21-10-2024 00:47:51

Mustafa Muharrem Yazdı: Kevgirde Kelimeler Varsa

Bir gazetede, bir dergide yazı yayımlamak kelime gerillası olmak demektir. Sıralanan cümlelerin mantığı da tesiri de anlık bir saldırıyı garantilemeye yöneliktir ister istemez...
Mustafa Muharrem Yazdı: Kevgirde Kelimeler Varsa

 

*Mustafa Muharrem / Şair-Yazar

Bir gazetede, bir dergide yazı yayımlamak kelime gerillası olmak demektir. Sıralanan cümlelerin mantığı da tesiri de anlık bir saldırıyı garantilemeye yöneliktir ister istemez. Hızlılık, şaşırtıcılık, dikkat kaydırmacılık ve kendi tezini kayırmacılık, gazeteler ile dergilerdeki metinlerin hemen hepsinde ortalığı sis bombası gibi kaplar birden. Havada uçuşan mermilerin nereden ateşlendiğini kestirmek kadar, birden kesiliveren cayırtının ne cins bir yiğitlik gramerine dayandığını kavramak da zordur bu yüzden.   

Kitlesel hırpalanış ile kolektif kamaşma imkanı, zihin tacirlerinin heybelerini zonklatıyor; ortak aydınlanmaların boyası aslında müşterek bir avutulmayı kapatıyorsa, o küçük ve mütevazi sözel organizasyon, bir efsun teşkilatlanışını perçinliyordur. İşin daha da koyusu, düşünce vulgarize ediliyor, aklın mecali yumuşatılıyor ve kavrayışa el çektiriliyordur.        

Söylemek bile fazla: Gazete ve dergi metinleri, haberden yoruma, röportajdan köşe yazısına, bilindik edebî formlara kadar hangi aileden gelirse gelsin, anlama potansiyelimize göz dikmiş kelime öbekleridir. Amansız bir gerilla nasıl vurup kaçarsa, onlar da aynı taktikle hiç beklenmedik bir noktadan harfleri peş peşe ateşleyerek, pimini kopardıkları kelimeleri duyarlığımıza fırlatıp patlatarak, bir görünür bir kaybolurlar arkalarında iz bırakmadan. Bir tedhiş havası koparırlar, yazmayı terörize ederek, korkuturlar.         

Çünkü gazeteler de dergiler de zaman periyoduna uyar; bir bakıma kelimelerin şiddetinden kazanacaklarını vadelere bölüp taksitlere bağlayarak. Okunduktan sonra özel arşiv merakı hariç, kah sofra bezi niyetine ortaya serilerek, kah kese kağıdı yapılarak veya ön tutuşturucu işleviyle bir sobada, bir fırında destek hizmeti vererek matbu görevinden çabuk emekliye ayrılır. Ulaştırdığı bilgi, haber ve yorumların eskime performansları yükseldikçe geçerlik tonajları hafifler. Bir gazete ve bir dergi metni de bu disipline itirazsız, ne kalıcılığı önemser, ne yaratıcılığı önceler. Hedefi de şimdidir, nesnesi de; gazetede, dergide buluşan kelime kümelerinin.         

Süreli neşir zorunluluğuna karşı beslenen kesin ve keskin inanç,  gazete/dergi sorumluluğunu doğurmuş, büyütmüştür. Çatışmacı doktrinin avcundan sızan ter, tokuşma kutuplarının birbirlerine takacağı çelmeler listesine günlük, haftalık, aylık neşir ile bayrak dalgalandırma hırsını eklemekten geri duramamıştır çünkü. Çünkü tokatlaşma denkliği, artık genel bir pusuladır mağlubiyetten sıyırmak için. Çünkü aktüele kim egemense, muhtemel yönelişlerin atölyesini kendi tasarladığı alet edevatla o donatmakta, tezgahların düzenini o belirlemekte,  siparişlerin sevk ve idaresini o yürütmektedir.     

Hele bilgisel patronaj merkezden çevreye, yukarıdan aşağıya bir norm dağıtımı ve içeriklendirme dolaşımı için gazeteden, dergiden daha elverişli, daha iletken, daha sağlıklı bir şebeke bulabilir mi bu global gündem kasabasında; bunu seçilen aracın yararlık analizine dalmadan bir sorup, yüzer halde bırakalım. Televizyon ve internet sayesinde gazetedeki, dergideki metinselliğin dramatizasyon rendesiyle pürüzlerinden kurtulduğunu ve somut yüklemini likit görselliğe dönüştürdüğünü de ıskalamayalım ayrıca.         

Oysa bir telif yapıt üretmek, yazma eylemini ordu stilinde baştan sona kurmaktır.  İster akademik, ister estetik endişe odağından süzülsün, kitaptaki metinselliğin karşısındaki ilk jüri, zamanın bir kesiti değil bütün katmanlarıdır. Kitap metinlerinin ilk okuyucusu da, zamandır. Geçiciliğe göre kalemden gürlemeyi yeğlemiş kitap kılığındaki metinler, zamanı ses heykellerinin yükseleceği kaidelerden yoksun kılmanın itirafıdır.         

Kitap boyutunda bir fiksiyon, dili de zamanı da hayatı da yeniden yaratmaya adanmış bir vefadır tanrısalın altında. Bazen kelime müfrezeleri en ileri uca sokulurken bazen en son ric'at hattına kadar gerileyebilirler. Bazen talana uğrar, topyekün kılıçtan geçirilirken bazen zafer taklarını sevindirebilirler. Gazetelerdeki, dergilerdeki her şey, bir ağacın dallarından birindeki bir yaprağın bir kuşun havalanmasıyla titreşmesi kadar bir ömre sahipken, kitaplar bir ormanın çok sesliliği hacminde yaşar.                 

Kelime renginde bir hayat özlenir hep. ‘Kelime’ ile dokunduğumuz dünya, bize taşın işitilmesi, yapraktaki müziğin dinlenilmesi, kordaki geometrinin peşinden gidilmesi ve varlığın sesine göre kalbimizin akord edilmesi için bazen cömert davranır; bazen cimrileşir. Her şey bir yorumdur gök kubbenin kah altında, kah üstünde. Olmaklık, bu yorumun nabzında varlığın sayıkladığı neyse onunla kendi aramızdaki bitişmeyi, kaynaşmayı aşkın bir tada çevirmektir. Evren bizim tercümemizdir, biz de ondan gelen bir dipnot.           

Okudukça yaşantının belleğine doğru ilerliyor, ama bu arada her kelimelik tabaka kadar gün ışığından ve yer üstü ilişkilerden uzak düşüyoruz. Her cümle, bizi zamanın yekpareliğiyle tanıştırıyor, fakat insanlardan içindeki bütün harfler boyunca biraz daha uzaklaştırıyor kaçınılmaz biçimde. Kelimelerin her biri, geçtiğimiz, yani ardımızda bıraktığımız bir istasyondur bu yolculukta. Nesnel bilgiye çok yaslanmadan ama sırtımızı da dönmeden çıkılmış bir seferdir bu ve zihnimizde cirit atan imgeler, kendi şenliklerine gerekçe kılmışlardı bizi.  Öznellik ile nesnellik rol değiştirmiştir karşılıklı. Birleşik kaplar yasasındaki gibi bir taraftan dolan objeleri diğer oluktan akan subje kendine katıyor; bu arada da evrenin mayası bizim künyemize, cismaniyetimiz ise kozmosun özetine dönüşüyordur.         

Bu içsel deneyim, yüzümüzden taşan bir öyküdür ve gerçekliğin kıyılarını basarken muhayyileyi kökler, tasavvuru önüne katıp aman vermeden sürükler. Artık yalanın çınlayan hakimiyeti noktalanmalıdır mavalları söndürerek. Çünkü mavalların aydınlığında, gözler de körelir, tenler de. Çünkü mavallar, güneşin desiseden başka usül ve üsluba rağbet etmeyen rakipleridir. Burada parlıyor işte birden ateş: Metin kimin ya da neyin delegesidir? Metin mi şifreleri çözmektedir; yoksa her harf bir kod uzantısı mı bu anlamı gizleyen dilsel örüntüde? Yazmak sayesinde kurmaca ile gerçekliğe köşe kapmaca mı oynatılıyor yoksa? Yaşarlık mı yazarlığın zamiri; yazarlık mı yaşarlığın amblemi? Başka fiiller de vardır menüde: Sözgelimi, bahçıvanlık, çobanlık; veya tababet; veya aylaklık. Ama denizköpüklerini ruha ekmeyi seçtiyseniz çiçek sulayamazsınız. Yakamozları gütmeyi benimsemişseniz, kaval çalamazsınız kuzulara. Kar tanesinin iliklerini onarmaya adanmışsanız,  hekimlik size komşu gelmez. Bir çalıdan ötekine, bir karıncadan diğerine sürterek oyalanırsanız, boşta gezerlik size göre değildir.         

Uzun namlulu bir yalnızlık gibi görünen, tetiği çekildi çekilecek bir silah değil, kalabalıkta ıssızlaşmayı garantileyen, buna karşı da yalnızlığı kalabalıklaştıran bir imkandır. Sizi saksıdaki fesleğen, oltanın ucunda çırpınan istavrit, bir çocuğun elinden kaçan balon, yağmurun dövdüğü bir kiremit, kesilmiş bir tutam saç, hırsla ısırılmış bir somun anlıyorsa, sorun yok, hemhal ve hemdem kalınacak dostlarınız sizinle birliktedir.  Keşke dilsizliğin lügati, bizi gürültünün tılsımından korusaydı da gevezeleşmeseydik. Keşke sevdalı olmak yerine sevda olmak cinsinden bir lehçede eriseydik. Mümkün müydü bunlar? Evet. Nasılsa biz kendimizi kendimiz sanmaktan, ağaç kendini ağaç olarak tanımlamaktan, kum yığını kum yığınıyla resimlenmekten ibaret değil miydi?          

Yazdıklarımız, evrenin taşıdığı terbiyeye imrenmenin, bu aşkın disiplini kendimizin bir uzvu halinde görmenin sessizliğine sahipse, dilimiz eman içindedir. Bir cümlemiz, bir söz öbeğimiz, hatta bir kelimemiz bu hassasiyetten dolayı şımaracak ve insanlarda aldanış fişekleri patlatacaksa, bunun mesuliyetiyle boy ölçüşebilecek dağ yoktur bu tabiatta, bu coğrafyada. Aleladeyi, pespayeyi ve suniyi belki ucuzluğundan, belki kolay ele geçirildiğinden daha kolay benimseyen, bu tercihini öğretileştirmekten çekinmeyen her tür duruşla barışıklığa asla yanaşmayacaksak, ambarımız kadar yük alıp güverteye leke sürecek, yelkenleri utandıracak, çıpayı yalancılaştıracak bir zerreyi bile sokmayız gemiye.         

Bu açıklamaların “konuşmak”la ilgisini bağdaştırmakta hiç acelem yok. Ama çok bekletmeyeceğimi belirteyim. Bu satırların istifçisi, şiiri başlangıçtaki saflığımızın hayata el koyması olarak kendince bir eskize büründürür. Ontolojik arılığımızla aramızdaki küsüşmeyi gidermek, şiirle akdedilebilen bir sulhtür çünkü. Bu kontrata koyduğumuz imza öncesinde, safiyetimizin mülkiyetini zimmetine geçirmiş şeyler düzeniyle kapışır, kavgalaşırız. İç sesimizi dinlemek, mayamızın bize söylediklerini anlayabilecek bir zihin ve kalp açıklığını gerektirdiği için şiir istepnesini çıkarırız bagajdan. Bu monolog, hakikat ile diyaloğun ta kendisidir.       

Yazdıklarımızı hakikatin trafik levhaları olarak dikmek densizliğine düşmeden ama her metni, hakikat pozu veren görüntü büyücülerinin podyumu olmamak titizliğiyle yetiştirebiliyor muyuz ermesi umulan vakte, varılması beklenmiş yere; bütün ayıklanma bu. Yoksa,  seri malı heyecanlar ile işporta hezeyanların yan yana sıralanabileceği raflar, vitrinler düzenlemek, dili dekore etmekten geçinmenin ta kendisidir. Bazen kekeme, bazen pus kaplamış hecelerle hakikatin kapısını yumruklamaktan geri durmayanlar için “insan”ı sosyolojik bir çöp, tarihsel bir ayrıntı, teolojik bir malzeme, politik bir süs, ekonomik bir yaratık olmaya gömen ne varsa hepsini susturup hakikatin fısıldayışına göre hizasını bulmaya çağırmaktır bu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

                    

          

 

  

            

                        

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 184 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI