*Mustafa Muharrem
Sözlü kültürün çeperlerine yapışıp kalmaktan zevk alanların rahatı, yalnızca Türkiye'de tarih için tehlike saçmaz. Göçlerle birlikte Türk insanında katmanlaşan tenkil ve tehcir, kendi kültür bileşenlerinin hacmi kadar yer tutar. Çünkü bir coğrafya parçasından öbürüne tarih boyunca süren koşu, sadece iskân imkanlarında yeni seçenekler ve yeni açılımlar getirmedi; ortaklıkları yanında ayrılıkları da bulunan hayat stilleriyle harmanlanmayı, kendi davranış- duyuş-düşünüşleri ile kaynaşmaya göz kırpan değişik yaşantı kodlarıyla karşılıklı cilveleşmeyi, hatta birleşmeyi hazırladı. Orta Asya, İslam ve Bizans, Anadolu'ya yerleşen insanların değerler cetvelini, kabuller baremini birlikte belirledi. Temel paradigma kesin bir islam imzasını taşıdı. Kronolojik bir dizinle şaman, islam ve batı kompartımanlarına tarih bileti kestirerek binmiş ya da bindirilmiş insanların yol ve yön tayin talepleri, varlık haline ve ‘beka’ hayâline atılmış pas oldu hep. Varlık olgusallığı ile beka erişilmezliği arasındaki salıncakta bu ülke insanları, islam odaklı bir hayatı tesisteki duyarlıkları ve çabaları oranında yeryüzü tarihinin teveccühünü yaşadılar.
Bugün için Anadolu insanına uzun sürmüş rıza mühendislikleri sonucu benimsetilen istikamet, batı. Bu yöneliş ve yönlendirilişte Anadolu insanı mesken tuttuğu değerlerden kendi arzusu hilafına kovulmak, çıkarılmak istendi. Bu topraklarda yaşamak, Osmanlı'nın gerilemesinden itibaren göçe zorlanmayı kanıksamanın tarihine teslim olmakla anlamdaş kılındı. On dokuzuncu yüzyıl ortalarından beri tenkil ve tehcir Anadolu insanının künyesini silerek aslını unutturmuş, kendini iptal etmekten medet bulmuşken değişim fenomenini çok aşan bir düzenlemeyi gerçekleştirdi. Bir ruhtan ötekine fırlatılmanın ürettiği âna sürtünme ve âna düşme psikolojisi, iki kimlikli, iki gerçekli, iki zamanlı bir toplumsal portre üretti. İkamet değiştirme değil kendi ruhuna aldırmayarak varoluşundan hiç dönmemecesine ayrılmanın, kendine yabancı tanımlara denk düşecek bir hayatın devasa heykeli olmayı dinamizm sanmanın pozu böyle verildi, böyle çekildi.
Kurumların giderek işlevsizleşen fizikî ve fiilî cesameti, bir aksama işaretinden çok tarihle yoldaşlığı yavaş yavaş yitirmekti. Yeniden yapılanma ve onarım, tarihin ilk elde tahsil ettiği kaporalardı çünkü. Ordu, ekonomi, yönetim ve eğitim çağ ile barıştırılmazsa, ‘devlet-i ebed-müddet' yakalandığı krizden çıkamaz, dibe çakılmaktan kurtulamazdı.
Modernleşmenin iyi kalpli cadısı elinde sihirli bir değnekti sanki yenileşme. Sanki ordunun, maliyenin, idarenin ve eğitimin biçimsel değişimi, sorunların çözecekti. Eskimiş, eprimiş bir elbiseyi çıkarıp yerine yenisini giymek kadar basitti sanki her şey. Osmanlı önüne ıslahat ve tanzimatı ara istasyon olarak koymakla jakoben üsluba sahip evrimci bir çizgi tutturarak ömrünü uzatacağına inanıyordu. Bozulan dengeyi doğruların hakemliğine başvurarak düzeltmek yerine, farklı armonilere uyma telkinini sistemlice yaparak herkesi ayartan dönüşüm çöpçatanlarına sığınıyordu. Toplumu ve devleti tazelemek uğruna hem orduda hem de yönetsel örüntüde Batı esinli bir programa girerek, bir uygarlığı, bir uygarlığın yapılanış formlarını başkalaşıma yolcu ederek onarmak gibi, örtük bir baştan defetme hamlesine bel bağlamıştı. O güne değin hiç açılmamış farklı bir kuyudan çıkarılacak su, mevcut rejimin çatlayan dudaklarına iyi gelecekti sanki.
Cumhuriyet dönemi boyunca batılılaşmanın halka aşılanmasında kullanılan en etkin enjektör, ordu ve bürokrasidir. Aşı muhaliflerine anakronizm zerketmek yoluyla yani, aşı yemekten kaçınanlar hamili oldukları tarih dışılık nedeniyle siyasal ve kültürel karantinaya alınabilecekti. Muhafazakârlar düzenin sağlık merkezinde tecrid odasına böyle kapatıldı. Böylece verilenin tek seçenek olarak alımlanması, bir senet, ipotek kozu olan bir senet gibi muamele gördü. Muhafazakârlar bu ipoteği kamusal, siyasal ve kültürel nüfuzlarının resmi ideoloji tarafından haczedilmesiyle kaldırabildi üzerlerinden. Cumhuriyetle küsüşmenin gerekçesi, Müslümanlıktı. Osmanlı teceddüd şamrelini kavrayarak boğulmayı savuşturma paniği içinde tutarlı, doğru ve sağlam tavırlar sergilemekten muaf tuttu kendini. Bilim ve tekniğin, Batı kurumlarının gümrükten girmesiyle sorunları aşabileceği yönündeki yaygın kanı, katılımlarla gittikçe büyüyen devasa bir koro kurmuştu. Cumhuriyet Osmanlı teşhislerinin varisi olduğu için Türkiye insanını okuyamadı. Anadolu’yu egemenlerin diktesiyle yazılmış bir metin sandı. Örnek aldığı Batı'nın tarihini, felsefesini, edebiyatını, ekonomisini, ahlakını, inanışını hecelemeyi dünyayı anlamanın kasasını açabilecek yegâne şifre belledi. Devletin halkına karşı takındığı cehalet, aydının kendi rahmine ilgisiz ve nankör kalışının da teşkilatlanmasını yarattı. Tıpkı, ulemanın gerçeğe ve hikmete sağır durmasına benzer bir katılıktı bu tutum.
Ancak, her iki cephede de dikkate mucip bir müşterek var: Modernliğin şarii ve icracısı devlet, epik müjdeler organizasyonu olmak hedefine kilitlenirken beri yanda yerlilikle direnenler de geleneği epik nedenlerle hayatlarına kaptan seçmişti. Modernlik insan toplumlarının alternatifsiz cennetiydi devlet için. Batı, tarihin ahiretiydi. Bu vecd ile devlet çağı, bilimi, teknolojiyi, demokrasiyi, sekülerizmi, piyasa ekonomisini, refah toplumuna erişmek rüyasını kutsadı. Ülkeyi modernleşme sürecine kaydıranları mitolojik öğelerle bezeyerek yüceltti. Cumhuriyet, ideallerini ‘muasır medeniyet seviyesi' terkibiyle fosforladı. Batı'nın açmazlarını ayın karanlık yüzünde bıraktı sürekli olarak. Yirminci yüzyıl efsanesinde kahraman olmak için gereken, akılcı, laik bir kafa ile dine, mukaddese savaş açma cesareti sergilemekti. Modern, kahramandı, çünkü ilkelliği, eskiyi mağlup etmişti.
‘Cumhuriyet’ kelimesinin kamuflaj kabiliyeti, oligarşik ve despotik vasfı gizlemeye güç yetiremediği ortaya saçıldıkça, modern devlet bir marka imalatı olmaktan ibaret kaldı. l923'ten sonra devletin otantiğinden müstakil bir imaj arandı. Devlet ve organları altı ok imgesine sindirilmiş bir fiksiyona aitti çünkü. Hukuk, mevzuat, resmî işlemler, yasama, yargı ve yürütme meşin bir yuvarlaktı ama iç topu yoktu bunların. Her şey kelimeye indirgenmişti. Gündelik hayata ve hafızaya dadanmış bu nev-zuhur kelimelerin anlamı ile uygulamaları, çoğu defa biri birini yalanlıyordu. 'Millet' ve ' ulus’ imparatorluk çocuklarının emperyal birikimini kıstırıyor, kısıtlıyordu. 'Hukuk' denince halkın ekseriyeti ‘şeriat' anlıyordu. 'Demokrasi' hakkın yerine halkın ikamesini öncelediğinden Türkiye insanının köklerine mugayir bir ağacın meyvesiydi. 'Kapitalizm· sınıflaşmamış ve serveti ayıp telakki etmiş Anadolu sakini için bir iktisat lunaparkından farksızdı. 'Bilim' Tanrı'nın tecellilerine isyanın disipliniydi. 'Laiklik' dini bireysel bir arıtıcı cihaz haline getirerek dünyadan silmenin, toplumsal içeriğinden boşaltmanın yasal saygısızlığıydı.
Cumhuriyet, kurucu felsefesini amblemleştiren altı ilkesinin her birini, kendi siyasal sihirbazlığının âlet çantasında taşıdı. Sadece kelimeleşmenin düzeni işlevi gören organlarının jargonu ile bu remizleri çözebilmeyi dilsi bir teşekküle çevirdi. Teknik devlet olmayı koşullamasına rağmen bu tezini ispatlamaktansa sermaye gibi harcamayı tercihledi. Yoksa kitleleri yurttaşlaştırmak mümkün değildi. Kitlenin, kendine izletilen illüzyona kanması, yüklenen idealleri ambarına depolaması ve resmî söylemin halkalanması, devleti besledi, zindeleştirdi. Bu mizansenin tasarımcısı da, uygulayıcısı da devlet erkiydi. Çağdaş hukuk devleti etiketlemesiyle zihinleri efsunlarken egemen sistemin hayallerini mümkün tek gerçeklikmiş gibi yutturmayı büyük ölçüde başardı. Türkiye’de devlet ciddi kalp sektelerine maruz. Bütün iddiasına karşın halk modernleşirken devlet bu katedilmiş mesafenin gerisine düştü. Sivil toplumun oluşumuna cumhuriyet mayınları döşedi. Üniterlik inadıyla Güneydoğu'nun psikolojik boyutta kaybedilmesine izin verirken kendi insanını beyninde ur gibi gördü. Halkının değerlerini sakız niyetine çiğnedi ağzında. 'Yüksek menfaatler’ ve 'milli birlik' şantajlarıyla geçimini temine çalıştı Vaadlerini kendi sathını parıldatan cila olmaktan başka bir sahiciliğe dönüştüremedi. İnsanına asgari hak ve hizmetleri bile götürmekteki aczini, ajitatif bir belagat dolayımında kendi soyut varlığında kenetlenmeyi tesis yollarına ekleyiverdi.
Resmî ideolojinin çelişkilerinden kaynaklanan mağduriyetlere ilk tepki, sosyalistlerden geldi. CHP iktidarlarının primlerinden ve 61 anayasasının kazanımlarından yararlanan Türkiye sosyalistleri, devrime neredeyse teğet geçti. Düşünce ve sanat alanında derin izler bırakırken evrensel kültürün Türkiye'deki dikiz aynası olmak imkanını kimseyle paylaşmadı. Gerek çeviriler ve gerek teliflerle bibliyografisi çok geniş bir kütüphane oluşturan sol, kültürel iktidarını perçinlerken insan hakları savunuculuğunun tekelini de kurdu. Kültürel iktidar ile politik eylem iktidarını birbirine katık yaparken 12 Eylül darbesiyle, ardından da SSCB'nin dağılmasıyla kuram ve etkinlik bunalımının mengenelerine sıkıştı.
Solun paradoksu, Anadolu'da kendisine bir arka plan yamayabilme ihtirasıdır. Halk müziğini, pir ve abdal imajlarını, Osmanlı ile uyuşamamış aşiret veya tarikat büyüklerini bayraklaştırarak kolektif belleği kendi faaliyet nedeninin teyidine ve tasdikine çağırdı. Sözelliği yakasından silkemedi sonuçta. Yazı ile bütün teması, heyecanlarla düşünmesini ve refleks tavırların emrine girmesini engelleyemedi. Öldürülen elemanların kanlarının yerde kalmayacağını haykırırken bu itikad ile öç andı içtiğinin, yani feodalce bir kan davası mantığı güttüğünün itirafını da yapmış oluyordu. Müesses tahriş ve müesses tahrik hünerinin getirilerine duyduğu güven ve sadakat hiç sarsılmadı.
Sol reaksiyon dışında tarihsel meşruiyet illetinden ârî ve muhalefet hakkı olan bir kesim daha mevcuttu: Muhafazakâr kitle, müslümanlar. Ne var ki müslümanlar da epik bir gelenekçilik üstünde çömelmekten başka bir diklenme hamlesi geliştiremedi. Ana kaynakların yorumu ve konuşturulmasında yeni yaklaşımları kolay kolay kaale almamanın sıhhatine itimad etti. Sohbet ritüelini devamlı tazeleyerek sözelliği aşılmazlaştırdı. İlmî ehliyet ve irfanî otorite sorununa karşı ne bir norm üzerinden ne bir kriter mutabakatı düzleminde, hiçbir açıklığı çağırmayıp muhayyilenin kılavuzluğuna teslim oldu. Prensipte şiadaki gibi bir masumiyet kabulünü reddetmesine rağmen peşinden gittiği mürşidiyle ilişkisini dokunulmazlık, tartışılmazlık ve eleştirilmezlik komisyonculuğu eliyle sürdürdü. Külliyatlarıyla beslendiği alimleri, düşünürleri ve sanatçıları fikir derinlikleriyle değil, aksiyon cephesindeki yankılarıyla tanıdı, sevdi, önerdi. Ümmetin beyni olabilecek kişilerin sille ve tekme tesiri uyandırmasını bekledi. Bu hasretini, bu beklentisini cevaplamayan yargısız infazların uçurumuna yuvarladı. Menkıbe, gazavat, cenkname söylemine yapışarak sözelliğe, dolayısıyla epik gelenekçiliğe demirledi. Cemaatler ümmetin inisiyatif üniteleri değil, belli zümrelerin iktisadî faaliyet locaları oldu. Siyasal duruş ve devingenlikler, resmî ideolojiyle bazen körebe, bazen saklambaç oynadı; bazen tahtırevalliye bindi.
Türkiye'de egemen erkin aygıtı devlet, en az sol kadar epiktir. Bu epikliğin bir diğer çehresi muhafazakârlar, yani müslümanlardır. Devlet için cumhuriyetçi, sol için devrimci, müslümanlar için mukaddesçi bir tiradın dramatizasyonudur bu. Epiklik hayata mitolojik dokunmanın, eşyaya paganca bakmanın içkin dili olarak kabuğun öz, kurmacanın gerçeklik yerine geçmesi demektir. Epik gelenekçilik sahiyi görüntünün mahzenine kapatarak nefessizliğe gömer acımasızca.
Epik gelenekçi tavır, sözelliğin hüküm sürdüğü bir hayatı mayalar. Bu noktada Türkiye için sözellik ve göç tarih kökenli topal bahanelerin de yegane bastonu. Kültürler, kimlikler arası geçişler cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan ulus-devlet projesinin övünç gerekçelerinden birini, resmîleştirir de: Anadolu'nun bir uygarlıklar yumağı, yatağı olmasından palazlandırılan yapay kıvanç! Cumhuriyet kendi kutsallarını üretirken Anadolu'yu kültürlerin kesişim alanı tanımlamasının içeriğine yaraşır bir sosyal inşa romantizmine kapattı.
Bu yolda kendi hedeflerini tarihsel art süremin bir aşaması olarak açıklamakla geçmişin tasdiğine duyulan meşruiyet ihtiyacını gidermeyi dener. Resmî ideoloji düşünsel karmaşıklığı ve tutarsızlığı mozaik tekniğiyle güzelleştirir ve bu estetize işlemden deva bulur. Cumhuriyet aydını devraldığı Anadolu'yu otantik haliyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaz; rejimin dayatmalarını tarihsel süreç şemalarına yedirerek bir eczacı gibi telkin ile kabulün anestezik ortamında güçlü müsekkinlere çevirmek ister. Rejimin bizzat kendisi meşruiyet sorununu tarihsel bütünlük algısına, devlette devamlılık esasına yaslanarak ortadan kaldırmak ister. Güvenlik apolojisini mitolojik özürlerle, mitolojik öykülerle bezer.
Devlet her an yıkılma-bölünme tehditlerinin maketinden ibaret bir iktidarsızlık şantiyesi olduğunun elbette farkında. Bir paranoya bu, devletin kurumsal vicdanının örgütlenmesinden neşet ettiğini varsaydığı halkına karşı yakalandığı bir paranoya. İradenin çoğunluktan değil rejimin kutsallarından, hedeflerinden ve önceliklerinden doğduğu bir toplumsal yapılanış yasal şiddete nesne oluşun kitlesel metafiziğidir oysa. Böylelikle toplum biricik özne saydığı devletin iktidar gramerinde edilgenliğini, nesneliğini mistikleştirir.
Tanrı-kul ilişkisi, devlet-yurttaş diyaloğunda ters yüz edilir: Gök yerle çatışmamıştır ama yer gökselleştirilir. Tanrısallık devletin ruhudur çünkü. Modern Türkiye, işte bu epik soyun bürokratik düzeneği. Her şey sözel kudretine göre hayatta kalabiliyor. Sözel kudretin hareket eden uzuvlarına ise hukuk lügatinde yasa adı konuluyor. Cumhuriyetin en temel vurgusu ise, ülkeyi yükseltmek istediği idealler burcu. Ama bu burç hangi kaleye ait, bu kale nerede, bu kaleye ne amaçla nasıl gidilebilir ve bu kaledeki burca çıkmanın sosyo-politik, sosyo-kültürel maliyeti ne; bu sorulara ilişkin hiçbir berraklığa bugüne kadar ihtiyaç hissedilmediği gibi rastlanılmadı da. Cumhuriyet kendi sebep-sonuç bağlantısını hiç yaşamamış bir itibarî durum kesitine deklare ettirirken, bu mevcut rejimin geleceği şimdileştirme gayretlerini düşlerin demeçleri doğrultusunda haklılaştırırken, kurnazca yarını bugüne çekiyor aslında.
Yazılı kültüre uygulanan ambargo iki cephede belirginleşir: Halkın kendisi ile temasını sağlayacak metinlerle direkt irtibatı ve yerleşik dilsellik. Rejim ilkini harf sistemi değişimi ile kontrolüne almış ve etkisizleştirmiş, ikincisinde ise yerleşik dilselliği edebiyat arkeolojisinin araştırma malzemesi olmaya mecbur tutmuştur. Dilin ve dil birikiminin akademik inceleme kutusuna kapatılması faaliyeti, rejimin sosyal hafızanın celladı olma gösterisine dönüşmüşken anlam ile insanın arasındaki ilmekler sökülünce geçmişsiz, tanımsız ve saçma bir tekillik kalacaktır geriye.
Devletin tekilleşmiş kişiye müdahalesi kolektiflikten gelecek hiçbir itirazla çarpışmadan hükümranlığa ulaşabilir. Öyleyse, herkes kolyeye dizili boncuk taneleri olmaktan çıkarılmalı, ip koparılmalıdır. Burada insanın sosyo-kültürel çevresinden zorla tehciri ve tekilliğe zorla tenkili, tatbik sahasına kavuşur. Yurttaş kimliği bu tehcirde istimlakı yapılan değerler için ödenen rayiç bedeldir. Aynı zamanda bu kimlik yeni ikametin adresinin beyanı bir belgedir; müeyyide gücüne, yasal şiddet imtiyazına haiz bir belge. Bu yönüyle Anadolu insanına, kendi yerlilerinden ayrılma komutunu sert buyruklarla bildirirken İslam'ın topluma kazandırdıklarını hurdalığa boşaltmayı emreder.
Devletin modernizasyon kesişi kurumları, politik bağlamda erişilmesi, yaşanması zor gelecek peyzajları çizen birer ressamdır. Ne var ki tuale yansıttıklarına kayıtsız şartsız iman edilmeyi koşullamaktadırlar. Devlet ikonlaşmış bir sûrettir ve dinsel deneyimini, geçerliliğini, doğruluğunu, gelecekte gerçekleşmeye erteleyen düşlerle tanıklandırmak gibi soyut bir retoriktir. Kutsallığı, gelecekte parıldayacağına inanılan ışıklı bir simaya bürünmüş olmasının tarihsizliğinden bedenleşmektedir.
Muhafazakârlar yaşadıkları coğrafya ile ilgili tasarımlarında devletin kullandığı mitoslara kendi geçmişleriyle cevap verme hazırlığına giriştiler mi? Yoksa, resmiyetin efsanelerini kendi müseccel rüyalarıyla tokuşturmakla mı hesabın görüleceğini sandılar? Bu vadide yarınlar için sıraladıkları vaadler devletin söylemiyle paslaşan bir taslak çıtasını geçebildi mi? Kalkınma, refah toplumu, hukuk, devletin küçülmesi, sivilleşmesi, haklar ve özgürlükler manzumesi Türkiye insanına realiteyle dostluğu ve münasebeti sağlam projeler yerine ortak hedeflerde rejimle örtüşme teminatını tescillendiriyor. Özel olarak tekil kişi nasıl devletin nesnesi ise, genel anlamda muhafazakârlar da aynı siyasal pozisyonda bekliyor. Devletin teşekkülü devresinde İslam'ın muhatap kılındığı tenkil, müslümanları modern olmamanın utancına itelediği için bugün çağa uyumun garantörü bir potansiyel kesim var. Savunmada sabitlenmenin getirdiği bir frekanstan umut yayını sürdüren muhafazakârlar, statükonun danışmanlık hizmetlerini görmek yerine devletle oydaşlıklarının filtrelenmesine yoğunlaşmadıkça, epik gelenekçiliğin dekoru olmakla, yani mevcudu kapatan, eskiyen kusurları örten bir siyasal tezyinat faydası sağlamakla gurur duyarlar sadece.
*Şair-Yazar