02-12-2024 07:20:56

Mehmet Baynal Yazdı: Bavul

Köyün kucağında upuzun bir düzlükte amcalarının arabası belirdi. Celep Kasım izne geliyordu...
Mehmet Baynal Yazdı: Bavul

 

Mehmet BAYNAL / Yazar

Köyün kucağında upuzun bir düzlükte amcalarının arabası belirdi.  Celep Kasım izne geliyordu. Hemen ayaklandılar. Yol süt gibi uzanıyordu ovanın ortasında.  Araba, beş karış tozla minder gibi yumuşamış yolda toprağı ufalta ufalta yaklaşıyordu. Biraz sonra otomobilin arkasından üstü başı yamalı birkaç çocuk deli gibi koşmaya başladı. Köyün girişinde birkaç köpek, gezinen tavuklar arasında yere yatmış uyuyor, etrafa küme küme yığılan gübrelerle pis bir lağım yolu kenarında ördekler, kazlar dolaşıyordu. Araba köyün meydanından geçerek kerpiç damlı bir evin önünde durdu.

Arabadan inerken şapkasını aldı, ceketinin koluyla tozunu sildikten sonra yeniden başına yerleştirdi. Obur bir hindi gibi ağır adımlarla içeri geçip odanın baş köşesine kuruldu. Hoş geldinler, hasret gidermeler, çay servisi derken somyalı karyolanın üzerindeki koca bavulu açmaya gelmişti sıra. Bir köşe kapanlar, yere çömelip bavulun etrafında çabucak çevrelendiler.  Kapağının açılmasıyla şeftali tadında bir koku yayıldı havaya.  

Celep Kasım, bir işportacı gibi çalımla bavulun içindekileri tanıtmaya başladı. “Bakın bu fotoğraf makinasıdır, buradan basıyorsunuz. Bu da koku şişesidir yanındaki lastik topa bastırınca insanın üstüne yüzüne gözüne fısfıs koku saçılır.” Çocuklar yürekleri erim erim bu tuhaf eşyalara hayretler içinde bakıyorlardı. Amcaları siyah sık kaşların çevrelediği yuvarlak gözlerini devirerek yeğenlerini azarlar gibi yanına çağırdı. Abisi Ökkeş’in çocuklarından Faruk’a çilek kremalı minik bir gofret, Cumali’ye de naneli bir lolipop verdi. Kardeşi Battal’ın oğlu Hüseyin’e ise bir şey vermedi. Babasıyla araları uzun zamandır babadan kalma tarlaların bölüşümünden sebep bozuktu. Miras mevzusu “Sen çok aldın, ben az aldım,” tantanası yıllardan bu yana süregelmişti. Cumali’yle Faruk ellerindekileri çölün yağmuru içtiği gibi bitirdiler. Karısı amcalarını dirseğiyle dürterek “Alıştırma çocukları. Kovala, öte gitsinler,” dedi.

Biraz sonra adam oğlunu kucağına aldı. Sırtını tatlı tatlı sıvazlayıp, yanında getirdiği o tuhaf oyuncağı açtı sonunda. “Bak bunun adı Gameboy. Pille çalışır. Sakın bozmayasın ha!”  Oğlunun gözleri sevinçten parıl parıl parlıyordu. Odada ne kadar çocuk varsa bu gizemli oyuncağı yakından görmek için çocuğun başına dikildi.  Hüseyin ise çenesini göğsüne yaslamış öylece duruyordu bir köşede. Bekledi, bekledi eli boş.  Amcası belki bir şey verir diye. Bir gülücük, bir işaret belki… İçinde bir şeyler kırıldığını duydu... Yutkunarak çıktı evden. Zayıf, ufak tefek olduğundan altı yaşından fazla göstermiyordu. Hüseyin ellerini dizlerine kenetlemiş, kapı eşiğinde oturuyordu. Yüzü ağlamaktan şişmişti. Faruk ile Cumali sarıldı koluna Hüseyin’in. Üçü de kızgındı. Faruk yüzünde anlaşılması zor bir gülümsemeyle “Bir planım var,” deyip anlatmaya başladı. Cumali planı öğrenince bir kahkaha patlatıp Faruk’un ensesine bir şaplak indirdi heyecandan. Biraz sonra fısıldaşmaları, gevezelikleri arttı. Akşam ezanı okununca sinirli bir telaş içinde evlerine dağıldılar.

Birkaç gün sonra amcalarının çocukları alıp yeni açılan lunaparka götürmek için ailece şehre indiğini öğrendiler. Evleri köy yolunun bitimindeki bostanların başladığı bayırda tek katlı bir evdi. Bir süre evi uzaktan gözlediler. Evin çevresinde elleri ceplerinde dolanıp durdular bir süre.  Nasıl gireceklerini düşündüler. Bir an Faruk, Cumali’ye bir dirsek attı. Bel vermiş duvarın arkasından kırık mutfak camını gösterdi.  Bostanların alçak duvarları arasındaki çakıllı yoldan süzülüp mutfak penceresinin dibine vardılar. Demir parmaklıkları olmayan pencereler, aşağı atlanmayacak kadar yerden yüksek değildi, ama tek başına tırmanılmayacak kadar yüksekti. Mutfak camının bir köşesi kırıldığı için bunu yerine bir karton yerleştirilmişti.   Faruk, Hüseyin’in ensesine bir şaplak atıp “Önce sen tırman!” dedi.  Cumali de peşi sıra “Anca sığarsın oraya. İçeri gir ve camı aç!” dedi. Hüseyin bir kedi gibi yağmur yeniği kerpiç duvara tırmandı ve kendini yukarı çekiverdi. Kartonu sessizce yerinden aldı ve başını içeriye sokup camı açtı. İçeriye kurşun gibi daldılar. Hüseyin’i tekrar camdan aşağı sarkıttılar. En küçükleri olduğu için de gözcülük işi ona kaldı.  Ağzını büzerek isteksizce kabul etmek zorunda kaldı.

İki kardeş meydanı boş bulmuş atlar gibi ne yapacaklarını bilemez halde gezinip durdular bir süre içerde. Sonra şu akıllarından çıkmayan koca bavulu aramaya koyuldular. Salona girdiklerinde ağır muşamba perdeler arasından süzülen sabah güneşi duvarları yalayarak köşedeki bavulun üstünü parlatıyordu. Cumali iki sarı böcek kanadı gibi kuruyan dudaklarına ellerini sürdü. Ardından sevinçle küçük arsız şebekler gibi zıp zıp zıplamaya başladı.  İkisi de bavulu yağmalamaya girişti. Cumali’nin eli bir müddet bavulun içinde örümcek gibi kararsız, şaşkın dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yumuşak, yapış yapış bir şeye değdi. Elini soktuğu kapağı açık kalmış kavanozu yüzüne yaklaştırıp üstünü okudu. “No-tel-aa!” diye heceledi. Hemen elini yalamaya başladı. Parmağını daldırıp tadına biraz daha baktı. Nefisti. Dayanamayıp yüzünü kavanozun içine gömdü ve yüzüne gözüne bulaşmasına aldırmadan yalayıp yutmaya başladı.

Faruk jelibonları arıyordu deli gibi. Sonunda “Bulduum!” diye çığlığı bastı. Paketi avucuna boşalttığı gibi üçer beşer ağzına atıverdi. Bavulun içinde elini hangi yöne uzatsa yeni çikolatalara ulaşıyordu. Hele dağ manzaralı bir pakettekinin tadı tarifsizdi. Dudak kenarları, yanakları tatlı tatlı kaşındı. İçine fındıklar gizlenmiş olan karamelli kısım biterken sakız kıvamına geliyordu. Oyun oynar gibi dişlemeye başladı.

Bir fincan sıcak sütün içine düşmüş sinekler gibiydiler.  Önlerinde daha kutu kutu gofretler, çikolatalar vardı. Cumali, hepsinin tadına bakamadan buradan kaçmak zorunda kalacağını düşünerek telaşla kapıldı bir an.  Tam o anda Hüseyin’in kızgın sesini işittiler. Pencerenin önüne geldiklerinde ikisini de bir kahkaha tuttu. Hüseyin bahçedeki erik ağacına tırmanmış dudaklarını ıslık çalar gibi büzerek el kol hareketleri yapıyordu.  Cumali “Bekle biraz daha, getireceğiz sana da,” dedi.

Biraz sonra kalanları ceplerine, gömleklerinin içine tıkıştırdılar. Nerdeyse karınları bohça gibi olmuştu. Tam sıvışacakları zaman bavulda hiç açılmamış yeşil renkli bir kutuyu fark ettiler. Cumali kapağını açtı, aromalı bir koku burnuna erişti. Hemen Faruk’a gösterdi. Faruk koklar koklamaz burnu kanatlanıp tekrar kondu yerine. Gözlerinin içi gülüyordu. “Sütlü fıstık ezmesi bu! Babam  geçen yaz sünnetimde bana bundan getirmişti. Kokusu aynen böyleydi,” dedi. Cumali onu da gömleğinin içine özenle sokuşturdu.

Kucaklarında bir yığın paketle pür telaş pencereden atladılar. İki iri dalı, dökük, hasta yapraklı bir kavağın dibine çöktüler. Üstlerindeki ganimetleri boşalttılar yere. Hiç açılmamış o yeşil kutu da özenle kondu ortaya. Kapağını çabuk çabuk açtılar. Meyve aromalı kokular geliyordu kavanozdan. İştahla parmaklarını daldırmaya başladı içine. Ama bunun tadı yediklerinin tadına benzemiyordu.  Emin olmak için Cumali’ye de uzattı kavanozu hemen. Faruk “Kokusu benzese de tadı böyle değildi,” dedi yüzünü buruşturarak. “Belki de bayattır!” dedi Cumali. Tadının değişmesini bekler gibi biraz daha yediler. Hüseyin “Bana da verin biraz?” dedi merakla.

 

Faruk tiz, cırlak bir sesle çıkıştı hemen, “Biz zahmetini çekelim sen de keyfini sür öyle mi! Hadi ordan!” İki kardeş fıkır fıkır güldüler.

Biraz sonra Faruk göğsünde bir şey sıkışıp kalmış gibi hırlamaya başladı. Gıcık verici, sonu gelmez öksürükten boğulacak gibiydi.  Çok geçmeden ikiye büküldü. İkisi de bitkin haldeydiler. Faruk bir yandan sancıdan kıvranırken bir yandan da Hüseyin’e köye koşup birilerine haber vermesi için bağırıyordu. Hüseyin bir şeyler söyleyecekti, söylemedi. Gözünü çivi gibi yerdeki yeşil kavanoza dikti bir süre. Cumali ne yapacağını bilemeyerek kollarının üzerinde doğrularak eve doğru yürümeye çalıştı olmadı. Sendeleyip düştü. İkisi de dayanılmaz bir karın ağrısıyla oldukları yerde kıvranıyordu. Hüseyin’in kulaklarında boşluğa takılmış cılız sesler, sonu getirilemeyen cümleler, inlemeler… İki kardeşin de beti benzi uçmuş, kül gibi olmuştu yüzleri. Biraz sonra sesleri solukları kesildi. Yığılıp kaldılar yere. Az sonra Faruk’un küçülen gözleri minik bir noktaya dönüştü. Hüseyin’e bakakaldı.

Hüseyin, ikisine bakıp ağır ağır kaşıdı burnunu.  Şişe içinde ırmağa atılmış bir mektup gibiydiler. Tam bu sırada yağmur hışırdamaya başladı. Birkaç dakika içinde hızlandı, pek duracağa benzemiyordu. Sonra bir sağanak geldi. Gökten sel nasıl inerse öyle indi. Tepesindeki bir dala siyah bir kuş tünemiş, çirkin bir sesle ötüp duruyordu. Ürktü bir an. Sonra sırtını dikleştirip biçimsizce gülümseyerek arkasını döndü. Çalılıkların arasından ayak bileklerine kadar cıvık çamura bata çıka eve doğru yürümeye başladı.

 

 

 

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 690 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI