02-09-2024 10:16:20

Mustafa Muharrem Yazdı: Çınlayan Müze Kandırmanın Diyalektiği

Dikkatimizi vakit ayırmaya değer bulup bize karşı konukseverliğini sergileyecek midir bu çöküş şiiri, isabetli bir tahmin yürütmek zor. Ama son yüzyıl Türk şiirine girmek niyetindeysek, inkıraz kapısı önünde beklemek durumundayız.
Mustafa Muharrem Yazdı: Çınlayan Müze Kandırmanın Diyalektiği

 

*Mustafa Muharrem

 

Dikkatimizi vakit ayırmaya değer bulup bize karşı konukseverliğini sergileyecek midir bu çöküş şiiri, isabetli bir tahmin yürütmek zor. Ama son yüzyıl Türk şiirine girmek niyetindeysek, inkıraz kapısı önünde beklemek durumundayız. Bu ziyaret ve kabul ilişkisinde eşikten geçtiğimiz an, bir yıldızlar karmasına, daha doğrusu bir final şuarasına konuk alınmış veya gücendiklerimiz, hatta küstüklerimiz varsa aralarında- çatmış olacağız. Bugünün balkonundan uzandığımız yakın geçmiş, bize kendisinin nerelerini teslim edecek; hangi gizemlerini, hangi çetrefil bölgelerini bizden kıskanıp hangi tarafı gizlemeyecek, bunun cevabı bizde: Didiklediğimiz yerden ne avuçlamayı düşünüyorsak, ona göre sürdüreceğiz kazıyı. Ne duymak istiyorsak, yaşanmışa o repliği yazacağız ve hangi kostümü giyerek söylemesi gerektiğini öğreteceğiz.    

             

Hayli zalim bir metod bu, doğru. Ömrünü tüketmiş olanın, hayattakinin hakimiyetine boyun eğmek ya da eğmemek gibi muhtemel tepkisinden medet umulabilir mi? Bugün, inşa edilmiş geçmişe tafralanabilir de, aman dileyerek sığınılabilir de. Kronolojide geride kalan, şimdinin yargıçlığından kolay korunamaz. Çünkü eski, yeninin bir mamülü artık. Bugüne erişilmişlik, düne rağmen tırmanılmış bir burç, ele geçirilmiş bir mülk, hatta bir köle olduğu için eskiyi dilediği biçimlemenin, hatta içeriğini değiştirmenin itaatine dönüştürüverir. Tarihi yorumlamak, bir bakıma yaşananların bizim disiplinimiz doğrultusunda arzumuza uygun müziği çalacak orkestra üyeleri olmalarını sağlamak eğitimidir. Tahliline başlanmış bir tarih, genel ya da özel, bize, bizim tasarlama stilimize ait bir reyon olmak üzere malzemeleşmiş düzenlemeler serisi demektir.

 

Hiç de çekinmeyiz geçmişi kurarken. Anlamlandırmalarımızın teyidi, spekülatif bakışımızın inebildiği diplerden gelecektir çünkü. Geçmiş karşısındaki buyurganlığımızın gücüne, bu yüzden güveniriz. Kullanacağımız bilgileri istiflerken, fiksiyonumuzun gereklerine göre bir diziliş, bir serim üretiriz. İşlevlendirmemizin patenti, hedefimizdir. Varmayı amaçladığımız sonucun emrine direnmeyecek bilgiler seçer, sonra bunları kanı skalasına ekler, oradan da tasarımımızı kitleselliğe kaynatarak geçerleştiririz.

 

Bu oyundan ne edebiyat kurtarabilir yakasını, ne sanatçılar. Bir devlet adamından, bir siyasi portreden bahis açılıyorsa, biyografinin bize akraba olan ayrıntıları ile yaban noktaları, özenle ayırırız. Aynı tasnifi, düşünürlere ve sanatkârlara da uygularız. İttifak edilebilecek potansiyelleri zimmetimize geçirmek, yüzölçümümüzü genişletmek; bir bakıma da, suç ortaklığımızı büyüterek meşruiyetimizi demokratikleştirmek kurnazlığına düşeriz hemen. Soydaşlık her durumda bir akord ortaklığı teminatıdır. Bu, şairlerin ve yazarların takipçileri arasında da yaygın bir zamktır.

 

Her okuyucu, kendi kafa konforunu gözeten şair ve yazarın peşinde koşar. Kendisini çoğaltacak metinler kimin kaleminden şırıldıyorsa, kelime piramidinin tabanındaki okur, o telif sahibinin ırmağı boyunca gezinir. Bir tür piknik alışkanlığıdır bu aslında. Dilden, aktüel olandan, realiteden sık sık kaçıp ruh dinlendirilecek filolojik bir mesire arayışı başka nasıl doyurulabilir ki? Zaaflarımız ve imkanlarımız, yöneldiğimiz metinlerin, referans aldığımız estetiğin, tonajını kaldırabileceğimiz dilselliğin kevgiridir. Gücümüzün yettiği şairleri, aklımızın ve duyarlığımızın çeperlerine saygı kusuru işlemeyen yazarları severiz. İdolleştiririz de kendi zihin evrenimizde.  

           

Şairleri ve yazarları kesiştirmeye çalıştığımızda, anlama/kavrama bahanesiyle aslında beklentilerimizle elimizdekileri kapıştırır, aradan bir kümenin inadımız lehine galip gelmesini isteriz. Oysa eser verenler bizim iskambil destemiz değildir ve kumar, entelektüelleştirilemez.

           

Tokuşma dürtümüzün materyali, düşünce ve edebiyat dünyasının önem kazanmış kişiliklerinden devşirildikçe şairlerin ya da yazarların arkasına saklanarak açtığımız ateş, alçakça ve haincedir. Oysa metinler, bizim attığımız çelme olmaktan, tokat gibi patlamaktan çok daha fazla verimlerdir ve ne hiddetimizin kuryeleridirler; ne tezlerimizin kemendleri.    

 

             

İki Yahya Kemal Ya da Frakla Girilen Şark Köşesi

                

           

Son yüzyıl şiirimize bakarken, tarihin bizdeki imzasına göre bir değerlendirmenin elçiliğine başvururuz. Olup bitenin doğası hakkında kapıldığımız heyecan ‘korku’ merkezliyse, dünün travmasının kılavuzluğuna inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur.   

            

Üzerimize çullanan negatifliğin hikâyesinden bir öfke palazlandırırız basit bir analojiyle: Yitirdiklerimizin öznesi, tarihin ta kendisidir. Öyleyse kayıplara yol açan geçmiş ortadan kaldırıldığında, eksilme de silinecektir. Bu durumda iki fiil kalır bize. Bir, kaybetme riskinden kurtulmak; iki, kaybetmemeyi vaad eden, hatta, garantileyen yeni bir tarihsellik oluşturmak. Eskiden silkelendiğimiz oranda, yeniden vize alabiliriz çünkü.

 

Yahya Kemal’in belki bariz farkı, bu denklemi İstanbul’a eşitleyen nitelikler hiyerarşisinde yatar. Şiirimizin milli vasfı, medeni vasıfla pekiştirilmelidir buna göre. Bu yaklaşımın soğukkanlılığı, bir çeşit hermeneutik damar içinde sentezci bir yordama yapışarak gelişebilmesidir. Şiirin koordinatları, dikey uçtaki Türkçe’nin ses terbiyesiyle, yatay uçtaki modern şiir fetihlerinin kesişmesinde gizlidir. Dikeyliğin aidiyetindeki başat öge, Türk şiirinin birikimine duyulan içten hürmetin ve sadakatin, Batı kazanımlarıyla dinamikleştirilmesi teklifidir de bu ayrıca.

 

Şiirde milli vasfın sınırlarını tayin eden, Yahya Kemal için hiç tartışmasız divan estetiğidir. İlk etapta, geleneğin yaşatılmasından yana bir tavır, hatta, bir ısrar gibi algılansa da Yahya Kemal’in önerisi eskinin taklidi pratiğini aşarak Türk şiirinin genetiğini, seste söker. Türk şiiri için sesin milliyeti, kesinkes divan şiiridir. Divan şiirine gönderme yapmayan bir ses öbeklemesi, vokabüler olarak Türkçe’yi kullansa da bu hisleşmeye ve dolayısıyla, zevkleşmeye yetmeyecektir. Çünkü şiirin şeceresi, kelime dağarında değil; ses disiplinindedir. Divan deneyimi, Türk şiirini oraliteden ve anonim söylemden alıp şehirlileştirerek yüksek kültürü var eden fikirler ile tahassüslerin eşlikçiliğine getirmiştir çünkü.   

           

Bu Yahya Kemal, Atina kültüne karşı Konstantinapolis’i İstanbul yapan kültüre yaslanmayı yeğlemişYahya Kemaldir. İstanbul milletine üyelik hakkı ve Üsküp faktörü nedeniyle periferiden merkeze tarih ihtarı çekerek müşterek hayat çimentosuyla varoluşsallığı kaynaştırıverir kolayca. İstanbul bir hayat santrali konumunda, Yahya Kemal’in boşlayamayacağı zorunlu bir fenomen ve Balkanlardan Kuzey Afrika’ya siyasal bir kaptan köşkünden çok kültürel bir modeldir. Tarihin eteğine yapışan, Özne-İstanbul bağlamında yaşantının edilgin yöresinde gezinmeyip ‘kurucu ilke’den aldığı ruhsatla, zamana söz geçirebilecektir. Tarihe yöneltilecek her itiraz ya da inkar, ‘orijin’ sorununu boşlukta bıraktığı gibi, köksüzleşmeyi öğretileştirecektir. Üsküp’ün tözü İstanbul ise, Balkanlar da tıpkı Anadolu gibi, Şam veya Kahire gibi İstanbul milletine bitişik bir ilinektir.                  

          

Jön-Türk hareketinden ve Servet-i Fünun romanlarından aparılmış bir güdüyle gittiği Paris’te, Albert Sorel rehberliğinde İstanbul’un idrakine varması, fundamental bir çevrimdir hem Yahya Kemal adına, hem edebiyatımız adına. Osmanlı dönemini estetize edilmiş bir atıf olarak bugüne aktarmak, Batı için ‘Antik Yunan’ güzellemesinin nezlesini çabuk atlatıp yerine kendini ikame etmek girişimi değil midir? Batı’nın antikite zemininde yükseltmeye çalıştığı gerçeklik insanın efendileştirilmesine kilitlenip yeryüzünü kuşatınca, bizim de bu genel akıntıdan muaf durmamız düşünülemezdi elbet. Modernlikle ya uyuşacak, ya da çatışacaktık. Modernliği aşmak ise, zihinsel bir projeksiyon , bir hayal olarak bile gündemde değildi.

          

Yahya Kemal’i yüzyıl başlarında efsaneleştiren, korodan kendi isteğiyle ayrılması ve bu çıkmayla birlikte unuttuklarımızı, mazi çöplüğüne fırlattıklarımızı tazelemesidir. Şairliğindense, şiirinin künyesine dair estirdiği poetik meltem sarmalamıştır bizi. Ancak bu, kahramanca değil estet ve entelektüel bir huruç halindedir.      

          

Dayanaklarının bizdenliği ve bu seçimin isabetliliği sayesinde ikonlaşır Yahya Kemal.  Şiirin ses ögesine sindirdiği milliyet, edebiyatımızın Batı normlarıyla hizalanma gayretine içeriden bir müdahaledir. Çünkü Yahya Kemal, Yunani meşrebe ve sembolizme vukufiyeti kadar, Osmanlı medeniyetinin inceliklerine de hakim bir rezerve ve bir ehliyete sahiptir. Hem hassasiyeti diyakroniktir Yahya Kemal’în hem nüfuz derinliği. İki zamanlılıktan iki gerçekli olmaya ve giderek şizofrenleşmeye teşne bir seyir mi bu; asla. Çünkü katmerli tarihsellikten özgün bir hat çizebilmiştir kadim olanın izni ve yeninin buna tabiyetiyle.

           

Bu başarıda esas pay, Batı efsununa karşı savunmacı bir tutum izlemek yerine, Osmanlı hayatını İstanbul özelinde referans olarak güncellemesidir. İnkırazın en yoğun deminde, deyim yerindeyse, eski güzelliklerin geçmişte olduğu gibi bugün de yaşanabileceğini söyler. Rafine bir itirazdır bu;  redlerini de kapsayan bir beyannamedir. Şüphesiz bu deklare, akide çarpıştırmak, yapay bir ideoloji gereksinimine kendinden çözüm üretmek düzeyinin çok üstünde, estetiğin ışığını konjonktür karanlığına tutmak eylemidir.

           

Yahya Kemal’in ihtişam arketipinden İstanbul tablosunun çekimine ve oradan da bir yaşantı betimlemesine sürüklediği rikkatler, bizlerde organik bir güzelliğin canlanmasıyla nefeslenir. Mimari, musıki ve şiir, bu estetiğin içimizdeki bedenleridir. Paris bizim için imrenilip kendimizden utanacağımız bayındır bir örnek değil; İstanbul’a karşı Batı’nın fiyakası ve kibridir.

           

Mimariye odaklanma, taşın geometriye hizmetini sağlayan poetik akıl ile randevulaşmadır Yahya Kemal’de ve bu yüzden musıki, bu ezgisel vuslatın hareketleridir. Poetik akıl, kendini hisleşmiş fikir ile fikirleşmiş hissin müzikal dengesinde gerçekleşir bu yüzden. Kadim medeniyetin paradigması toplumsal piramidin tepesinden halka, mimariyle ontolojik bir görkem, musıkiyle aşkınlığa ermiş patetik bir zevk ve şiirle dil ötesini yoklamış bir algı ritmi takdim etmektedir.

          

İkinci Yahya Kemal, bu çelişkiden doğar işte. Gelenek nakaratlaşmış bir atıflar dizisi olarak şimdinin denetime mi geçecektir; şimdiyle yakalanamayan ünsiyetin çekilmeye hazır tetiği mi olacaktır? Veya, geleneğin şablonuyla bugünü okumak, yaşanması idealleştirileni geçmişin ipoteğine terk etmeyecek midir?

          

Batı sanatının mimetik özü, gelenekçi vurguda geçmişin kopyalanması kılığına giriverir.

Bu geçmişi anlama çabası değil, geçmişin bütün ünitelerini zaman üstü olarak benimse(t)me yöntemidir. Bugünün sunduklarına karşı bizi uyuşturan bir tarih ibadetidir bu ve bütün tapınmalar gibi totaldir. Yaşanan kesitin perakende hataları, topyekün bir geçmiş zaman teslimiyetine evrilir resrotpektif bir hat üzerinden.

          

Yahya Kemal’in şiirinden konuşmak, şiirine subvansiyon hibe eden mazi-hal kompozisyonundaki maharetten konuşmaktan ibarettir. Burada bir şair mi vardır; şiiri  kolaj yüzeyi olarak kullanan bir plastik yetenek mi? İkinci Yahya Kemal, Baki’yle Nedim’in  1900’lü yıllara tercümesi midir? Sembolist mevzilerin sütre gerisinde divan estetiği mi siperdedir Yahya Kemal’de? Titizlenmenin nesnesi, halis şiir menzili midir; Verlaine’in ‘Aşıkane Ziyafetler’inden yansıyan resimselliğin aristokratik nüvesini Türkçe ile terkipleme cehdi midir?

          

Konvansiyonel bir tasarruf ahengiyle istiflenmiştir Yahya Kemal şiiri. Tümleşiklikler, imajların divan şiiri ile sembolist lezzetlerden gördüğü eğitimin parıltısıyla gülümsemektedir.

 

Kelimelerin öğretmenliği geleneğin; sınav jürisi ise Batı şiirinindir. Bir Türk destanı vücuda getirmek idealiyle kof epikliğin yamaçlarına yuvarlanmadığı gibi, manyetik alanına bir süre kapıldığı Servet-i Fünun önderlerinin, mesela Tevfik Fikret’in, Cenap Şehabettin’in duyuşsal yabancılığına kulaç atmaz. Yazarken, Türkçe kelimeleri Fransızca’nın söz dizim mantığına göre döşemez şiire.

           

Osmanlı tarihinin ve İstanbul’un dekoratif etkisinden aldığı kuvvete güvenir hep. Garip olan, bu kuvveti estetize edilmiş bir diriliş atağından esirgemesidir. Bu muhteşem ve pasif tezadın eseri ise, şiirin müzeleşmesidir. İkinci Yahya Kemal, şiiri bir müze haşyeti olarak teşhirde tutan şairdir. Mısralar, ağızdaki anne sütü doğallığında, bu müzedeki koleksiyonun dilleşmesidir adeta, daha ileride, tarihin işitilebilen, birlikte okunabilen bir şarkı konsantresi halinde köpürtülmesidir.

          

Rindane tavırdan olsa gerek, şiir tarih (ve insanı)  kuracak bir iddia koymaz ortaya. Kendince bir nesnellik midir bu Yahya Kemal’de,  bigane kalma bilinci mi;  ya da, estetik bir ürkekliğin içsel cetveli mi; kuşkuyu kamçılayan şair kavisleri bunların hepsi. Cevaplayabilmek için belki Yahya Kemal’in biyografisinin hakemliğine gitmeli: Peki, ya şairin yaşadıkları ile yazdıkları birbirini pek onamıyorsa; ya biyografiyle yapıt arasında fotoğrafın arabıyla yüzü arasındaki ilişkiden bir kırıntı bile bulunmuyorsa ne yapacağız? Şairi linç mi edeceğiz, eserini mi yakacağız? Empati yardımıyla, gediklere takılmayıp Yahya Kemal’i kendi koşullarının affına mı bırakacağız?                                    

           

Dilin medeniyet bağlamında sorgulanması ve şiiri ses milliyetiyle birlikte ele alırken Batı aromasına da şans tanıması, Yahya Kemal’in sınır çizgisidir şüphesiz. Bu çizginin rengi, varlık-bilgi-değer kodlarına mütecanis olma şevkinden gelmektedir. Lale Devri’ne dönüş derdinde değildir Yahya Kemal, asıl görev Lale Devri’ni üreten zevklerin referansını yeni döneme bir boy aynası olarak dikebilmek; bu aynanın tozlanmasını önlemektir O’nun için.    

                    

Suyun Ruhundan Kör Zaman: Ahmet Haşim

 

            

Yahya Kemal, tabiatı epikleştirip tarihi pastoralleştirirken Ahmet Haşim patetik tecride gömer kendini. Aralarında jenerasyon farkından çok bir ağabeylik-kardeşlik nüansından söz edilebilir belki. Fakat şu kesin: Şiirde yapı sorununa tarih borcu misyonuyla el atan Yahya Kemal’e karşı Ahmet Haşim’in duruşu, safiyetin ontolojisine doğrudur. Şiiri kavrayış biçiminde Haşim, özcü bir refleks gösterir ki, Dicle hinterlandından olsa gerek, somutta soyutun seyrine dalmayı (Fuzuli’den tevarüs eden) içlilikle yer yer simgeci, teknik olarak da izlenimci yöntemin korumasına verir.

            

Aruz virtüözü değildir elbet; bu vezni ortalama bir enstrümantistin düşebileceği sekmelerle malül olarak kullanır. Fakat şiirin musıkisinden taviz kopartılamaz Haşim’de. Kelime öbeklerinin oluşturduğu müzikalite, semantiğin iktidarını alaşağı eder. Anlam arkeolojisine meydan bırakmaktan kaçındığı için belki, musiki dili örtüvermiştir kat kat.

    

Zaman karşısında bütünüyle mutlakçı bir yaklaşım içindedir: Zamandan bir normatiflik yontmak değil; zamanın objelerdeki yankı aralıklarını algılayarak varlıkların diğer cephesini düşürmek ister.

        

 Zamanı olabildiğince nötr kalarak nesneleştirir Haşim ve bu işlemde, özne-şair objenin kişiliği, obje ise şairde mündemiç bir özneliğidir. Bu itina, şiire metinsel persona olarak katışmaktan ısrarla kaçan bir şair yapar Haşim’i. Belki agorafobisi ve asosyalliği, şiirine de yansımıştır ister istemez. Belki akşam vurgusu, aslında biten bir medeniyetin metaforik cismaniyetidir.

        

Ahmet Haşim majör şairlerimiz arasında, şiire önce şiir olmak ve sonra şiir kalmak borcundan başka bir sorumluluk yüklememenin ayrıksı hikâyesidir. Gerek biçtiği ontolojik kumaştan tasarladığı kelime kreasyonu, gerekse izlek belirlemedeki temel itki bakımından Yahya Kemal’in araçsallaştırdığı şiiri, O amaçlaştırmayı yeğlemiştir bütün tehlikesini bilerek. Bu nedenle sivil bir şiirdir Haşim’inki ve ne garip ki, kelime tercihlerinde baştan sona yerlidir. Ne dimağı kamaştıran egzotik bir tadı bağışlar bize, ne poetik fayda kaygısını; fakat, şiirinin telkinine yedirilmiş hükümler, biz duvarına toslamayı umursamadan tümelleşiverir.  Bu yüzden Yahya Kemal sermayeleştirilmeye elverişliyken, Ahmet Haşim, şiirinin yüksek hassasiyeti ve derin tedailerinden başka bir vaadi fısıldamaz. Matematiksizlik kabiliyeti, Haşim’in mısralarını durumlar üstü yaparak tarihsellikten azade kılmıştır çünkü.

          

Yahya Kemal şiirinin mevcudiyeti, her şeye rağmen çöküşün gramerine tabiyken Ahmet Haşim aidiyet travması tırnaklamaz şiiri. Ne patetikliğini yaşanan toplumsal süreçle süsleyip kalabalıklaştırır; ne tarihten medet bekler. Belki bu, Haşim aleyhine bir koz, hatta, bir yargılama gerekçesi olarak kullanılabilir. Evdeki yangını görmezden gelip satranca devam etmekle suçlanabilir de. Şiirinin hiçbir yerine tarih kıymığı batmamış bir şair için bunun yerinde ve insaflı bir değerlendirme sayılıp sayılmayacağını, edebiyat jandarmalığına sapmadan düşünmeli ayrıca. Ancak, şiire tarih bulaştırmamanın kıymetini de ıskalamamalı.

                 

*Şair-Yazar

                                                                              

 

 

   

  

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 265 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI