Mustafa Muharrem / Şair-Yazar
Artık bir coğrafyayı terk edip başka topraklara yerleşmekten çok, bir yaşam biçiminden diğerine doğru geçici ikametler edinilerek süren göç revaçta. Ne kırsallık ne kentleşme ne dünya patronajını destekleyen Batı değerlerini pusula olarak belirleme! Bu faktörlerin hiçbiri göçün içeriğini ve dinamiklerini kendi denetiminde tutmayı başaramıyor artık ...
Toplumsal çimento vasfındaki değerlerden hiçbiri, göçün hedefini belirleyemiyor; yerleşik normlar yeni kabullere söz geçiremiyor. Bu bir.
Bu genel fotoğrafın dışına çıkabilme şansımız var mı peki? Bu topraklarda kol gezen tarihsel kamaşmanın üstesinden gelebilecek cesarete ve tutarlılığa sahipsek, bu keşmekeşi sermayeleştirme fırsatçılığının telkinlerine kulaklarımızı ve ruhlarımızı teslim etmezsek, belki bu tablonun içine sıkışmayız.
Ama bunu kotarabilmek için hareketi iptal ederek durmalıyız. Çünkü telaş içinde kalktığını sandığımız tarih treninin arkasından koştururken önce dinginlik gerektiren bir etkinliğin, yani düşünmenin öznesi olamayız . Halbuki reel hayat, son viteste gaz pedalını köklemiş durumda. Değişimin temposuna göre hızlanıp yavaşlayacak ayaklarımız yoksa, hayatla dansımız çabuk biter.
Tarihin yol açarken kullandığı kazma-kürek, sabit kutup değildir. Doğası gereği sabitlikten türemiş bütün olgular yaşantılarının kesintisizliğini garantiye alma dürtüsüyle soluklandıkları için mevcuda itirazda bulunmazlar. Statüko ile hesaplaşmaya, kavgaya, koz paylaşmaya tutuşmazlar.
Kurulu düzenin dağıttığı hediyeler ve bıraktığı bahşişlerle yetinmek, sabitlerin temel refleksidir. Haa, bu kapılan armağanlar farklı kombinasyonlarda gerçekleşebilir. Bazen konum, bazen güvenlik, bazen saygı paketinde gelebilir. Önemli olan, statükonun gölgesi altında risklerin sıcağından korunabilmektir. Çünkü statüko, bizim onayışımız ve benimseyişimiz sonucunda varlığına kavuşabilen gizli bir sözleşme olarak bağlılarına tehlikesizlik servisi yapar. Bu iki.
Modern dünyada itaat kültürü ister yurttaşlık modu eşliğinde gitsin, ister yasal haklar ve yasaklar diyalektiğinin kıskaçlarında serpilsin, sabitliğin vaatlerinden kazanılmış eşiklerin davetine uyma terbiyesinden beslenir.
Statükonun sunduğu teminatlar, insan kalmanın mümkün üst formları halinde içselleştirilirse, itaat ve sadakat kendiliğinden doğar. Saydam bir aygıttır bu; hayatın neresine yuvalandığı, ne kadarlık bir alanını kapsadığı kolay kolay anlaşılmaz. Aile, okul, ahlak, aşk, ölüm, ne varsa hepsi bu saydam aygıtın üniteleri gibi işler. Örtük bir tehdit olarak statükonun meşru şiddeti ise, itaat ve sadakatten ayrılmaların muhtemel faturalarını sürekli hatırlatır bize.
Göç eden, biraz da yerleşiklik ile arasındaki pürüzleri giderememiş kimsedir: Ya, ikametinin sosyal-kültürel duvarlarını aşamamış, o duvarların taleplerini cevaplayamamış, duvarları hiçliğinin müesses deklarasyonu olmaktan alıkoyamamıştır; ya da, yeni bir statüko oluşturarak nüfuzundan kaçtığı statükoyla rekabete girebilecek ve kozunu paylaşabilecek şartların macerasına atılmıştır.
Bir uygarlık stilinin, bir kültür düzeneğinin, bir etiğin, bir estetiğin zenginliği, kendi göç duraklarının çokluğu ve çeşitliliği ile renklenir. Tarihsel deneyim, biraz da göçlerin insanoğluna kattığı silinmek üzere olan izlerden türevlenerek düşünceye ve hayata katışır.
Göçü tarihin değişken polaritesi olarak algılayabiliriz veya coğrafyayla, sosyo-politik ve kültürel ortamla barışıklığı yakalayamamanın itilimi kabul edebiliriz. Hangi determinanta dayanırsa dayansın, göç bir itaat kaçağıdır da: Gümrük tanımadan geçilecek sınırları ve bu firarda yakalanmanın, mağlubiyete uğramanın sonuçlarını göze almakla başlar çünkü .
Ama şu bir gerçek: Tarih, tutunamayanlara özgü bir faaliyettir ve değişimin temsilcileri, mevcudu tüketmenin, mevcudun yetersizliğinin nesneleri oldukları için tarihin failleridir. İtaat ve sadakat ise, yerleşiklerin yerleşikliklerini yerleşik olmayanlardan esirgedikleri hem estetize edilmiş hem siyasallaştırılmış iradesizlik kodlarıdır insanın yeryüzü serüveni boyunca. İradesizleşme ise, egemenlerin insan potansiyellerine özendirerek yaptığı nesne kalma makyajıdır.
Göçe zorunlu kılınan, ilk etapta yenilmiş ve ceberrut bir tarih öznesi tarafından nesneye indirgenmiş sanılabilir. Halbuki göç, bir kararlılıktır; varoluşsallıktan vazgeçmeme kararlılığı. Ve egemenin gerçeklik dünyasından silinişi, göç iradesinde çoktan çınlamaya başlamıştır bile.