13-10-2024 23:35:53

Mustafa Muharrem Yazdı: Ân İçinde

Bugünün balkonundan uzandığımız geçmiş, bize kendisinin nerelerini teslim edecek; hangi sırlarını, hangi çetrefil bölgelerini...
Mustafa Muharrem Yazdı: Ân İçinde

 

Mustafa Muharrem / Şair-Yazar              

Bugünün balkonundan uzandığımız geçmiş, bize kendisinin nerelerini teslim edecek; hangi sırlarını,  hangi çetrefil bölgelerini bizden kıskanıp hangi tarafı saklamayacak, bunun cevabı  bizdedir: Didiklediğimiz yerden ne avuçlamayı düşünüyorsak, ona göre sürdüreceğiz kazıyı. Ne duymak istiyorsak, yaşanmışa o repliği yazacağız ve hangi kostümü giyerek söylemesi gerektiğini de öğreteceğiz ayrıca.              

Hayli zalim bir metod bu, doğru. Ömrünü tüketmiş olanın, hayattakinin hakimiyetine boyun eğmek ya da eğmemek cinsinden muhtemel  tepkisi, en fazla yaşanılana hizmet sunabilir, değil mi  ? Bugün, yani, şimdinin o muhkem cismaniyeti, inşa edilmiş geçmişe tafralanabilir de, aman dileyerek sığınılabilir de. Kronolojide geride kalan, şimdinin yargıçlığı karşısında, korunumsuz bir eskimişliktir çünkü ve bu nedenle, savunma hakkından de facto yoksundur . Çünkü eski, yeninin imalatına tabi olmak dışında bir gramere giremez artık.          

Bugüne erişilmişlik, düne rağmen tırmanılmış bir burç, ele geçirilmiş bir mülk, hatta bir köle olduğu için, eskiyi dilediği biçimlemenin, hatta içeriğini değiştirmenin itaatine dönüştürüverir. Tarihi yorumlamak, bir bakıma yaşananların bizim disiplinimiz doğrultusunda arzumuza uygun  müziği çalacak orkestra üyeleri olmalarını sağlamak eğitimidir.        

Tahliline başlanmış bir tarih, genel ya da özel, bizim tasarlama stilimize, bize ait bir reyon olmak üzere malzemeleşmiş düzenlemeler serisi demektir .          

Hiç de çekinmeyiz geçmişi kurcalarken, yani kurarken. Anlamlandırmalarımızın teyidi, spekülatif bakışımızın inebildiği diplerden gelecektir çünkü. Geçmiş karşısındaki buyurganlığımızın gücüne, bu yüzden güveniriz. Kullanacağımız bilgileri istiflerken, fiksiyonumuzun gereklerine göre bir diziliş, bir serim üretiriz. İşlevlendirmemizin patenti, hedefimizdir. Varmayı amaçladığımız sonucun emrine direnmeyecek bilgiler seçer, sonra bunları kanı skalasına ekler, oradan da tasarımımızı kitleselliğe kaynatarak geçerleştiririz.          

Bu oyundan ne edebiyat kurtarabilir yakasını, ne sanatçılar. Bir devlet adamından, bir siyasi portreden bahis açılıyorsa, o biyografinin bize akraba olan ayrıntıları ile yaban noktaları, özenle ayırırız. Aynı tasnifi, düşünürlere ve sanatkârlara da uygularız. İttifak edilebilecek potansiyelleri zimmetimize geçirmek, yüz ölçümümüzü genişletmek; bir bakıma da, suç ortaklığımızı büyüterek meşruiyetimizi demokratikleştirmek kurnazlığına düşeriz hemen. Soydaşlık her durumda bir akord ortaklığı teminatıdır. Bu, şairlerin ve yazarların takipçileri arasında da yaygın bir zamktır.          

Her okuyucu, kendi kafa konforunu gözeten şair ve yazarın peşinde koşar. Kendisini çoğaltacak metinler kimin kaleminden şırıldıyorsa, kelime piramidinin tabanındaki okur, o telif sahibinin ırmağı boyunca gezinir. Bir tür piknik alışkanlığıdır bu aslında. Dilden, aktüel olandan, realiteden sık sık kaçıp ruh dinlendirilecek filolojik bir mesire arayışı başka nasıl doyurulabilir ki?          

Zaaflarımız ve imkânlarımız, yöneldiğimiz metinlerin, referans aldığımız estetiğin, tonajını kaldırabileceğimiz dilselliğin kevgiridir. Gücümüzün yettiği şairleri, aklımızın ve duyarlığımızın çeperlerine saygı kusuru işlemeyen yazarları severiz. İdolleştiririz de kendi zihin evrenimizde.             

Şairleri ve yazarları kesiştirmeye çalıştığımızda, anlama/kavrama bahanesiyle aslında beklentilerimizle elimizdekileri kapıştırır, aradan bir kümenin inadımız lehine gâlip gelmesini isteriz. Oysa eser verenler bizim iskambil destemiz değildir.          

Tokuşma dürtümüzün materyali, düşünce ve edebiyat dünyasının önem kazanmış kişiliklerinden devşirildikçe şairlerin ya da yazarların arkasına saklanarak açtığımız ateş, alçakça ve haincedir.          

Oysa metinler, bizim attığımız çelme olmaktan, tokat gibi patlamaktan çok daha fazla  işleve sahip verimlerdir ve ne hiddetimizin kuryeleridirler; ne tezlerimizin kemendleri.            

Beş Şehir’de  Bursa  üzerinden  bir “ikinci zaman”  koridoru  açarak  bizi  anakronizme  yuvarlayan  Tanpınar,  bir  teselli  teorisi  kurmaktan  ötesini  mi  hedeflemiştir  acaba ? Mütereddit  ve   tedirgin  bir  elçilik   yöntemiyle  yetinmek  midir   bu  yoksa?              

Hiç  kuşkusuz  ulusal-toplumsal   çapta  modernlik  sorunsalını    “şehir”  üzerinden  karşılamak  daha  somut,  daha  indirgemeci  ve  daha  işlevseldir. Somut,  çünkü  hiçbir   ideolojik  tavır  asla  şımartılmıyor, asla çağrılmıyor.  İndirgemeci,  çünkü sadece  dekor  ögeleri    konuşularak   tehlikeli  sulara  balıklama  dalınmıyor.  İşlevsel,  çünkü  “şehir”  detayları,    tesir  gramajı   yüksek  ve  aktarımı  kolay  öykülerle  dolu.           

Bir  kırılma   arkeolojisini  yapmak,  riski  hayli   yüksek  bir  tercih  olacağı  için  ya   çatışmacı   yaklaşımın  isteklerine   göre   yönelecektir   bedelini   üstlenme   pahasına ;   ya da,  yenilgi  sonrasını  umursamayarak   bir  vuruşma  adına  bütün  takdim  potansiyelinin  iptaline  boyun  eğecektir.  Bütün estetliğine  ve  entelektüel  birikimine  rağmen  bizim  Batı  ile  geliştirdiğimiz  eksi  veya  artı  temâsın  ontolojik-epistemik- etik   sökümüne   girmek, müstakil  ve  bir  o  kadar  mufassal  bir  model  inşası  sorumluluğu  yanında  zorunluluğunu  da  kaçınılmaz   kılar  ki,   bu   yük  Tanpınar ‘a geçimsizliğin  dibini  boylamaktan  başka  bir şey  vaad  edebilir miydi?         

Seçilen duruş  kipi  kendi   ahlakî  ve  felsefî  denetimine  içtenlikle  açıksa,  kapışmanın   meşruiyetinden  dem  vurulabilir. Yoksa  anlamsallıktan  ve  herhangi  bir  saldırıyı  ya da  sataşma   algısını   cevaplamaktan  uzak,  içeriğine de  biçemine  de titizlenilmemiş  kaba  bir  meydan  okuma,  abartılmış  bir  blöf  örgütlemesi   hâlinde    istasyonu   belirsiz  bir  macera  düğümünü  atıverir . Tanpınar  bireysel  planda  sükût  ihanetine  uğramıştır  fakat  yaşadığı  konjonktürde,  bu sessizliğe diri diri gömülerek   ölüme terkedilirken  tek  başına  mıdır ?  Hayır :  Batılaşmanın  tescilli  resmiyetini  sağlayan  cumhuriyet  perspektifi,  geçmişin  kültürel  verimlerinden  merhametini  esirgeyerek  mimarîden  müziğe,   tarihten  tasavvuf  öğretisine, bütün  şubeleriyle   kadîm  paradigmayı   göz  kırpmadan   tepelerken  Tanpınar  gibi  bir  dikkat,  bu  salgından,  bu  müesses  imhâdan  kurtulabilir miydi ?  Ayrıca,  çatışmayı  sürdürebilecek  zihinsel,  ruhsal   ve  izler-çevresel   lojistiğe  sahip  miydi ?          

Yapıtları bağlamına kapatıldığında konvansiyonel kalmayı, terbiyesini pörsütmeden gözettiği görülür Tanpınar’ın.  Eskiye  hücumdan  kendisine  fon  devşirmek  yerine  geçmişi  eşit  koşullarda    bugüne  dinletmek :  Red  ve  inkâr  cephesinin  yaylım  ateşi  başka  türlü   geçiştirilemez  elbet . Ülkesel  bir gerçekliktir  bu. Tarihe ödetilecek vebale kilitlenilerek   teşkilatlandırılmış bir  heyecan,  modernizmin   tahliliyle, demokrasi  idealinin  şeceresiyle,  uygarlıklar  arası    temellendirmelerle   vakit   tüketmeye  sabır  gösterebilir  miydi  hiç?  Batı düşüncesi,  bizle uyum  filtresinden  geçirilecek  bir  öneriler  sepetinden  çok,  akışına  intikalin  gecikmesi  durumunda  tarih  kulvarından  silineceğimiz   bir  geçerlik  serisidir.  Çağın kurucu öznesi konumunu alabilme için,  günün nesnesi olan geçmişten  silkelenmenin, temizlenmenin  garantisi  sayılan bu  ilerlemeci  disiplin    dışında  bir  yol  izlenemez  artık. Osmanlı’nın tasfiyesi, Batı değerlerinin zaferidir ve yeniden pençelenme  korkusu  içinde  yaşamak  yerine,  saf  değiştirerek  egemen  paradigmayla  yan yana  bir  gelecek  tasarımının   peşine  takılmak,  daha  rasyonel  bir  seçimdir.  Zımnî  bir  uzlaşma,  kendimizi   Batı  ile  ölçümlemenin,   modernizm  testinden  geçirmenin  imkânlarını,  hatta,  fırsatlarını  fısıldar  kolektif  kulağa.          

Aidiyetini  taşımadığımız  bu  okuma  bizi  objeleştirirken  bir  taraftan  yeni  bir  kestirimde, fiktif  bir hedefte  bütünleştirebilir de.  Dün  ile  bugün  arasındaki  gerilimden,  ayıklanmış  bir  tarih kazanılabilir;  böylelikle,  geriye  doğru  bir  iyiler-kötüler  cetvelinin netliğine  güvenilebilir.  Bu retrospektif,  tümel  boyutta  bir  yanlışlama  ipoteğini  kaldıracaktır  üzerimizden .   ‘Güzel’,  anakroniklikten   öğrenilecek   manevra   kabiliyetiyle   takvimin   sınırlarını    ‘yeni’  aleyhine  daraltırken   ‘eski’   lehine   genişletecektir .      

Tanpınar   Beş Şehir’de ‘Bursa’yı  işlerken  idrâki  paralelleştirir.  “ İkinci zaman”ın   seyri,  bir bakıma  yaşanılanın  diğer  oylumunu  verileştirmek,  hatta,  ilkeleştirmektir. Bu ikiz bilinç midir,  iki gerçeklilik midir,  kendi kuşağının doğal   çelişkisi midir  Tanpınar için;   bu  tanımlara  çivilemekten  daha üstte,  daha  rafine   biçimde,   realiteyi  başka  ve  bitmiş  bir  ‘zaman’ın   onayına  sunarak  geçmişi  referans  mercii  olarak  işaretlemek  midir?   Fakat  bu  estetize  edilen   geçmiş,    ontolojik  ve  epistemik   menşeinden  emanet   alınmayıp  kök  normlarından   koparılarak    sosyo-politik   muafiyete  dahil edilmiştir  biraz kurnazca, biraz entelektüel sütreler gerisinde.           

Geçmiş,  bir  avuntu  sinemasına  dönüştürülme  yeteneği   sayesinde  arketip  parçalarını  perdeye  yansıtabildiği   kadar  serbest  dolaşabilmiş,  ilgiler  koleksiyonunda  ziyaretçi  bekleyebilmiştir.             

Eylem  bildiricilik  iddiasını  geri  çekerek  betimsel  bir  rezerv  zenginliğini  sergilemekle yetinilmesi  koşulu, ‘ikinci zaman’ın   adına  yürütülmüş  bir  pazarlıksa,  Tanpınar’ın  bu  aşamada  araya   girmesinin   sıhhati,  elbette  irdelenebilir.    Zaten  Tanpınar  da  geçmişin  spikeri  bilinmek,  geçmişle  sermayelenmek  derdinde  değildir. Tarihin tasviriyle  bugüne  matuf  bir  eleştiri  üretmekten  medet  ummaz  Tanpınar.  Mekânlardan,  müzikal  modlardan,  mistik  çehrelerden  ve  yarı mitik  karakterlerden  kendi  yorumuna  destek  bulur.  Yahya  Kemal’in  şiir  dünyasına  soydaş  bir rikkat   geçmişi  canlandırırken  bire bir kopyalamayı  değil,  ana  çerçevenin  ruhaniyetiyle  bugün  arasında   irtibatı    önerecektir  sadece. 

Çatışmacı  yaklaşımı  fiilen  benimsemeyen Tanpınar,  tazelenmiş  belleği  yıpratacak  konjonktür    karşısı da  çare  üretmekten  kaçınır. Teşhise de  mesafelidir,   tedaviye  de.  Anıları  kıvılcımlandırmaktır   O’nun  işi:  Bu  şairâne  tutumun  merceği   geçmişte ve geçmişi  cisimleştiren  şehirlerde  gezdirilecekse,  dümeni  entelektüelizme sığınmış bir akademik soğukkanlılık  tutmalıdır hep.      

Epik  tehdite  bel  bağlamazken  lirik  teklifler  götürerek  modernist  uygulamaların  kendilerine farklı bir açıdan  bakabilmeleri  ihtimâlini  ıskalamamaya çalışır.  Bir  estetin  tereddütleri  içinde  mütecessis   ve  tenha,  geçmişi  içselleştirerek  kazar  kendi   esenlik   patikasını.  Paralel  bir  yaşantıdan,  paralel  bir  zamandan  kıyıya  vuranları  hayata  iade  için  çırpınırken,  betimlemesine  giriştiği   hassasiyet  kodlarını   yüceltir  aslında.                

Tanpınar  bu  teşebbüsünde  bugün  lehine  düne  yanaşmadığı  gibi,  geçmişin  siperine  yatarak   yaşananlara  da  saldırılar  düzenlemez.  Eski  ruhu  yeniye  aktaran  bir  çevirmendir  adeta.  Simultane  bir  tercüme  görevinden  çok,  içerikler  arası   bir  denkleştirme  arayışıdır  O’nun  -yazı(n)sal çabası.          

İlk etapta  bu  çaba,  -dengeyi  bozmamak  uğruna-  suya  sabuna  dokunmadan  yazarlığını  yaşarlığına   yedirmek  olarak   düşünülebilir.  Oysa  O,  dikey  tarihin  yatay  mekândaki  yankısını  algılarımıza  döşemekte;    zamansal  ile  evrenselin  ilişki  dili  ve  ilişki  stilini  bu  dekor  ile   sunmaktadır.  İnsan  merkezli  bir  yaklaşımdır  bu;   bir redler-kabûller  listesiyle   yüzleştirerek  duyuşlarımızı  ve  davranış  kalıplarımızı  hesaba  çekmediği  gibi,   değişimi de yargılamaz.          

“Parçalanmaz bir  ânın  yekpare  akışı”na  inanıldığında,  bir çok  soru(n)   ortadan kalkar. Siyasal anlamda devlet aygıtı ve cumhuriyet, Osmanlı’nın devamıdır sözgelimi.  Ayın  karanlık  yüzü  ile  birlikte    alınması  gerektiğine  çevrilen  dikkat,   yarı  sûfîce  yarı  Hegelyen  bir    süzgeçten ,  her  şeyin   kabuklarını  yırta  yırta, yeni  maskeler  deneye  deneye   kesintisizleştiği   fikrine  uzanacaktır  son  kertede .       

Öyleyse,  varlık-bilgi-değer  alanını  belirleyen  ana  ilke,  norm  koyucu  ruh  olmak   imtiyazını   kaybetmediği  müddetçe,  değişimin   yansımalarına  etkin  ya da  edilgin  katkı, çok  sıradan  ve  çok  doğaldır.  Sindirim  sıkıntısına  düşüldüğünde  ise   “ikinci zaman”a   iltica, bizi  paralel  bir  gerçekliğe,  hem de  mistik  ve  estetik  emniyet   nedeniyle   devredecektir.  Gün, saat  ve  mevsim bir  ân bloku  olarak  çağrışım  katmanlarımızı  delip  fışkırdığı  vakit,  şeyler de  kişiler de  durumlar da  fonetik   bir  oyun  halini  alır.  

Sesteşlik,  dilsel yansıması  bir  yana,  bir mevcudiyeti  eski  ve  yeni  veçheleriyle  özdeşleştirme  hilesine  sapıverir.  Sözgelimi,  ‘Beş Şehir’den   biri  olan  ‘Bursa’,  Orhangazi  ile  yaşıt,  fakat   cumhuriyet   kadar da   gençtir.     Çağdaşlaşma   projesinin   niteliklerini   sakatlayarak  zayiat  verdirdiği, hatta  telefine  yol  açtığı  Bursa’yı   mesela  ‘Geyikli Baba’   ile   arınık  bir  kıvama  getirebiliriz.  Bu aktif bir içe dönüş olacağı kadar, gerçeklik ile ‘doğru’nun   bir birleri  karşısındaki  direnişini   süreğenleştirecektir.         

Kronoloji   ‘Bursa’   ile sesteş  bir  ‘Bursa’   imâl  etse  bile,  geçmiş  paralel  bir  hayat  olarak   gövdemizin  zamanından  sıyrılmamız  için  yardıma   gelecektir.  Başa  çıkılamayan  realiteyle  tokuşmak  mı;  zihinsel  sıçrama  metodu  ve    gerçekliğin  şifresini   kırma   bahanesiyle    eski  ile  yeni  arasındaki   müşterek   kodları  eşelemek  mi?  Ayrıca,  düello  için  sunulan  bu  tabancalardan  hangisinin   boş,  hangisinin  dolu  olduğu muhteşem bir çelişkiyse, niye bu vuruşma oyunundan zafer bekliyoruz?                               

                                                                     

               

 

 

                                                                         

 

 

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 225 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI