Kültürel ve Sosyolojik Benzerlik

  Amin Maalouf Kimlik Adına kitabında şöyle diyor: ‘Fransa’da birkaç yıldır küreselleşmeden sanki bir felaketmiş gibi bahsedildiğini gözlemledim. Planet Village’dan bahsetmek onları pek heyecanlandırmıyor ve internet ve iletişimdeki son gelişmelerden uzak duruyorlar. Çünkü onların gözünde küreselleşme, Amerikanlaşmayla eş anlamlı: Hızla tekdüzeleşen bu dünyada yarın Fransa’nın yerinin ne olacağını, diline, kültürüne, prestijine, parıltısına ve yaşam tarzına […]

A+
A-

 

Amin Maalouf Kimlik Adına kitabında şöyle diyor: ‘Fransa’da birkaç yıldır küreselleşmeden sanki bir felaketmiş gibi bahsedildiğini gözlemledim. Planet Village’dan bahsetmek onları pek heyecanlandırmıyor ve internet ve iletişimdeki son gelişmelerden uzak duruyorlar. Çünkü onların gözünde küreselleşme, Amerikanlaşmayla eş anlamlı: Hızla tekdüzeleşen bu dünyada yarın Fransa’nın yerinin ne olacağını, diline, kültürüne, prestijine, parıltısına ve yaşam tarzına ne olacağını soruyorlar. Mahallelerinde bir fast food restoranı açıldığında sinirleniyorlar, Hollywood, CNN, Disney ve Microsoft’a karşı çıkıyorlar ve gazetelerde İngilizceden ödünç alınmış gibi görünen en ufak bir dil kullanımı arıyorlar.’ Burada kültürün bir endüstriye dönüştüğünü ve kültürel ürünlerin meta haline geldiğini belirtiyor. Batı gibi gelişmiş, ileri bir kültüre ve evrensel saygıya sahip bir ülkede bile modernleşmenin baskın yabancı kültürün truva atı olarak algılandığını ifade ediyor.

Adorno kültür endüstrisini anlatırken, Amin Maalouf gezegen köyünden bahsederken, Baudrillard tüketim toplumundan bahsederken hepsi benzer düşünceleri dile getirirler. İşte bu çalışmada Baudrillard, Maalouf ve Adorno’nun aynı şeyleri farklı cümlelerle nasıl dile getirdiklerini açıklamaya çalışacağız. Adorno, Frankfurt Okulu’nun önde gelen düşünürlerindendir. Kültür endüstrisi olarak tanımladığı kültür alanını kapitalist sistem içerisinde, toplumu ezen bir yapı olarak analiz eder. Kültür endüstrisi; bireyleri edilgenleştiren ve baskı araçlarıyla sisteme adapte eden yapısıyla insanları çevreler. Kültürün bir endüstri haline geldiğini, kültürel ürünlerin metalaştığını ve kapitalizme bağımlı bir endüstri haline geldiğini ilk iddia eden Adorno olmuştur. Adorno’ya göre kültür artık insanların kendilerini gerçekleştirebilecekleri bir alan değildir. İsteklerini ve yeteneklerini gösterebilecekleri bir özgürleşme alanı olarak kabul edilemez. Kapitalizmin çıkarları doğrultusunda işletilmektedir. Bireyler bu çıkarlar doğrultusunda şekillenip dönüşmekte, kültür artık sistemin devamlılığını sağlayan bir baskı biçimi haline gelmiştir.

Baudrillard ise kültür endüstrisi kavramını Fransız düşüncesi içerisinde geliştirmiştir. Bu iki ismin düşünce tarihindeki görüşleri belli bir ölçüde paralellik göstermektedir. Adorno fikirlerini ABD, İngiltere ve Almanya’da geliştirmiştir. Her iki filozofun birbirlerini tanımamalarına rağmen birbirlerine bu kadar yakın düşüncelere sahip olmaları dikkat çekicidir. Aslında her iki düşünürün de bu konuda birbirlerini tamamladığı söylenebilir. Her iki düşünür de toplumun bir kültüre sahip olmasından ziyade kültürün endüstrileşmeye doğru gittiğini savunmuştur. Jean Baudrillard, modernizmi her zaman sert bir şekilde eleştirmiş ve ortaya çıkan Batı düşüncesini moral bozucu olarak tanımlamıştır.

Kültür endüstrisi, Amerika ve Avrupa’da ortaya çıkan eğlence endüstrisinin kültürel biçimlerinin metalaştırılmasını vurgular. Bu endüstri gelişirken, kültürel ürünler rasyonalize edilir ve standartlaştırılır. Yoğun teknolojik ve ekonomik gelişmeler karşısında, geleneksel toplumsallaşma kurumları zayıflar, insan emeğinin sonucu olarak yaratılan nesneler insan denetiminin ötesinde özerk güçlere dönüşür ve dolayısıyla somutlaşır. Baudrillard ayrıca, bu yeni toplumda kültürün artık özneler tarafından değil, nesneler tarafından yönetildiğini düşünür. Artık tüketim malları ve tüketim hizmetleri patlamış ve her yere yayılmış ve yeni bir tüketim sistemi oluşmuştur. Nesneler, davranışın yapılandırılmasını etkilemiştir. Baudrillard, nesneler sisteminde, günümüz toplumunun nesnelerinin bilinci şekillendirmekten uzak olduğunu söyler. Ancak, geleneksel toplumun nesnelerinin gerçek bir deneyime atıfta bulunduğunu ve bu şekilde belirli bilinç izleri taşıdığını ve dolayısıyla anlamlı olduğunu belirtir. Geleneksel toplumda nesneler, öznelerden bağımsızdır ve özneler nesneye baskı yapmaz. Ancak, modern toplumla birlikte özne, nesne üzerinde egemen hale gelmiş ve özne, nesneyle bütünleşemez hale gelmiştir.

Maalouf ise küreselleşmenin bizi iki zıt gerçekliğe, biri evrensellik, diğeri tekdüzeliğe doğru sürüklediğini ifade ediyor. Bize tek bir yolmuş gibi sunulan ve iç içe geçmiş ve ayırt edilemez görünen iki yol olduğunu ve bu iki yolun iki farklı yol olduğuna inanmak istediğini söylüyor. İnsanların giderek daha fazla birbirine benzediğini görmekten gerçekten mutlu olmalı mıyız diye soruyor. In the Name of Identity kitabında, “Yakında sadece tek bir dilin konuşulacağı, herkesin aynı asgari inanç setini paylaşacağı, herkesin televizyonun karşısına oturup aynı sandviçleri yiyip aynı Amerikan dizilerini izleyeceği renksiz bir dünyaya doğru gitmiyor muyuz?” diyor. Evrensellik, insan onuruna ilişkin hakları da içermelidir; hiç kimse dini, rengi, milliyeti, cinsiyeti veya başka herhangi bir nedenle diğer insanlar tarafından bu haklardan mahrum bırakılmamalıdır. Birine saygı duymak ve onun tarihine saygı duymak, onun farklı bir insanlığa değil, aynı insanlığa ait olduğunu kabul etmekle mümkündür. Değerlerin evrenselliği için mücadele etmenin yanı sıra, tek tip düşünceye, ideolojik, ekonomik ve politik hegemonyaya ve sanatsal ve dilsel ifadenin yolunu tıkayan her şeye karşı mücadele etmek de bir zorunluluktur.,

Tekdüze bir dünyaya doğru ilerleyen her şeye karşı çıkılmalıdır. Bazı gelenek ve görenekleri korumak için, geleceğe açık, sürekli bir mücadele verilmelidir. Amin Maalouf, tüm gezegenin, yaşam biçimimizi, zevklerimizi ve hayallerimizi her geçen gün biraz daha değiştiren bir fikir ve ürün selinin istilası altında olduğunu belirtir. Örneğin; Bugün Paris, Moskova, Şanghay veya Prag’ın ana caddelerinde fast food’un izlerini bulabileceğiniz doğru, ancak artık tüm kıtalarda, uzun zamandır dış dünyaya açılan sadece Fransız veya İtalyan, Çin veya Hint değil, Japon, Endonezya, Kore, Meksika, Fas veya Lübnan gibi giderek daha çeşitli mutfakların olduğu da doğru. Modernleşme adı altındaki bu evrimde, bazı gençlerin Amerikan tarzı fast food’lara düşkün olduğunun farkındayız. Laissez-faire’in savunucusu olmamalıyız. Sadece pes etmeyenlere saygı duymalıyız. Bir sokağın, bir mahallenin veya belirli bir yaşam kalitesinin karakterini korumak için mücadele etmek gerekir. Dünyanın her ülkesinde kendi tarzınızda yemek yiyebilmek, yalnızca ABD’de değil, farklı mutfak geleneklerini tadabileceğiniz anlamına gelir. Fransızların bazen et ve sebzeli güveç yerine kuskus sipariş ettiğini, İngilizlerin nane sosu yerine köriyi tercih ettiğini ve bir Minsk sakininin onlarca yıllık monotonluğun ardından fantezilerini ketçap ve hamburgerle dinlediğini görmek isterdim, diyor ve bu dünyasallaştırmanın müzik ve sinema için de geçerli olması gerektiğini söylüyor. Yoksa küreselleşme Amerikanlaştırmadan başka bir şey değil mi diye soruyor. Ayrıca, “Küreselleşmenin sonucu, aynı yaşam biçiminin, aynı politik, ekonomik ve sosyal sistemin, aynı değerler dizisinin, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm dünyaya dayatılması olmayacak mı?” diyor.
Baudrillard, tıpkı Amin Maalouf gibi, kültür endüstrisinin içinde bulunduğumuz çağda herkesi stereotipleştirdiğini düşünür. Bu bakımdan gerçekliğin yok oluşuna vurgu yapar. Baudrillard, iletişim araçları ve sanal teknolojinin ortaya çıktığı, her yerin ağlarla kaplandığı bir çağda gerçekliğin katledilmesinden yeterince söz edildiğini söyler. Ancak bu arada gerçeğin ne zaman ortaya çıktığı sorusunun unutulduğunu söyler. Gerçek dünyanın bilimsel yöntemle dönüştürüldüğünü ve bunun teknolojiyle gerçekleştirilmesi kararının modernleşme çağında ortaya çıktığını belirtir. Yani gerçeğin gerçek olarak, gerçeğin gerçek olarak ifade edildiği bir zaman diliminden sonra, gerçek ve gerçeklik teknolojik araç ve gereçlerle ortadan kaldırılmıştır. Bu teknolojik gelişmelerden sonra insanların yapacağı tek şeyin klonlanmak olacağını düşünmektedir.

Adorno, Baudrillard gibi, nesnelerin tüm hayatımıza hükmettiğini belirtir. Düşüncelerini şöyle özetler: Kapitalist uygulamalar herkes için bir nesne tasarlamıştır ve bundan kaçış asla mümkün değildir. Araştırma kuruluşları tarafından çizilen ve propaganda amaçlı kullanılan haritalarda tüketicilerin kırmızı, yeşil ve mavi alanlarla farklı gelir gruplarına ayrıldığını ve bunların istatistiksel malzemeye dönüştüğünü belirtir. Adorno’ya göre nesneler arasındaki fark yapay bir farktır ve bu durum bir yanılsamadır. Kültür endüstrisine bağlı olarak endüstriyel toplumun bireyleri de nesne statüsüne indirgenmiş ve nesneleştirilmiştir. Adorno’ya göre aydınlanma düşüncesi kendini yok eden bir sürece dönüşmüş ve bireyi ortadan kaldırmıştır. İnsanı doğadan soyutlamış ve bunun sonucunda doğa, insanlar için bir şey haline gelmiştir.

Baudrillard, insanların günümüzdeki alışverişinin antik toplumların alışveriş mantığının ötesine geçtiğini düşünür. Günümüz alışveriş mantığının, istatistiksel olarak artan bir eğriye göre mal ve mesajların edinilmesi, motivasyonu ve algılanması gibi olduğunu düşünür. Örneğin Baudrillard, evlenmenin bile temel amacının artık nesne tüketimi olduğunu, alyansların da bu nesne tüketimini ifade eden sembolik nesnelerden biri olduğunu gösterir. Örnek olarak Amerika’da evli kişilerin yüzüklerini yenilemeleri için yapılan reklam kampanyalarını verir. Buradaki değişim mantığı, hangi öznenin hangi özneyle değişim yaptığına değil, hangi metanın hangi metayla değişim yaptığına dayanır. Özneler, nesnelerin baskısı altında bir değişim mantığı içindedir. Bu sürece nesneleşme denir ve Adorno bu noktayı ‘ilke olarak herkes artık bir nesnedir’ sözleriyle açıklar. Adorno, Baudrillard’ın tüketim toplumu söylemi gibi, kültür endüstrisini oluşturan tüm ayrıntıların endüstri icat edilmeden önce de var olduğunu söyler. Endüstrinin her şeyi tepeden ele geçirmesinin çağımıza denk geldiğini belirtir. Daha önce sanatın yavaş yavaş tüketime dönüştüğünü düşünürken, bugün bunun hızla gerçekleştiğini düşünüyor.

Adorno televizyonu kültür endüstrisi içinde bir ideoloji olarak görüyor.

Ona göre televizyon, radyo ile sinemanın bir sentezidir. Televizyon, sinemayı geride bıraktığı bir noktadadır. Tüm toplumsal, teknik ve estetik boyutların bir arada düşünülmesi gerekir. Adorno’nun ölümünden sonra birçok teknolojik gelişme yaşanmış ve bu değişimlerin sonucunda Adorno, televizyonun bireyler üzerindeki etkisinin arttığını ve tam bir eğlence merkezi haline geldiğini görememiştir. Adorno’dan sonraki dönemde televizyondaki yapısal değişim, internet, dijital oyunlar gibi yenilenen biçimler ortaya çıkmış ve kültür endüstrisine eklenmiştir. Adorno’dan sonra Baudrillard’ı, Adorno’nun bıraktığı eleştirilerin devamı olarak görürüz. Baudrillard internetten, sinemanın gidişatından, hologramdan bahsederken aslında Adorno’nun eleştirilerini duyar gibi oluruz.

Sonuç olarak, küreselleşme ve tekdüzeleşmenin tek yönlü işleyişinin aksine, daha geniş bir çerçeveye aktarılması gereken tek fikir, tüm gezegenin aynı ürünlere ve aynı seslere erişebildiği, tüm kültürleri temsil ettiği ve bu nedenle küresel dünyadaki herkesin kendini bunların içinde bulabileceğidir. Çünkü dünya herkese aittir. Ortaya çıkan teknolojik ve sosyal gelişmeler o kadar geniş ve karmaşıktır ki herkes bunlardan faydalanabilir ve hatta Amerika bile öne geçemez. İletişim araçları, tüm kültürlerden insanlara yarının ortak kültürünü yaratma fırsatı sunar. Burada yine Amin Maalouf’un sözlerini dinleyebiliriz: ‘Bir şeye inanıyorsanız, yeterli enerjiniz, yeterli tutkunuz, yaşam için yeterli iştahınız varsa, bugünün dünyasının sunduğu kaynaklarla hayallerinizin bazılarını gerçekleştirme fırsatı bulabilirsiniz.’
 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir