MEVSİM SONBAHAR…

Sıcak geçen yaz günlerinin ardından sonbahardan gün aldık çok şükür. Şu yazının kaleme döküldüğü sıralarda bulutlar, masmavi gökyüzü kül rengi bir atlas gibi kapamış ve yer yüzüne çarpan yıldırımların insanı ürperten homurtusu kulakları tırmalamaya başlamıştı çoktan.   Sonbahar…   Adı çıkmış dokuza inmez sekize bu mevsimin… Yok hüzün mevsimiymiş, yok ayrılık, yok ölüm, yalnızlık duyguları […]

A+
A-

Sıcak geçen yaz günlerinin ardından sonbahardan gün aldık çok şükür. Şu yazının kaleme döküldüğü sıralarda bulutlar, masmavi gökyüzü kül rengi bir atlas gibi kapamış ve yer yüzüne çarpan yıldırımların insanı ürperten homurtusu kulakları tırmalamaya başlamıştı çoktan.

 

Sonbahar…

 

Adı çıkmış dokuza inmez sekize bu mevsimin…

Yok hüzün mevsimiymiş, yok ayrılık, yok ölüm, yalnızlık duyguları saçıyormuş ortalığa bozuk para dağıtır gibi…

Yalan külliyen yalan..

Eskiden beridir içimiz kararmış bizim de; çatacak yer arıyoruz…

Sonbahar mevsimlerin en fukarası ya hırsımızı ondan çıkarıyoruz…

 

Oysa ne güzel nimetleri vardır sonbaharın…

 

Bizim çocukluğumuzda sonbaharın köy yerindeki renk, ışık  ve gölge oyunları gelir birden aklıma.

 

Şıp şıp damlayan yağmur damlalarıyla ıslanan toprak kokusu mesela…

 

Yağmur her yağdığında yoklardık etrafı, nadir de olsa yakalayabilmek için toprak kokusunu. Hem geçmişe yolculuk yapmak çok güzel olurdu, hem de kim bilir, bakarsınız bir 30-35 yıl sonra da şimdileri anmak için lâzım olacağını düşlerdik.

 

Sonracığıma sonbahar yelinin savurduğu sarısı kırmızısına tutkun, kırmızısı turuncusuna sevdalı yaprakların renkten renge boyadığı arsanın üzerine uzanır da, çığlık çığlığa geçip giden göçmen kuşların şarkılarını dinlerdik. Ellerimizi ensemize yastık yapar, üzerimizdeki maviliğin koyulaştıkça yüzümüze düşen yekpare serinliğini çekerdik içimize.

 

Yaprakları düşmüş ağaçların dalların arasından gri renkli bulutları perdeyi aralarcasına aralayan güneşin nohut kadar doğumunu izlerdik.

 

 

 

Bizim gibi köy hayatının mayasıyla yoğrulanlar elbet bilirler; ne güzel olurdu kış aylarında kahvaltılarımızı tatlandıran reçellerin, tadı damağımızda kalan konservelerin, salçaların hazırlanışı…

 

Bulutlara baktıkça dünyanın en güzel filmlerini izliyormuş hissine kapılırdık. Ne kadar saçma, ne kadar komik ve ne kadar yalancı gelse de bizi gerçeğin alacakaranlığından koparır, hayatın kurgusu içinde masumiyetin yelkenlisine bindirerek umudun denizlerine doğru yolculuğa çıkarırdı.

 

Ekseriyet, ölüm, ayrılık, kavuşma, acizlik gibi duygular üzerinden insanın ruhuyla kurduğu subjektif ilişkiyle bir bakıma yaşamın anlamını sorgulama mevsimi olarak değerlendirilen sonbahar, çokçası insanın özüne yönelik ontolojik çözümlemelere kapı aralardı.

 

Şıp şıp damlayan yağmur damlalarıyla ıslanan toprağın o keskin kokusu bağrı yanık türkülere karışırdı.

 

O türküler ki;  birileri çıkardı da yanık yanık “ben ‘melamet hırkasını, kendim geydim eynime” diye çığırırdı hüzünlerini taşa çalarak.

 

Bizim gibi köy hayatının mayasıyla yoğrulanlar elbet bilirler, soğuk kış günlerinde kahvaltı sofralarımızı tatlandıran reçellerin, tadı damağımızda kalan konservelerin, salçalarının hazırlanışının zahmetli ve bir o kadar da keyifli yolculuğunu…

 

Evlerin bacalarından tüten dumanların kül rengi bulutlara karışarak öyle şiirsel fotoğraflar sunardı ki, nice şairler mısralarını sonbaharın renkleriyle süslemişlerdir…

 

Çiçekli badem ağaçlarını unut.

 

Değmez,

 

Bu bahiste

 

Geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.

 

Islak saçlarını güneşte kurut

 

Olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın

 

Nemli, ağır kızıltılar…

 

Sevgilim, sevgilim,

 

Mevsim

 

Sonbahar…

 

der Nazım Hikmet…

 

Durgun havuzları işlesin bırak

 

Yaprakların güneş ve ölüm rengi,

 

Sen kalbini dinle, ufkuna bak.

 

Düşünme mevsimi inleten rengi

 

Elemdir mest etsin ruhunu

 

Eser rüzgarların durgun ahengi.

 

Yan yana sessizce mevsimle keder

 

Hicrana aldanmış kalbimde gezin

 

Esen rüzgarlara sen kendini ver.

 

diye yad eder Ahmet Hamdi Tanpınar…

 

Bir de bu şair ruhlu mevsime özel; bahçelerimize, balkonlarımıza renk cümbüşüne çeviren çiçekleri vardı ki demeyin gitsin…

 

Şurada birkaç tane ismiyle müstesna birkaç çiçek ismi yazıverelim de bakarsınız lafımıza değer biçen çıkar da alan olur, eh iyi de olur…

 

Güneş şapkası, abelya, kasımpatı, kuduz otu, saraypatı, bahçe menekşesi…

 

 

Velhasıl-ı Kelam;

 

Zamanın gri gölgeler halinde ruhlarımızdan döküldüğü şu güzelim sonbahar günlerinde hüznü zevke dönüştüren bir geleneğin temsiliyle, kısalan günler, sararan yapraklar, yağan yağmurlar ve efil efil esen rüzgarların müjdelediği o sanatsal hüznü bir kez daha yorgun ruhlarımızda taşıyoruz…

 

Kimimiz gelip geçen ömrümüze yanarken, kimimiz sevgiliyle geçen güzel yaz günlerinin özlemini duyuyoruz…

 

İnsan böylesi bir yaşam döngüsünün içerisinde ayakta kalabilmek için hayal etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyor… Şöyle neşesiyle, sıhhatiyle güzel günlerin hayali..

 

Ve bu hayalin saltanatıyla bir kez daha Hoş Geldin Sonbahar diyorum…

 

BİR DİRHEM BİR FIKRA

 

Meslek Sırrı

 

Yargıç, hırsıza şöyle sorar:

 

“Şöyle bakalım, soyduğun dükkana nasıl girdin?”

 

Hırsız, biraz düşündükten sonra soruyu şöyle yanıtlar:

 

“Efendim, biz buraya yargılanmaya mı, yoksa meslek sırrı vermeye mi geldik .”

 

BİR YAZAR BİR SÖZ

 

“Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur” Ahmet Hamdi Tanpınar

 

TARİHTEN BİR NOT:

 

Sasani hükümdarlarından Ardşir Babegân doktoruna, “Bir günde ne kadar yemek yemeli?” diye sormuş. Doktoru: “Üç yüz gram kadar yeter”, demiş.

 

Bunu az bulan Babegân, “Bu kadarcık şey insana ne kuvvet verir ki? diye sormuş doktora. Doktor şu karşılığı vermiş: “Bu kadarı seni taşır. Bundan fazla olursa sen onu taşırsın.”

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir