zor zamanlarında bile, rahat yaşamalarının nedenlerinden biri olmuştur.

Dolubaba’ dan Kirazlı ’ya

Kirazlı adından, belki de daha çok bilinen Dolubaba’nın hemen yakınından, Kirazlı’nın köy yolu ayrılır. Bursa’nın alındığı 1300 başları ile tarihlendirilen ve askere ikram ettiği bitmez ayranı ile ünlenen Dolubaba söylenceleri hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dolubaba, bu gün de; hem bir inanç, hem yerleşim, hem de bir piknik alanıdır.

Dolubaba Mezarı 

Dolu baba; Kirazlı köyü sakinlerinin her baharda gelip mevlit okuttuğu, dualar ettiği, yağmur duasına çıktığı ve oradaki bir taşı da kendi ekseni etrafında döndürdüğü bir kutsal yatır yeridir. Bu yerin, geçmişte bir Bektaşi babasının mekânı olduğu da yazılmıştır.

Çevrede kutsal sayılan bir yer olduğundan, iyi korunmuştur. Dolubaba ’da hazine arayan birinin yaptığı kazıyı gören Ramazan adlı bir Kirazlı’ lı, yaylasındaki av tüfeğini alıp gelerek, kazı yapana ateş açmış ve ağzından da vurmuştu. Bu olay nedeniyle yargılanmış ve haber de olmuştu. Bu nedenle Dolubaba deyip geçmemeli. Uludağ anayolunun 20. kilometresinde, ana yola da cepheli olan Dolubaba çevresi, zamanla köylülerin sattığı arsalara yapılan yazlık evleri ile giderek bir yerleşim yeri durumuna geldi.

Kirazlı; döne döne bitmeyen dönemeçlerle dolu bir yoldan gidilen ve o zamanlarda bir ile bir buçuk saatte varılan bir köydü. Eski kamyonlardan bozma, burunlu ve kasası otobüse benzetilip, koltuklar konmuş iki “Posna” ile gidebilirdiniz. O da yer bulabilirseniz. Posnanın saatini kaçırmaya gelmez. Kirazlı, 1.000 kadar nüfusu ve yaklaşık 250 haneden oluşuyordu.

Dağ Köylerinin Kent Bağı Tahtakale ve Posna

Bursa ile dağ köylerinin “kent bağı” olan Tahtakale’den yakın köylerin de cümbüşü içinde, başarıp da bindiğinizde; posnanın üstü güğümlerle, çarşıdan alınmış eşyalar ve sabah gelmiş boş sepet ve küfelerle doludur. İçerde de eşyalar ve insanlar, kimi zaman keçi ve koyunlarla birlikte yolculuk edilir. Yer bulmuşsanız, gerisi ayrıntı sayılır artık. Yalnız kış günlerinde bu yolculuk uzar da uzar. Giderek zorlaşır, bitmek bilmez. Bu zorlu yolculuğa karşın, sayıları az da olsa bazı köylülerin atlarına yükledikleri kestane çuvalları ile kestirme yollardan Bursa’ya indikleri de olur.

Şoför İsmail ile Makarnacılar sülalesinden şoför “Baytar” sırayla, hemen her gün; posnalarına; fasulye, kestane, çilek, patates, elma, , tamire gidecek televizyonlar, hasta insanlar ve sıkış tepiş diğer köylüleri doldurarak horuldaya gürüldeye Bursa’ya doğru inerler.

Dağın havası, hatta havasının kokusu bile başkadır. Bunu, sekizinci kilometredeki orman kontrol dönemecini geçince anlarsınız. Önce havanın rengi değişmeye başlar. Sonra da kokusu… Eğer hava açıksa, Bursa’yı gördüğünüzde, üzerine büyük bir tepsi gibi yayılmış kirli hava tabakasını da görürsünüz. “Acaba bu devasa tepsinin altındakiler nasıl sağ kalabiliyorlar?” diye düşünmekten alıkoyamazsınız kendinizi.

Kirazlı ’ya çabuk alıştık. İnsanları cana yakın, cömert ve çocukları, gençleri çok saygılıydı. Şehirden gelen biri için şaşılacak başka bir şey de, evlerin dış kapılarına kilit yerine, halkaya geçirilen bir ağaç dalı takmalarıydı. Altı ay köyde, altı ay da yayladaki evlerinde kalan Kirazlı köylüleri, evlerini kilitlemezlerdi. Bu güzel güven duygusunu korumak en paha biçilmez değerlerden olsa gerek. Kışın vadinin çeşitli kuytularına yayılmış yayla evlerinde, her çeşit yiyecek ve barınma gereci de bulunur. Hatta zor kış günlerinde o yayla evlerine girip karınlarını doyuran, bir süre barınıp sonra giden, kimliği belirsiz insanlar olduğunu da duyardık. Kirazlı’da bu durumdan şikâyetçi olan duymadım.

1181-Köy Kahvesinde Yaşlılar 

Doktor mu olsak, öğretmen mi?

Sağlıkla ilgili merak ve kısmen bilgim olması; Kirazlı’da hem benim, hem de köylülerin işine yaradı galiba. İlk günlerde okul çocuklarının el ve yüzlerindeki “sarıca yara”lar dikkatimi çekti. Tıp kitaplarım vardı. Onların ve birkaç tıp sözlüğü yardımı ile bu yaraları iyileştirmek istedim. Tıp Fakültesi cilt doktoru Elçin Özüntürk’ ün önerileri ve desteği ile kısa sürede, bu Beta Hemolitik Streptokok enfeksiyonlarının hakkından geldim. Yalnızca Söbü Çavuş diye anılan köyün tatlı neşeli yaşlısı, oğlu Muharrem’i gizlemişti benden. “Ben bi fasille yakarın, bişeyciği galmaz. Ne ilacıymış” demiş oğluna. Ancak Muharrem bana geldiğinde, enfeksiyon bacaklarına ve kollarına da yayılmıştı. Bu durum, Söbü Çavuş için daha pahalı bir sonuç doğurdu.

Mendi’ler ailesinden, kolu sürekli akan bir çocuğun bu yarasını kurutmak ilk başarılarımdan en etkili olanlardandı. Çünkü yara yedi aydır akarmış. Domuz avında, yaralı domuzun saldırısı ile elinden ciddi biçimde yaralanan Şaban Emir amcanın elini iyileştirmem uzun sürdü. Ama benim doktorluğumun da kökten kabul edilmesine yol açtı. İlk iğneyi kızım Ceren’e vurdum. Sonra köylülere; aşı, iğne, serum takma, pansuman, özellikle cilt hastalıkları ve ilk yardım konularında sayısız uygulamaya, yasalardan korka korka imza attım.  O kadar ki, gün geldi, kendime de tam 17 iğne yapmak zorunda kaldım.

Kışı sertti Kirazlı’nın. Uludağ yoluna bağlanan üç kilometrelik yolu kapandı mı, tüm hastalar benimdi. Bir keresinde, gece uykudan uyandırıldım. “Ülfet Memedi” evde kıvranıyordu. Yarı baygındı. Elimde “Teşhisten Tedaviye adlı koca bir kitap, verdiğim ağrı kesiciden umutlanıp, kendine gelmesini bekliyorum. Bir süre sonra evdekilerden 17 yıllık Menenjitli olduğunu öğreniyorum. Kitaba göre, hastaya acilen bir Penadur La 1200 adlı iğneyi yapıp, hemen hastaneye götürmeli. Gecenin o saatinde, umudum olan tüm evlerden bu iğneyi sordum, ama yok… Bir süre sonra, Mehmet zar zor ayıldı ve bir kavanozda –hem de süresi geçmemiş- bir tane Penadur bulduk. Tüm Uludağ’ın hazinesini bulsaydım, bu kadar sevinmezdim. İğneyi yapıp uyumaya gittiğimde sabaha az kalmıştı.

Memi Ustadan Kalan

Kirazlıdaki söylentilere bakarsanız, burası en az 500 yıllık bir köydür. Ancak bu üçüncü yerleşim yeridir. Köyün çok yakınındaki “Eskiköy” ve “Meyitköy” daha önceki yerleşim yerleridir. O yerlerdeki pişmiş tuğla kalıntıları köylüleri doğrular nitelikteydi. Köyün geçmişi hakkında yazılı bir kaynak bulamıyordum. Ancak Kore gazisi ve emekli başçavuş İbrahim amcanın evinde sakladığı bir taşı gördüm. Bu taşın, yıkılan eski camiden kaldığını söyleyen İbrahim Başçavuş, taşın kitabesinde; “Bu cami, Memi Usta ve oğulları tarafından yapılmıştır” diye bir yazı olduğunu söylemişti. Aynı zamanda bu Memi Usta’nın da, kendisinin yedinci kuşaktan dedesi olduğunu eklemişti. Bu taş ile yapılacak kaba bir hesapla bile, Kirazlı tarihini 200 yıl geriye götürmek, yani 1.800’ler başı ve öncesine taşımak yanlış olmaz.

Yörede kendilerini Manav olarak tanıtanların, Yörüklere görece üstünlüklerinden söz edilmekten midir acaba? Kendileri de Yörük veya Türkmen olmaları kuvvetle muhtemel olan Kirazlı köyünden de kimileri “Biz Manavız” derlerdi. Belki de öyledir.

İklim nedeniyle oldukça sıkışık bir yerleşim söz konusudur. Evlerin hemen hepsi iki katlıdır. Altta; samanlık, odunluk, depo ve hayvanların barınma yerleri, üstte de yaşadıkları evler bulunur. Bu durum ısının da ekonomik kullanılması anlamına geliyordu. Her evin mutlak en az bir katırı ve/veya atı olmak zorundaydı. Yayla ile ulaşım ve yük taşımanın başka kolay bir yolu da yoktu. Şimdiki yayla yolları o tarihlerde henüz yapılmamıştı.

Patene, Melke, Kesne

Adını Kiraz bahçelerinden alan Kirazlı’da; her dönem farklı ürünlerin öne çıktığı anlaşılıyor. 1980’li yıllarda kestane ve kültür ırkı çilek en gelir getirici ürünlerdi. Elma, domates, patates, armut, vb. diğer meyve ve sebzeler daha çok kendi gereksinimleri için üretilirdi. Ancak onları da sattıkları olurdu. Satamazlarsa, hayvanlarına verirlerdi. O yıllarda kestanelere dadanan Mürekkep hastalığı, çok sayıda kestane ağacının kurumasına neden oluyordu. Kültür ırkı “Aroma” çileği yanında; iri, lezzetli ve daha az dayanıklı ve adına “yerli” denen çilekle birlikte; küçük, kokulu ve az üretilen “Osmanlı” adlı bir çilek de üretilirdi. Yakın yıllarda çileğin yanında, dikensiz bir Ahududu çeşidinin de eklendiğini görüyoruz.

Köyde, bölgeye has sözcükler de kullanılır. Şimdi 44 yıl geriye gitmek güç olsa da aklımda kalan bir kaçını söylemeliyim.

Dönemin muhtarı Ali Kayalar, yolda rastladı ve “Oca, havudu goovemişingdeyiverdi. Hiçbir şey anlamadım. Bir şey yapmış olduğum belli oluyordu. Ama ne? Kendisine; “Ne yapmışım Ali abi?” Dediğim de, aynı cümleyi; “Havudu koovemişing dik ya?” diye yineledi. Haydaaa, gel de anla. Meğer “Havuzu koy vermişsin” diyerek, benim ev sahibi Şeker Mehmet’in, atık su kanalına bağlamadığı ve yola sızan mutfak suyundan söz ediyormuş.

Bunun gibi patatese “Patene”, kestaneye “Kesne”, mantara “Melke” denmesine hemen alıştık. Eğer yenebilir bir mantarsa Has melke”, zehirli ise, “Ey del melke” olur. Yani İyi değil mantar. Yani, zararlı, kötü, zehirli mantar…  

Bir anlatımda; “aramızda yabancı yok” yerine de, “sen, ben, bizim oğlan” derlerdi.

Şaka sözcüğü yerine de “angast” denir Kirazlı ’da. Bazı ürünlerde, onu köye ilk getirenlerin adlarıyla anılmaktadır. “Emin Fasillesi” ve “Osman Patenesi” de bunlardandır. Bundan başka sözcükler de var elbette. Örneğin şehirden alışveriş yapıp dönen birine “neler aldın?” diye sorarsanız, size “düzen” aldığını söyler. Bunun memleket düzeniyle ilgisi yok. Her türlü alışveriş çeşidinin genel adı “düzen”dir. Kötü şeylere de “ey del düzen” denir. Bir şeyi beğenmeyen Kirazlı’ lı, ona “ey del olmuş” der. Bu dili, ben de zamanla çok sevmiş ve yer yer öyle konuşmaya başlamıştım.  Angastan yani…

Zenginin Yolu Kapanır Mı?

Kışın, kar yolları kapattığında; günlerce, hatta haftalarca yolların açılmadığı olur. Ancak otellere giden yol birkaç saatten fazla kapalı kalmaz. Çünkü o yol için hazırda bekleyen donanımlı karayolu görevlileri hemen yolu açarlar. Bu duruma köylüler, “Zenginin yolu kapanmaz hocam” derler. Elektrikler de öyleydi. Nedense, Kirazlı’nın elektrik taşıyan direkleri o çevrenin en tepe yerlerinden biri olan Garipler Dağı’ndan geçerdi. Neden bir yamacına gizlenerek geçmediğini merak ederdi herkes. Her elektrik kesilişte onu düzeltmek; bıkmak, yılmak bilmeyen yaşlı korucu “Cabal Dayı”ya düşerdi. Cabal dayı, yaşından beklenmeyen bir çeviklik ve enerji ile dağları, karları aşıp, çözümü üretirdi, hepimiz için.

Kimi zaman öyle kar yağar ki, kimse birbirinin evine bile gidemezdi. Böyle bir gün; kapalı kalmaktan çok sıkıldım. İyice giyinip, kuşanıp, Sivas tiftiği kar başlığı ve eldivenlerimle, kar gözlüğünü takarak, komşuya kadar bir yol açtığımda, en çok komşumuz Hüseyin amca sevinmişti. En çok da “Haydi, çay koy, misafirliğe geldik” dediğimce sevinmişti.

Kirazlı’da en çok sevilen şeylerden biri de konuk ağırlamaktı. Birinin evine girdiğinizde; ilk yapılan şey, maşınga sobaya çaydanlığı koymaktır. Sonra sıraya fırınlanacak patatesler, kestaneler girer. Çayınız gelirken, yanına çeşitli çerezler sıralanır. Patates ve kestaneler de bu arada pişmiş olur. Gece, sohbet ve ikramlarla sürer. Tam kalkacağınız zaman, tam donanımlı bir sofra iner önünüze. “Bu da nedir?” demenize fırsat yoktur. “Hadi, oturun bakam, misafirin dokuz garnı olur” Gece yarısı olmuştur, ya da olmak üzeredir. Ama siz o sofradan da payınızı almadan gidemezsiniz. “Burada kilo almazsanız, başka yerde alamazsınız” sözünü sıkça duyduk. Doğrusu Kirazlı köylüleri yemeyi de, yedirmeyi de çok severlerdi. Bunda, Uludağ’ın bolluk dolu arazileri yanında, Kirazlı’nın geleneklerinin de büyük payı olduğunu söylemeliyim.

Yaylaya çıkmadan, baharda ve yayladan dönüşte sonbaharda birer mevlit okumak gelenektir. Ayrıca; her doğumda, ölümde, askere gidişte, dönüşte, düğünde, sünnette birer mevlit okutulması da gelenektendir. Kimi kış günlerinde aynı anda üç mevlit olurdu. Biz iki kişiydik. Birimiz birine, birimiz diğerine gidince, üçüncü evdeki mevlide gidemedik diye alınganlık yapanlar olduğunu da anımsarım.

Çorbanın Arkası Gelsin

Mevlitlerde yemek sırası bellidir. Önce çorba, arkasından et gelir. Ondan sonra tereyağlı, yoğurtlu makarna, yanına hoşaf ve tatlı eklenir, gider. Eğer Salih Kayalar ile aynı sofraya denk geldiyseniz yaşadınız. Çünkü çorbadan sonra Salih Kayalar, görevlilere üç kere, “oğlum, çorbanın arkası gelsin bakem” diyecek ve gülüşmeler arasında herkesten fazla et yiyeceksiniz. Çünkü çorbanın arkası, et demektir.

Uludağ ve Kirazlı, baharda çok sallanırdı. Biz de korkar ve okulda deprem uygulamaları yapmaya çalışırdık. Bir denetim sırasında, sınıfta müfettiş varken deprem olur ve bir bayan öğretmen arkadaşımız, can havliyle dışarı kaçar. Müfettiş “hoca hanım, öğrencileri bırakıp gitmek olur mu” deyince de, “önce can hocam” diye yanıtlar.

Okulumuz, büyük bir uçurumun başlangıç yerindeydi. “Asarlık tepesi” denen bu uçurumun başına kadar yürüyüp, orada bir fotoğraf çektirmek bile cesaretli olmayı gerektirirdi. Kış günlerinde okula giderken köpeklerin saldırısına uğradığımızı da kaydetmeliyim.

Biraz daha alçak bir rakımda olan komşu Mürseller köyünün okul müdürü Osman Kaya ağabey ve diğer öğretmeni kimi zaman bize rastladıklarında; “Arkadaşlar, Kirazlı’ya kar yağarken, Mürseller’e yağmur yağar. Bu da sizin şanssızlığınız” derlerdi. Bir gün aynı arkadaşlar Kirazlı’ya süt almaya geldiler. Ben de onlara; “Kirazlıda her şey var, Mürseller’de süt bile yok Osman abi” deyiverdim.

İkinci teneffüs biraz uzun olurdu. Biz Asarlık Tepesi eteğinde gezerken, uzaktan Hacı İbrahim amca; bir eliyle gözünü ovuştururken, diğer eliyle ineğin ipini çekiştirirken “hocalaa, buyurun bakalım” diyerek gelirdi. İlk işi, yelek cebinden çift bölmeli “mis kutusunu” çıkarıp, “bandırın bakem” demektir. Bundan büyük keyif aldığı belliydi. Çok da şakacıydı. Bir gün aynı biçimde, ineğini çekiştirerek gelirken, “Hacı amca yeni mi uyandın. Gece uyumadın mı?” diye takıldık. “Ööle bee hocam, gece hacı annennen küreş tuttuk” demesin mi? Hacı İbrahim 84 yaşında yeniden evlenmişti.

Hacılar Mezarlığı

Hacı amcadan söz etmişken, Kirazlı’da en önemli olaylardan birinin de “hacı uğurlamak” olduğunu belirtmeliyim. Bu o kadar önemli bir olay olmalı ki, Kirazlıdaki üç mezarlıktan birinin adı “Hacılar mezarlığı”dır. Hacılar mezarlığı, köyün epeyce yukarısında ve dik bir yokuş olduğundan, oraya omuzlarda cenaze götürmek –hele de kış günlerinde- oldukça zordur. O mezarlığa cenaze taşıyanlara, dönüş yolunda para da verilirdi. Bir cenaze sonrasında dağıtılan paraların, dolaşımdan kalkmış 100 liralıklar olduğunu da, alanların ellerinde gördük. Ben verilen parayı almadığıma pişman bile oldum. Çünkü para koleksiyonu yapıyordum. Belliydi ki, ölen yaşlı kişi, bu mezarlığa gömülmesini çok önceden düşünmüş ve o günlerde bunun için para saklamıştı.

Kirazlı’da okula yeterli ilgi vardı. Çocuklarını okula gönderir, ama daha fazla okutmaya pek gönüllü olmazlardı. Özellikle o yıllarda, kız çocuklarının ilkokulu bitirmesi ile evlenme günleri gelmiş sayılırdı. Yapmayın, kızlarınızı da okutun” dediğimizde; “Emme yaptın hocam, gız çocuğu bu, okuyup ta kâtip mi olcekmiş? Gocasına bir mektup yazıveesin, tamam” derlerdi. Bu günkü Kirazlı’da bu durumun çok değiştiği ve kızların da özgürce okuyabildiklerine tanıklık etmek mutluluk verici.

Cezayir Havası

Düğünlere tüm köylü katılır, en önde ise; ellerinde içki şişeleri, sürekli yenilenen bir yiyecek ve meze tepsisi, bir horoz ve peşlerinde çalgıcılarla, sağdıçlardan oluşan gençler olur. Gençlerin oyunu, arkadan gelen erkekler ve onları izleyen kadınlarca izlenerek düğün evine kadar varılır.

35 Yıl Önce Bir Düğün

Bu düğünlerdeki Roman çalgıcılar Bursa’dan gelir. Çalgı sayısı ise, düğünün sahibinin keseyi açmasına göredir. Yani bir düğün veya sünnet için iki parça çalgı gelebileceği gibi, daha varlıklı biri, düğününe sekiz parça çalgı getirebilir. Ancak bu çalgı sayısının, her zaman müziğin kalite veya görkemine hizmet etmediğini de gözlediğimiz oldu. Diyelim ki her çalgıdan ikişer tane gelmiş olsun. İki cümbüş varsa, biri melodiyi çalarken, diğeri sadece klavyeye elini basıp çalar gibi rol yapabiliyordu. Köylüler bunun farkına varmadığından, o da diğer çalan müzisyenler kadar para alıp gidiyordu.

11981-Kirazlı'da Yine Düğün Var 

Köylülerle köy müziği konuşmalarımızdan birinde; “Senin dediğin annadık hocam. Bir zengin düğünü oluca Güneyliler gelsin. Senin istediğin onnardır” dedi birisi. Gerçekten de Orhaneli Cebelgüney (Dağgüney)  köylü çalgıcılarının geldiği bir düğünde, o günkü köy kahvesinde dinlediğim “Cezayir Havası”nı hiç unutamadım. Bu köy müzisyenleri; hem çalgıları, hem müzikleri ve hem de kullandıkları sanat eseri  “Tongurdaklı kaşık”ları ile yöre kültürünün en güzel örekleri olarak aklıma işlenmiş oluyordu. Ne var ki, o büyük köy kahvesinde çalgıcılar, kendileri çalıp, kendileri oynadılar. Kirazlı’lılar ise onları izlemekle yetindiler.

Düğün Yemeği 

Bir düğünde ise gelinin fotoğraflarını çekmem istendi. İçeride iki Roman çalgıcı kadın vardı. Biri keman, diğeri darbuka çalıyordu. Tam o sırada gelinin dayısı içeri girdi. Çalgıcılara “kes” dedi. Çalgıcı kadın, “elbette” deyip yayı çekti. Dayı içmişti ve ayakta zor duruyordu. Çalgıcılara yönelerek ve yüksek bir sesle; “çal bakalım, tekten tekten olsun” dedi. Çalgıcı kadınlar, gayet sakin bir biçimde başka bir müziğe başladılar. Ama dayı bunu da beğenmedi ve yeniden “kes, tekten tekten demedik mi?” dedi. Yine ses kesildi. Bir kez daha müzik yeniden değişti. Ben fotoğraf işini bitirene dek bu böyle devam etti. Çalgıcı iki kadın, bir türlü bu “tekten tekten” havasını çalamadılar.

O yıllarda Kirazlı’da bazı ailelerde kamyonlar vardı. İki, hatta üç kamyonu olanlar da vardı. Kimileri birbirleriyle ortaklaşa kamyon alıyordu. Aklımda kaldığı kadarı ile Hasan Ağa’nın, kardeşi İsmail’in, Dolma Ali’nin, Mehmet Ali Aygın’ın, Şeker Mehmet’in oğlu Veysel’in, Şaban Emir’in ve başkalarının kamyonları vardı. Kızları zengin aileye vermek önemliydi. Hatta o yıllarda kız isteyecekseniz, kız tarafı şaka yollu sorarmış: “Saadıç, iyi de, bizim kıza gaç tekerlek düşer”. Böyle şakacı, eğlenceli insanlardır Kirazlı köylüleri. Kirazlı’da üç bıçkı takımı vardı. Köyün gereksinimi olan keresteler bu işliklerde üretilirdi. Biri Deveci Mehmet’in, biri Kara Memo’nundu. Diğeri aklımda kalmamış. Sonraları büyük bir bıçkı makinesi de köye alındı. Müzikle ilgilenmezlerdi. Ancak başka köyden gelip Kirazlı’ya yerleşmiş olan “Ülfet’in Yaren” klarnet çalmayı bilirdi.

Kirazlı, uzun geçmişi boyunca dışarıdan kız alıp vermekten kaçınmış.  Bunun istisnaları olsa da çok azdır. Onlar da genellikle başka köylerden gelip Kirazlı’da yerleşmiş birkaç kişiyi geçmez. Örneğin Gündüret’li Hasan amca, Gündüret köyünden gelip yerleşmiştir. Sanırım bu nedenle olmalı ki, köyde çok sayıda evlatlık olayı var. Yakın yıllarda bu kuralların da bozulduğu ve dışarıdan kız alıp vermelerin arttığı gözlenmektedir.

Düğünlerin en önemli hediyeleri “bakır”dır. O yıllardaki Kirazlı evleri sıra sıra dizili bakırlarla doluydu. O kadar çok bakır vardı ki; “Burada bir bakır fabrikası mı var? dedirtebilirdi.

Dört Katır Yükü Altın Ve Gümüş

Köy deyip de hazine öyküsünden söz etmemek olur mu? Kirazlı’da da çok sayıda Uludağ, kervan yolu, eşkıya hazineleri adları ile birçok hazine öyküsü dinledik. Hatta haritalardan söz edildiği de olurdu. Özellikle Kervan yolu”nda işretler olduğu sıkça söylenmekteydi.

11981-Kirazlı'da Öğrencilerim

Bunlardan en ilginç olanını, Uludağ’da Meteoroloji memuru olan Kirazlı köyünden Mehmet Akçapınar anlatmıştı. Dört öğretmen arkadaş, Mehmet Akçapınar’ın daveti ile Yavuz öğretmenin 68 model Opel arabasına binip Uludağ yoluna koyulduk. Yolda Akçapınar; “Hocalar size bir hazine işi anlatayım” diyerek anlatmaya başladı:

-“Yıl 1962’ydi. Ben daha küçüğüm o zamanlar. Bursa’dan yaşlı bir adam köye geldi. Bir hazine arıyordu. Dediğine göre, Rumlar; kaçarken dört katır yükü altın ve gümüşü Uludağ’da bir yere saklamışlar. Bir kayaya da öküz başı oymuşlar. O başın yanında da, harita ve bir de müjde altını koymuşlar. Köylülerimizden Efe Ahmedi, gençken o öküz başını gördüğünü söyledi. Ertesi gün başlayarak; Efe Ahmedi, ben, Ali Yaren ve o yabancı amca, öküz başının görüldüğü yere gittik. Üç gün aradık, bulamadık. Dönerken Efe Ahmedi, üç uzun ağaç kesti ve ormancıya yakalandı. Zaten arası da yokmuş. Hem hapis, hem de para cezası aldı. Şimdi sizi o yere götürüyorum”

İlginç bir öyküydü. “Biz bulalım öyleyse” diye şakalaştık. Bir dönemeçten sonra, arabayı durdurdu. Çevre çok büyüktü ve her yer kum kayasıydı. Ben, “Bu kayalık sürekli erir. Burada olsa da bir şey bulunamaz” dedim. Ancak, gelmişken, eğlence olsun diye etrafı kafamıza göre parsellere bölüp, dolaşmaya başladık. Hazineyi bulamadık, ama iyi eğlendik doğrusu.

Bir gün, minibüsle sürekli gelip gittiğimiz köy yolunun Hacılar mezarlığı yakınında, yol kenarında bulunan bir taşın oradan sökülüp kenara atıldığını ve altından çıkan küp kırıklarının da etrafa saçıldığını herkes fark etti. Buna en çok da, o sırada minibüsü kullanan “Tavukçu Ali’si” üzüldü. Oradan her geçişte, kafasına vurup, neden kendisinin orayı kazmadığına yanar dururdu.

Kirazlı deyip geçmek olmaz. İhtiyaç olunca türlü zekice yaratıcılıkları da vardır. Kimliği bende saklı ve ormancı ile arası hoş olmayan bir yaşlının buluşunu da yazmalıyım. Ormandan kestiği ağaçlarla ormancıya yakalanıp Bursa’daki kadın hâkimin karşısına çıkan yaşlı amca, hemen itiraz eder. “Kendi tarlamın ortasındaki gorudan kestim. Keşif istiyom” der. Hem de ısrarla. Çok ısrar edince; hâkim, kâtip, ormancı, tarım memuru, bir de köyden bilirkişi ile keşfe gidilir. Gerçekten de, amcanın gösterdiği tarlanın ortasında yeni kesilmiş ağaçlardan kalan kökler, hatta henüz kesilmemiş bir iki ağaç ve çalılıklar vardır.

Hâkim hışımla ormancıya yönelir ve onu azarlamaya başlar. Ancak tam o sırada, tarım memurunun yaslandığı ağaç devrilmez mi? Memurda şaşkınlıkla düşer. Herkes şaşkındır. Ormancı ve oradakilerin her ittiği ağaç devrilmeye, kökler, çekince sökülmeye başlar. Meğerse amca, geceler boyunca, tarlanın ortasında bir koruluk yapmış. Oraya kesilmemiş ağaçlar ve kesik ağaç kökleri ile çalılıklar koymayı da ihmal etmemiştir. Giden köylü bilirkişi bile çok şaşırmış. Pes doğrusu…

Yemezseniz Atarsınız Hocam

Şehre gitme işi kimi zaman tam bir işkenceye dönüşüyordu. Araba ya yetmez veya bozuksa yandınız. Şoför İsmail ve Baytar’ın iki “Posna”sının da devre dışı kaldığı ve tüm köylünün bir minibüse mahkûm olduğu günler aklıma geldi. Köyün tek minibüsünü Halil adlı biri kiralamış ve o işletiyordu. Kalabalıktan o da bıkmış, ama köylü ve bizler de ondan bıkmıştık. Halil, öyle bir duruma gelmişti ki, -belki da şaka yollu- bir çıkarı olmadan hiçbir iş yapmayacağını söylüyordu. Bir öğretmenin, postaya verilmek üzere, kendisine mektup vermesi üzerine; “Avantamız nolcek hocam?” diye sorduğu da unutulacak gibi değildi.

Kirazlı’nın bir de çamaşırlığı vardı. Köyün birkaç yerinde ise ekmek fırınları yapılmıştı. Kadınlar; belli bir sıra veya gereksinime göre, su değirmeninde öğütülmüş unları ile hazırladıkları ekmek hamurlarına, patates de katarak çok lezzetli ve sağlıklı kara ekmeklerini bu fırınlarda pişirirlerdi. Hamurlar topaklar halinde Minertlere doldurup, omuzlarda fırınlara gelir ve pişerken nefis kokarlardı.

Kara Memo’nun kirasız tahsisi ile oturduğumuz, çıkmaz sokaktaki evimiz de böyle bir fırına bakıyordu. Komşularımızdan bir teyze ve gelini bir tatil günü ekmek pişiriyorlardı. Bir yandan da bizim eve bakıp tartıştıklarını fark ettik. Sonunda gelin, eline taze bir ekmek alıp geldi; “Hocam siz sevmezsiniz belki. Bizim ekmekler pek garadır. Yimezseniz atıverin” demez mi?

Ben de; “Neden atalım. Biz bu ekmekleri çok severiz. İsterseniz biz size hep şehir ekmeği getirelim. Siz de bize bu ekmeklerden verin” dedim, gülüştük.

Şimdilerde, ne o değirmenler ne de o kara ve lezzetli ekmekler var. Onlar da, sağlık da tarih oluverdi artık. Ne acı, değil mi?

Ekmekleri gibi; bize de bolca hediye olarak getirdikleri mantarları, Osmanlı çilekleri, kaymakları, kurban etleri, patatesleri, elmaları, kestaneleri İstanbul’lara kadar getirip, başkalarında da tattırdık. Hatta kurban etleri o kadar çok olurdu ki, sırf bunun için küçük bir kıyma makinesi bile aldık.

Uludağ’dan, Bozdağ’dan, Tire’ye Varan Yol

Kirazlı adının ünlendiği yerlerden biri de İzmir’in Tire ilçesi, belki de Bozdağ, olmalıdır. Çünkü bahar ve yaz aylarında, Uludağ’ın serin yaylalarında beslenen binlerce küçükbaş hayvan, sonbahar gelip, soğuklar yüzünü göstermeden yola koyulurlar. Bu öyle bir yol ve yolculuk ki dillere destan. Her biri birkaç çoban tarafından, gece gündüz yönetilen, yönlendirilen binlerce küçükbaş hayvan, Uludağ’dan büyük maceraya başlarlar. Dağ yolları, dereler, bayırlar, köyler aşılır günlerce. Yağmura, kara, tipiye denk gelmek de var. Günlerce yağmur altında yol almak da.

Sağılan hayvanlar nedeniyle, her gün yüzlerce litre sütü de yollarda uygun yerlerde satmak ayrı bir dert. Hasta hayvanlar, yolda doğuranlar da işin cabasıdır. Haftalarca yol alınır. Yollar kimi yerlerde ekili alanlardan, kiminde kara yollarından ve bazen de köylerin içlerinden geçmektedir. Bu zorlu ve bitmez yolculuk, Keles, Orhaneli, Harmancık dağ, dere ve ovalarını aşıp, uzun geceler ve günlerden sonra Akhisar ve Salihli ovalarında rahata erer. Ama bu rahatlık geçicidir. Çünkü daha önlerinde koca Bozdağ vardır. Bozdağ’ın aşılması da bir o kadar zordur. Ama aşılıp, kırk gözlü çeşmeden tepeye varıldığında derin bir “ohh” çekilir.

Çünkü hedef artık görünmeye başlar. Önce tam karşıda uzun bir kale gibi Aydın dağları görünür. Gözünüzü biraz aşağı çevirdiğinizde, sanki ayağınızın altındaymış gibi; Kiraz, Ödemiş ve sonunda Tire görünür. Hayvanların Tire’ye varması, altı aylık yeni bir rahatlık döneminin başlaması demektir. Uzun on yıllar boyunca bazı Kiralı köylülerinin Tire’de arazi bile aldıkları doğrudur.

Bu zorlu ve uzun yolun bahar aylarında bir de dönüşü vardır. Önceleri bu yolu kullanan Kirazlı hayvancıları, sonraki dönemlerde iki yol daha bulmuşlar ve bu zahmetli yolculuğu hafifletmeyi başarmışlardır. İlki, hayvanlarla dağlardan geçerek; Söğütalan, Mustafakemalpaşa ve Taşköprü üzerinden Susurluk’a varmaktır. Bundan sonra hayvanlar trene bindirilip İzmir’e götürülür. Son yıllarda ise, kamyonların artmasıyla; hayvanları doğrudan kamyonlara bindirerek Tire’ye götürme yolu tutulmaya başlanmıştır. Bu da bulunan son yöntemdir. Ancak artık bu göçün durduğu ve Tire yolculuklarının bittiği söylenmektedir.

Cumaya Veririm

1980’lerin başında yaşayan yaşlılar, Cumhuriyet’in ilk yıllarını da bilen, yaşayan insanlardı. İçlerinde Atatürk’e yaverlik yapması ile ünlenenler bile vardı. Bu kuşağın; gençliklerinde, kış aylarında tepsili, çengili, gramofonlu eğlenceler düzenlediklerini, kendilerinden çokça dinledim. Bu eğlencelerde hep gramofonu yönettiğini söyleyen peynir ustası Nazif Hüseyin, eğlence dışı tutulmasına kızarak bir gün gramofonu bilerek bozduğunu da anlatmıştı. 

Aynı Hüseyin amca, o yıllarda yeni emekliydi. Sohbet sırasında bir de “Cuma” öyküsü anlattı. Emekli olduğunda yüklüce bir para aldığını ve o günlerde “turist” lakaplı eski bir arkadaşının kendisine büyük yakınlık göstererek, “Cumaya veririm” deyip bir borç para aldığını anlatmıştı. Cuma gelip, geçmiş. Hatta bir kaç Cuma yine Hüseyin amca ses çıkarmamış. Nihayet dayanamayıp sorunca da, borçlu olan; “aaa vermedik ya, unutmuşum be saadıç, vercez” yanıtı almış. Epeyce Cuma da öyle geçmiş. Bir daha hatırlatınca; “vermeyecez dedik mi, vercez”, diye karşılamış turist. Derken Cumalar uçar gibi hızlanmaya, borç yıllanmaya ve Hüseyin amca da iyice dertlenmeye başlamış. Artık kendini iyice toparlayıp son bir daha istemiş alacağını. Bu kez de, borçlu arkadaşı; “paran çok değerliyse vermeyedin be saadıç” demez mi? Bunu anlattığında, birlikte hesap etmiştik, 320. Cuma olmuştu. Nazif Hüseyin bir umutla bekliyordu yine.

Bataklık Suyu

Bir de, biz Kirazlı ‘ya gitmeden duyduğumuz “Bataklık Suyu” işi var. Köyün kutsal yeri Dolubaba yakınındaki Bataklık denen yerden bir su çıkıyor.

O tarihlerde, Dolubaba yakınlarında, sayıları giderek artan yazlık evlerde oturan varlıklı kesim, bu suyu kendilerine istemektedir. Bunun için Kirazlıdan, ısrarla bu suyu kendilerine tahsise razı olmalarını isterler.

O sırada köyün kâtipliğini de yapan “Gündüret’li Hasan”, köy karar defterini de yazmaktadır. Defterde;  – belki acil bir işe gerekir diye- boş bıraktığı bir sayfaya, geçmiş tarihli bir karar alır. “Köyümüzün hayvan sayısı ve kalabalık nüfusu dikkate alınarak, Bataklık mevkiindeki suyun köye getirilmesine karar verilmiştir” şeklindeki bu kararı yazıp,  o günlerde heyet üyelerinde de imzalatır.

Bunları bana anlattığında sorulara karşılık, sıkça “gibi, benzeri” diyen Gündüret’li Hasan, yaptığı işlemi ihtiyar heyetine yeni yazdığını da söylemez. Ancak Dolubaba’da yaşayan hali vakti yerindeki sakinler suyun peşini bırakmazlar. Önce Orman idaresi, Tarım İl Müdürlüğü vb. kurumlar bir gün topluca köye gelir ve suyun verilmesine köy yönetimini razı etmeye çalışırlar. Tüm kurum temsilcileri ve köyden birkaç kişinin de imzaladığı bir tutanak tutulur. İmza için Gündüret’li Hasan beklenmektedir. Hasan, önüne gelen yazıyı imzalaması istenince okur ve imzasını isteyen yetkiliye; “Bir meşruhat yazıp öyle imzalasam olur mu?” diye sorar. Zaten geciktiklerini söyleyen görevliler de “Olur” derler. Gündüret’li hasan tutanağın altına; “Köy İhtiyar heyetimizin …… tarih ve .. sayılı kararı ile Bataklık suyunun köyümüze getirilmesine karar verilmiştir. Muhalefeten imzalıyorum” diye yazıp, imzalar.

Görevliler deliye döner. Tutanağı küçük parçalara ayırıp, ortaya atar ve köyü terk ederler. Gündüret’li o minik kâğıt parçalarının tümünü toplayıp mendiline koyar ve saklar. Tam 87 parçaya bölünmüştür tutanak. Daha sonra bu parçaları bir araya getirerek, fotokopisini çekip, mahkemelere delil olarak da sunmuştu.

Bataklık suyu giderek batağa saplanır. Köylüler, uzun süreli tahsisle bu suyu alan ve Sümerbank’ta işçi olarak çalışan köylülerine de şaşarak ve kızarak, su için direnmeye devam ederler. Davalar açılmaya başlanır. Öğretmenlik dönemimiz süresince de bu davalar sürüyordu. Köy heyeti bir hukuk bürosu ile anlaşmıştı. Köylüler, Bataklık suyunun tahsisini alan kişi tarafından yapılan ”Yanık çeşmesi”ne çok kızıyorlardı.

Kirazlı evlerinde çok tahta kullanıldığından veya evlerin çok sıkışık olmalarından olsa gerek, köylüler yangına karşı çok duyarlı idi. En ufak yangın söylentisinde tüm köylü kovasını alıp koşardı. Bir yaz gecesinde, biz yaz tatilindeyken, gece “yangın var” diye yapılan anonslarla toplanan köylünün, gidip Bataklık suyu için döşenen boruları parçalayarak, tekrar yataklarına girip uyuduklarını da duymuştuk. Bu su, giderek gazetelere haber de olmuştu. Sonunda köy heyeti, mahkemelerden bir sonuç alamayacağını anlayınca, soluğu Ankara’da almış ve şimdi ayrıntısı anımsayamadığım bir biçimde, bu sorunun kapanmasını sağlamıştı.

Su işi için son sözü, rahmetli muhtar Ali Kayalar’a verelim. Ali Kayalar, tuttukları hukuk bürosu avukatlarından birine; “Avukat bey, bu nasıl Anayasa? Bin nüfus, kaç bin hayvanımız dururken, suyumuzu birkaç eve veriyor?” Avukatın bu soruya; Cevabını sana söylemem. Çocuklarını okut. Onlar öğrenip sana söylerler” dediğini anlatırdı.

Peco ve Fışkırık

Muhtar Ali Kayalar, üzerindeki aba kumaştan giysileri ve ileri yaşına karşın, oldukça hareketli ve bir o kadar da şakacıydı. Cumartesi günleri biz de haftalık alışveriş için Tahtakale’ye inerdik. O günlerde altın fiyatlarında düşüşler oluyordu. Kahvede günün sözü “altın düşmüş” idi. Ali Kayalar, etraftan sıkça bunu duyunca bize dönüp, “Yahu hoca, herkes altın düşmüş diyo. Sabahtan beri gaç kere vilayete yörüyüp geldim. Bir tane bulamadım. Nereye düşmüş acep?” dedi.

O sıralarda renkli televizyon yeni çıkmıştı. Köy kahvesine doluşup birlikte yayınlanan her şeyi izlerdik. Bir de reklam vardı. “Pejo mobiletleri, bir litre benzinle yüz kilometre gider” anlamında bir sözle biterdi.

Bir Pazar günü, dışarıdan bir seslenme duydum: “Ocaa, hadi be, yatma gayrı. Bak Peco hazır. Bir kilo arpa verdim. Yüz kilometre gider.” Camdan baktım ki, “Peco” dediği, yanına aldığı bir yedek katırdı. Ona benzin niyeti ile arpa vermişti. Binip tarlaya gittik. Çok güzel ağırlandık, yayla evinde. Yemekler, taze çilekler, ne desen bolca vardı. Oysa yolda, “çalışmaya gidiyoz hoca, gaytarmak yok, ona göre” demişti. Yeme-içme dışında yalnızca patatesleri sulayan su tabancalarının yerini değiştirmiştik. O da benim zorumla. Ali Ağa, su püskürten bu aletlere “fışkırık” adını takmıştı. Dilde böyle yaratıcılığın, dilin asıl sahibi olan köylülerden geldiğini düşünmüştüm o anda. Ne güzel bir buluş: Fışkırık…

Kirazlı kahvelerinde kâğıt, tavla domino veya okey gibi oyunlar kesinlikle yasaktı. Ancak bazılarının gizlice evlerde kendi aralarında iddialı oyunlar oynadıklarını da duymuştuk.

Ev sahibimiz Kara Memo ile komşusu İbrahim Köse’ye de hacı diye seslenirdik. Hacca gitmemişti, ama hoşgörü ile karşılardı. İbrahim’in ağabeyi Hüseyin Köse ise, okumayı seven bir köylü idi. Köylülerle zaman zaman farklı düşündüğü olurmuş. Hüseyin Köse’nin; Kara Memo ve kardeşi İbrahim’in cinlerle ilgili sorularına verdiği sıra dışı yanıtlarını kendime saklıyorum.

Yalnızca o da değil. Güneydoğu’dan gelip, bir süre köyde kalan ve giderayak bir de “seccade yürüten” birinin sırrını da, kendine has bir buluşla öğrendiğini de bilirim.

Murat 124 İle Gelen Falcılar

İyi niyetli ve saf Kirazlı halkını kandıranlar da çıkabiliyordu. Yaz günlerinde falcı ve satıcı grubu olarak köye gelenler, bir eve girerek, fal bakmaya başlamışlar. Fakat bu, sıradan bir fal da değilmiş. Çünkü falcılar; o evin oğlunun askerde olduğunu, ev sahibinin hastalığını falan söylemeye başlamışlar. Bunun üzerine falcı; gelinin hastalığı için bir şey soran ev sahibi hanıma; “Gelininde cin var. Onları çıkaracağız. Kapıya birini bırak. Kimse girmesin. Bana da birkaç çarşaf getir” demişler. Denileni yapmışlar elbet. Çarşaflar kaynana ile gelinin başına örtülmüş. Evdeki bir kazanın altını da darbuka gibi kullanılarak, vurmaya başlamışlar. Gürültü, patırtının bini bir para… Sonunda, çarşafları açmışlar. “Artık korkmayın cinlerin hepsi çıktı, gitti. Gelinin kurtuldu. Hadi bize eyvallah…” diyerek, bahşişleri de alıp, geldikleri Murat 124 ile çekip gitmişler.

Ne kadar süre geçmiş bilinmez, ama sandıktaki altınlarının yok olduğunu öğrendiklerinde iş işten geçmiş. Meğer bu ekip, önce satıcı olarak gelip bilgi toplamış, sonra eleman değiştirip yeniden gelmiş. Biri cin çıkarırken, diğerleri de altın çıkarmış sandıktan.

Son Söz Sayılmaz Bu

Kirazlı’nın sınırları, oteller bölgesini de içine alır. Özellikle kışın zorlu günlerinde, pek çok Kirazlı’lı otellerde çalışırdı. Bu nedenle, diğer köylere göre ekonomik durumları her mevsimde daha iyi olurdu. Otellere gelen zengin konukları karşılayıp, arabalarını teslim alan Kirazlı gençleri, park ettikten sonra anahtarlarını teslim ederler. O konuklar dağda kayak yapıp eğlendikten birkaç gün sonra, arabalarını çalıştırıp gitmek istediklerinde, arabaların sürpriz biçimde çalışmadığı da olur. Böyle durumlarda çözüm hep Kirazlı gençlerinin elindedir. Zengin Uludağ ziyaretçilerine bir sürprizleri de olmalıydı. Elbet bu işin bahşişi de ona gör olurmuş.

Şimdilerde Kirazlı köyü yerinde, Kirazlı Mahallesi var artık. Daha çağdaş, daha modern ve her geçen gün daha aydınlık… Kirazlı’dan dün ayrılmışım gibi geliyor bana. Ancak, üzerinden tam 40 yıl, yani bir yarım ömür geçmiş. Anılar ise tazeliğinden hiç bir şey yitirmedi. Hepsini yazmadım elbet. Sürçü lisan ettikse affola. Dört yıl boyunca, her anlamda bizi bağırlarına basan bu güzel insanlara selam olsun. 

 

*Eğitimci, Araştırmacı Yazar

 

12.karabey@gmail.com

 

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 444 defa okunmuştur.

  HABER GALERİ

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI