Mustafa Muharrem Yazdı: Sabitle Değişkenin Yasak Aşkı
Yaşadığımız ülkenin insan yapısı, pek öyle homojen değil. Belki imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan bir çeşitlilik, hatta, yeri geldiğinde...
Bugünün balkonundan uzandığımız geçmiş, bize kendisinin nerelerini teslim edecek; hangi sırlarını, hangi çetrefil bölgelerini…
Mustafa Muharrem / Şair-Yazar
Bugünün balkonundan uzandığımız geçmiş, bize kendisinin nerelerini teslim edecek; hangi sırlarını, hangi çetrefil bölgelerini bizden kıskanıp hangi tarafı saklamayacak, bunun cevabı bizdedir: Didiklediğimiz yerden ne avuçlamayı düşünüyorsak, ona göre sürdüreceğiz kazıyı. Ne duymak istiyorsak, yaşanmışa o repliği yazacağız ve hangi kostümü giyerek söylemesi gerektiğini de öğreteceğiz ayrıca.
Hayli zalim bir metod bu, doğru. Ömrünü tüketmiş olanın, hayattakinin hakimiyetine boyun eğmek ya da eğmemek cinsinden muhtemel tepkisi, en fazla yaşanılana hizmet sunabilir, değil mi ? Bugün, yani, şimdinin o muhkem cismaniyeti, inşa edilmiş geçmişe tafralanabilir de, aman dileyerek sığınılabilir de. Kronolojide geride kalan, şimdinin yargıçlığı karşısında, korunumsuz bir eskimişliktir çünkü ve bu nedenle, savunma hakkından de facto yoksundur . Çünkü eski, yeninin imalatına tabi olmak dışında bir gramere giremez artık.
Bugüne erişilmişlik, düne rağmen tırmanılmış bir burç, ele geçirilmiş bir mülk, hatta bir köle olduğu için, eskiyi dilediği biçimlemenin, hatta içeriğini değiştirmenin itaatine dönüştürüverir. Tarihi yorumlamak, bir bakıma yaşananların bizim disiplinimiz doğrultusunda arzumuza uygun müziği çalacak orkestra üyeleri olmalarını sağlamak eğitimidir.
Tahliline başlanmış bir tarih, genel ya da özel, bizim tasarlama stilimize, bize ait bir reyon olmak üzere malzemeleşmiş düzenlemeler serisi demektir .
Hiç de çekinmeyiz geçmişi kurcalarken, yani kurarken. Anlamlandırmalarımızın teyidi, spekülatif bakışımızın inebildiği diplerden gelecektir çünkü. Geçmiş karşısındaki buyurganlığımızın gücüne, bu yüzden güveniriz. Kullanacağımız bilgileri istiflerken, fiksiyonumuzun gereklerine göre bir diziliş, bir serim üretiriz. İşlevlendirmemizin patenti, hedefimizdir. Varmayı amaçladığımız sonucun emrine direnmeyecek bilgiler seçer, sonra bunları kanı skalasına ekler, oradan da tasarımımızı kitleselliğe kaynatarak geçerleştiririz.
Bu oyundan ne edebiyat kurtarabilir yakasını, ne sanatçılar. Bir devlet adamından, bir siyasi portreden bahis açılıyorsa, o biyografinin bize akraba olan ayrıntıları ile yaban noktaları, özenle ayırırız. Aynı tasnifi, düşünürlere ve sanatkârlara da uygularız. İttifak edilebilecek potansiyelleri zimmetimize geçirmek, yüz ölçümümüzü genişletmek; bir bakıma da, suç ortaklığımızı büyüterek meşruiyetimizi demokratikleştirmek kurnazlığına düşeriz hemen. Soydaşlık her durumda bir akord ortaklığı teminatıdır. Bu, şairlerin ve yazarların takipçileri arasında da yaygın bir zamktır.
Her okuyucu, kendi kafa konforunu gözeten şair ve yazarın peşinde koşar. Kendisini çoğaltacak metinler kimin kaleminden şırıldıyorsa, kelime piramidinin tabanındaki okur, o telif sahibinin ırmağı boyunca gezinir. Bir tür piknik alışkanlığıdır bu aslında. Dilden, aktüel olandan, realiteden sık sık kaçıp ruh dinlendirilecek filolojik bir mesire arayışı başka nasıl doyurulabilir ki?
Zaaflarımız ve imkânlarımız, yöneldiğimiz metinlerin, referans aldığımız estetiğin, tonajını kaldırabileceğimiz dilselliğin kevgiridir. Gücümüzün yettiği şairleri, aklımızın ve duyarlığımızın çeperlerine saygı kusuru işlemeyen yazarları severiz. İdolleştiririz de kendi zihin evrenimizde.
Şairleri ve yazarları kesiştirmeye çalıştığımızda, anlama/kavrama bahanesiyle aslında beklentilerimizle elimizdekileri kapıştırır, aradan bir kümenin inadımız lehine gâlip gelmesini isteriz. Oysa eser verenler bizim iskambil destemiz değildir.
Tokuşma dürtümüzün materyali, düşünce ve edebiyat dünyasının önem kazanmış kişiliklerinden devşirildikçe şairlerin ya da yazarların arkasına saklanarak açtığımız ateş, alçakça ve haincedir.
Oysa metinler, bizim attığımız çelme olmaktan, tokat gibi patlamaktan çok daha fazla işleve sahip verimlerdir ve ne hiddetimizin kuryeleridirler; ne tezlerimizin kemendleri.
Beş Şehir’de Bursa üzerinden bir “ikinci zaman” koridoru açarak bizi anakronizme yuvarlayan Tanpınar, bir teselli teorisi kurmaktan ötesini mi hedeflemiştir acaba ? Mütereddit ve tedirgin bir elçilik yöntemiyle yetinmek midir bu yoksa?
Hiç kuşkusuz ulusal-toplumsal çapta modernlik sorunsalını “şehir” üzerinden karşılamak daha somut, daha indirgemeci ve daha işlevseldir. Somut, çünkü hiçbir ideolojik tavır asla şımartılmıyor, asla çağrılmıyor. İndirgemeci, çünkü sadece dekor ögeleri konuşularak tehlikeli sulara balıklama dalınmıyor. İşlevsel, çünkü “şehir” detayları, tesir gramajı yüksek ve aktarımı kolay öykülerle dolu.
Bir kırılma arkeolojisini yapmak, riski hayli yüksek bir tercih olacağı için ya çatışmacı yaklaşımın isteklerine göre yönelecektir bedelini üstlenme pahasına ; ya da, yenilgi sonrasını umursamayarak bir vuruşma adına bütün takdim potansiyelinin iptaline boyun eğecektir. Bütün estetliğine ve entelektüel birikimine rağmen bizim Batı ile geliştirdiğimiz eksi veya artı temâsın ontolojik-epistemik- etik sökümüne girmek, müstakil ve bir o kadar mufassal bir model inşası sorumluluğu yanında zorunluluğunu da kaçınılmaz kılar ki, bu yük Tanpınar ‘a geçimsizliğin dibini boylamaktan başka bir şey vaad edebilir miydi?
Seçilen duruş kipi kendi ahlakî ve felsefî denetimine içtenlikle açıksa, kapışmanın meşruiyetinden dem vurulabilir. Yoksa anlamsallıktan ve herhangi bir saldırıyı ya da sataşma algısını cevaplamaktan uzak, içeriğine de biçemine de titizlenilmemiş kaba bir meydan okuma, abartılmış bir blöf örgütlemesi hâlinde istasyonu belirsiz bir macera düğümünü atıverir . Tanpınar bireysel planda sükût ihanetine uğramıştır fakat yaşadığı konjonktürde, bu sessizliğe diri diri gömülerek ölüme terkedilirken tek başına mıdır ? Hayır : Batılaşmanın tescilli resmiyetini sağlayan cumhuriyet perspektifi, geçmişin kültürel verimlerinden merhametini esirgeyerek mimarîden müziğe, tarihten tasavvuf öğretisine, bütün şubeleriyle kadîm paradigmayı göz kırpmadan tepelerken Tanpınar gibi bir dikkat, bu salgından, bu müesses imhâdan kurtulabilir miydi ? Ayrıca, çatışmayı sürdürebilecek zihinsel, ruhsal ve izler-çevresel lojistiğe sahip miydi ?
Yapıtları bağlamına kapatıldığında konvansiyonel kalmayı, terbiyesini pörsütmeden gözettiği görülür Tanpınar’ın. Eskiye hücumdan kendisine fon devşirmek yerine geçmişi eşit koşullarda bugüne dinletmek : Red ve inkâr cephesinin yaylım ateşi başka türlü geçiştirilemez elbet . Ülkesel bir gerçekliktir bu. Tarihe ödetilecek vebale kilitlenilerek teşkilatlandırılmış bir heyecan, modernizmin tahliliyle, demokrasi idealinin şeceresiyle, uygarlıklar arası temellendirmelerle vakit tüketmeye sabır gösterebilir miydi hiç? Batı düşüncesi, bizle uyum filtresinden geçirilecek bir öneriler sepetinden çok, akışına intikalin gecikmesi durumunda tarih kulvarından silineceğimiz bir geçerlik serisidir. Çağın kurucu öznesi konumunu alabilme için, günün nesnesi olan geçmişten silkelenmenin, temizlenmenin garantisi sayılan bu ilerlemeci disiplin dışında bir yol izlenemez artık. Osmanlı’nın tasfiyesi, Batı değerlerinin zaferidir ve yeniden pençelenme korkusu içinde yaşamak yerine, saf değiştirerek egemen paradigmayla yan yana bir gelecek tasarımının peşine takılmak, daha rasyonel bir seçimdir. Zımnî bir uzlaşma, kendimizi Batı ile ölçümlemenin, modernizm testinden geçirmenin imkânlarını, hatta, fırsatlarını fısıldar kolektif kulağa.
Aidiyetini taşımadığımız bu okuma bizi objeleştirirken bir taraftan yeni bir kestirimde, fiktif bir hedefte bütünleştirebilir de. Dün ile bugün arasındaki gerilimden, ayıklanmış bir tarih kazanılabilir; böylelikle, geriye doğru bir iyiler-kötüler cetvelinin netliğine güvenilebilir. Bu retrospektif, tümel boyutta bir yanlışlama ipoteğini kaldıracaktır üzerimizden . ‘Güzel’, anakroniklikten öğrenilecek manevra kabiliyetiyle takvimin sınırlarını ‘yeni’ aleyhine daraltırken ‘eski’ lehine genişletecektir .
Tanpınar Beş Şehir’de ‘Bursa’yı işlerken idrâki paralelleştirir. “ İkinci zaman”ın seyri, bir bakıma yaşanılanın diğer oylumunu verileştirmek, hatta, ilkeleştirmektir. Bu ikiz bilinç midir, iki gerçeklilik midir, kendi kuşağının doğal çelişkisi midir Tanpınar için; bu tanımlara çivilemekten daha üstte, daha rafine biçimde, realiteyi başka ve bitmiş bir ‘zaman’ın onayına sunarak geçmişi referans mercii olarak işaretlemek midir? Fakat bu estetize edilen geçmiş, ontolojik ve epistemik menşeinden emanet alınmayıp kök normlarından koparılarak sosyo-politik muafiyete dahil edilmiştir biraz kurnazca, biraz entelektüel sütreler gerisinde.
Geçmiş, bir avuntu sinemasına dönüştürülme yeteneği sayesinde arketip parçalarını perdeye yansıtabildiği kadar serbest dolaşabilmiş, ilgiler koleksiyonunda ziyaretçi bekleyebilmiştir.
Eylem bildiricilik iddiasını geri çekerek betimsel bir rezerv zenginliğini sergilemekle yetinilmesi koşulu, ‘ikinci zaman’ın adına yürütülmüş bir pazarlıksa, Tanpınar’ın bu aşamada araya girmesinin sıhhati, elbette irdelenebilir. Zaten Tanpınar da geçmişin spikeri bilinmek, geçmişle sermayelenmek derdinde değildir. Tarihin tasviriyle bugüne matuf bir eleştiri üretmekten medet ummaz Tanpınar. Mekânlardan, müzikal modlardan, mistik çehrelerden ve yarı mitik karakterlerden kendi yorumuna destek bulur. Yahya Kemal’in şiir dünyasına soydaş bir rikkat geçmişi canlandırırken bire bir kopyalamayı değil, ana çerçevenin ruhaniyetiyle bugün arasında irtibatı önerecektir sadece.
Çatışmacı yaklaşımı fiilen benimsemeyen Tanpınar, tazelenmiş belleği yıpratacak konjonktür karşısı da çare üretmekten kaçınır. Teşhise de mesafelidir, tedaviye de. Anıları kıvılcımlandırmaktır O’nun işi: Bu şairâne tutumun merceği geçmişte ve geçmişi cisimleştiren şehirlerde gezdirilecekse, dümeni entelektüelizme sığınmış bir akademik soğukkanlılık tutmalıdır hep.
Epik tehdite bel bağlamazken lirik teklifler götürerek modernist uygulamaların kendilerine farklı bir açıdan bakabilmeleri ihtimâlini ıskalamamaya çalışır. Bir estetin tereddütleri içinde mütecessis ve tenha, geçmişi içselleştirerek kazar kendi esenlik patikasını. Paralel bir yaşantıdan, paralel bir zamandan kıyıya vuranları hayata iade için çırpınırken, betimlemesine giriştiği hassasiyet kodlarını yüceltir aslında.
Tanpınar bu teşebbüsünde bugün lehine düne yanaşmadığı gibi, geçmişin siperine yatarak yaşananlara da saldırılar düzenlemez. Eski ruhu yeniye aktaran bir çevirmendir adeta. Simultane bir tercüme görevinden çok, içerikler arası bir denkleştirme arayışıdır O’nun -yazı(n)sal çabası.
İlk etapta bu çaba, -dengeyi bozmamak uğruna- suya sabuna dokunmadan yazarlığını yaşarlığına yedirmek olarak düşünülebilir. Oysa O, dikey tarihin yatay mekândaki yankısını algılarımıza döşemekte; zamansal ile evrenselin ilişki dili ve ilişki stilini bu dekor ile sunmaktadır. İnsan merkezli bir yaklaşımdır bu; bir redler-kabûller listesiyle yüzleştirerek duyuşlarımızı ve davranış kalıplarımızı hesaba çekmediği gibi, değişimi de yargılamaz.
“Parçalanmaz bir ânın yekpare akışı”na inanıldığında, bir çok soru(n) ortadan kalkar. Siyasal anlamda devlet aygıtı ve cumhuriyet, Osmanlı’nın devamıdır sözgelimi. Ayın karanlık yüzü ile birlikte alınması gerektiğine çevrilen dikkat, yarı sûfîce yarı Hegelyen bir süzgeçten , her şeyin kabuklarını yırta yırta, yeni maskeler deneye deneye kesintisizleştiği fikrine uzanacaktır son kertede .
Öyleyse, varlık-bilgi-değer alanını belirleyen ana ilke, norm koyucu ruh olmak imtiyazını kaybetmediği müddetçe, değişimin yansımalarına etkin ya da edilgin katkı, çok sıradan ve çok doğaldır. Sindirim sıkıntısına düşüldüğünde ise “ikinci zaman”a iltica, bizi paralel bir gerçekliğe, hem de mistik ve estetik emniyet nedeniyle devredecektir. Gün, saat ve mevsim bir ân bloku olarak çağrışım katmanlarımızı delip fışkırdığı vakit, şeyler de kişiler de durumlar da fonetik bir oyun halini alır.
Sesteşlik, dilsel yansıması bir yana, bir mevcudiyeti eski ve yeni veçheleriyle özdeşleştirme hilesine sapıverir. Sözgelimi, ‘Beş Şehir’den biri olan ‘Bursa’, Orhangazi ile yaşıt, fakat cumhuriyet kadar da gençtir. Çağdaşlaşma projesinin niteliklerini sakatlayarak zayiat verdirdiği, hatta telefine yol açtığı Bursa’yı mesela ‘Geyikli Baba’ ile arınık bir kıvama getirebiliriz. Bu aktif bir içe dönüş olacağı kadar, gerçeklik ile ‘doğru’nun bir birleri karşısındaki direnişini süreğenleştirecektir.
Kronoloji ‘Bursa’ ile sesteş bir ‘Bursa’ imâl etse bile, geçmiş paralel bir hayat olarak gövdemizin zamanından sıyrılmamız için yardıma gelecektir. Başa çıkılamayan realiteyle tokuşmak mı; zihinsel sıçrama metodu ve gerçekliğin şifresini kırma bahanesiyle eski ile yeni arasındaki müşterek kodları eşelemek mi? Ayrıca, düello için sunulan bu tabancalardan hangisinin boş, hangisinin dolu olduğu muhteşem bir çelişkiyse, niye bu vuruşma oyunundan zafer bekliyoruz?