* Mustafa Muharrem
19.yüzyıl ortalarından bu yana yüksek duygu, yüksek düşünce ve yüksek hayâlin kendi doğal denetimi kendi müşterek heyecan mecraı ortadan kalktığı için, basitin, sıradanın devingenliğinden başka besinleri sindiremeyen bir şiir iştihasına kaptırdık her şeyi. Kolektif bilinç. estetik temel dizgeden çok ayrı dayanakların arayışına girdi. Devlet içe büzüldükçe insan da küçüldü, ufaldı. Örgütlü vicdan daralınca dil de, anlam da, hayatın enginliklerine bakabilecek gözlerini yitirdi. Bu bazen bir tıkızlaşma, kuruma ve nihayetinde çoraklaşma getirdi yanında; bazen de geçmiş zaman paranoyasıyla başlayıp kök rezervin imhasından duyulacak övünce dönüştü. Cumhuriyet boyunca şiirin yaslandığı birikim ile güncel pratiği arasında her şeyden önce bir yüzölçümü sorunu vardır artık.
‘Garip’ hareketi patladığında, Türk şiiri ulus-devlet iddiasının bütün müesses şiddetine direnebilecek bir repertuar ile yurttaşlık inşası arasına sıkışmıştı. Bir tarafta neoklasik Yahya Kemal’in yaşananlara karşı itirazını zamirleştiren geçmiş zaman replikaları, bir tarafta fütüristik Nazım Hikmet’in bazen kadîm lirizmi ses kolonisi gibi değerlendirirken çoğu kez sosyalist düşleri estetize eden toplumsal manzaraları. Bu iki nida stili, geçmişin bütün rafine birikimi üzerine yeni kazanımları ıskalamayan şiirler ortaya koyarken, anakronik algılarını ölümsüzleştirdiklerinin farkındaydı hiç kuşkusuz. Her ikisi de, imparatorluk üst kodundan üniter devlet içlemine çekilirken bu zorunlu tevazu ekseninde büyüyen yeni rejimin iddiaları karşısında, ikna edilmek şöyle dursun, kabûlsüzlüklerinin emniyetinden uzaklığı yeğlemişlerdi bilerek.
‘Zorunlu tevazu’; çünkü nizâm-ı âlem için gereken devlet-i ebed-müddet çoktan tarih çöplüğüne fırlatılmış, yerine ‘ yurtta ve cihanda sulh’ün garantörlüğü üstlenen cumhuriyet konuşlanırken çok kimlikli, çok kültürlü bir hayattan vazgeçilmişti. ‘Zorunlu tevazu’ çünkü, belirlenen ölçülere uyması koşuluyla devamına rıza gösterilen bir ülke vardı artık. ’Zorunlu tevazu’ çünkü emperyal emanetlerinden, kozmolojik-etik aidiyetinden azâde bir yurttaşlık dururken taşımanın acısı yüzlerce yıl sürmüş yüklere gerek yoktu zaten.
Modernliğin öznecilik ve niceliksel akıl arası diyalog süreçleri Türkiye gerçekliğinde çok konsantre bir takvim içinde dengelenmeye çalışırken yerküre, ikinci paylaşım savaşını sahneliyor ya da perde gerisinden izliyordu. Türk şiirinde rastlanan kırılmaların determinantları, çeperlerinde enzimlenmekten başka çaremizin bırakılmadığı dünya seyrinden bağımsız, hattâ, ruhsatsız değildir. Tanzimat sapağından sonra hürriyet fikrinin flaması hâline gelen Türk şiirinin en büyük ilüzyonu, bu viraja girmeden önce herkesi kurtarılacak köle olduğuna zımnen inandırmasıdır oysa. Herkes için teb’a pozisyonundan anayasal konuma doğru yükselişin ve yücelişin klavuzu, duygu teolojisinden sıyrılıp tutku liberalizminin yamaçlarına yuvarlanmayı benimsemiş bu yeni şiirdir kaçınılmaz biçimde.
Yeni şiirin en önemli vasfı, göğün bilgisine ve iznine gerek duyulmadan yere inerken, sokağın sınırları kadar bir algı hinterlandıyla yetinme taahhüdü karşılığında izler-çevre ipoteğine bağlanmasıdır. Kozmolojik himayeyi reddedip sosyolojik olanın dizleri dibine kıvrılmaktan başka yol düşünmediği için, gazetecilik maharetini hiyerarşisinin tepesine koyar. Gazete manşeti kadar kitlesel kıvılcım çakabildiği düzeyde, başarılıdır. Bir başka açıdan yeni şiir, insanlığın bütün katmanlarıyla yaşıt kendi tradisyonel âletlerinin gazetecilik takım çantasında yer alması ve kullanıma açılmasıdır. Seküler karakterinin bir yansıması da, gerçekliği doğum ile ölüm arasında istiflenmiş yaşantı blokuna eşitleyen matematik çabasıdır. Tıpkı bir gazetenin sayfa düzeni gibi yeni şiir de kendi mizanpajını aynı olgusallığın mantığına teslim ederek dikkat kaptanlığı yapar aslında.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra şairlerin matbuat ve siyaset dolayımında duruşlarını belirginleştirirken şiirlerini de bu tutum alışın işlevselliğe dönüştürmeleri, Tanpınar’ın saray metaforuna kapıyı göstermedi elbette. Tersinden gidildiğinde bu betimleme, yeninin merkez probleminin de açıklamasını hazırladı. Çünkü bu gazeteleşmiş şiir, bu güncele uyarlanma kapasitesinin koluna, monarşi karşıtlığını sepet niyetine takmıştı çoktan. Dolayıyla yeni şiir bizde dünyevîleşirken uhrevî tahassüs, ‘ saray’ yıkıldığında geçerliğini kaybedecek estetik-poetik ve politik bir rejimdi aynı zamanda. Bir paradoks gibi görünse de, klasiğimizin hayatımızdan çekilmesi, eskinin temel referansları olan ontolojik tasavvurun, epistemolojik ve etik alanlardaki zayiatı önlemekte âciz kalmış ‘saray’ın otorite aşınmasına uğrayarak sonunda kendini iptâle sürüklemesiyle senkronik bir hikâyeye sahiptir.
Demek ki politik çekirdek çürüdüğünde hayatın bütün birimlerine yönelik inkıraz, artık dilin de, anlamın da, edebiyatın da, şiirin de yeni adresi, yeni ikâmetidir. Demek ki, ancien regime dönemine ait normatifliğin tarihten emekliye sevkedilmesi, şiirin de o noktaya kadarki kendi estetik üst kodu ile yollarını ayırarak daha öncesini yadsıyan yeni bir güzergâh tutturmasının mazeretini, geçerlileştirmektedir. Demek ki patronajın siyasî zemini, şiirin de saçağı altına gireceği çatıyı stilize etmekte ve içermektedir.
Halk şiirine yaslanmak, biraz da bu otokratik merkezin temelleri bağlamındaki ontolojik, epistemolojik ve etik ölçüler serîsine duyulan kıskançlıkla karışık öfkeden beslenir. Halk şiiri ile yerel-yöresele rağbet, idarî desantralizasyonun dile, şiire ( ve müziğe) tercümesinden öte bir şey olmadığı gibi, Lutheryan bir girişimdir de. Ortaçağın sona ermesiyle İncil’in ulusal/yerel dillere çevrilmesi nasıl bir itilimi fişeklemişse, halk şiiri adı verilen kulvarın çizgilerine göre bir estetik iddiası da aynı neden-sonuç zincirine dimağları kilitledi. Bizde Anadolu romantikliğiyle bezenerek büyüyen bu çığ, Avrupa tecrübesinden farklı biçimde insanı imparatorluk müktesebatından soymuş, ‘yurttaş’ şifresinin kurgusal ve dar oylumunun şablon varlığına rızaya yuvarlamaktan hiç vazgeçmemiştir. Şairlerin gazetecilik becerileriyle öncülük yapma ve politik amblem olma yetenekleri, bu tipolojinin cismaniyet kazanmasında başat rol oynar. O yüzden Tanzimat’tan bu yana bizim şairimiz şiir değil ama muhayyel dünya ve insan kurma performansı bakımından ayrıcalıklıdır. Hattâ, sunduğu toplumsal tasarım ve insan modelizasyonu, – matbuat ile siyasetin katkı gramajı oranında majör- şair iltimasına kavuşmanın ana hat şartına bağlı kanonik hakkıdır.
Otokrasi muarızı devrimcilerin önerdiği toplumsal düzen de, ‘İslâmcı’ tez olarak ortaya çıkanların alternatif hayat takdimleri de totaliter evsaf taşırken şiir Türkiye’nin içinde yürüdüğü rota doğrultusunda demokratikleşmekten hissesine düşeni reddetmedi. 90lı yıllarla içine düşülen yeni medya-televizyon anlayışı, reality-show tadında bir şiiri getirip hepimizin karşısına dikti. Metinler arası turizmin keşfi ve kültür insanı olma pâyesi imgenin yuhalanarak kovulması akabinde sinerjik ilke çevresinde birleşen duyarlıkları önce şiir büfeleri, sonra şiir şirketleri enlemine çekmekte gecikmedi. Öncü şair odaklı dergiler koleksiyonlarda kalırken yerine şiir reyonunu aylık tazeleyen yayıncılık perspektifi geldi.
Yönetimin, üretimin, tüketimin demokratikleşerek biri birlerini dönüştürdükleri bir çağ yaşıyoruz ya, herhangi bir yerde, bir mahfilde şiirin merkezinden söz edildiğinde anlamalıyız ki bir verim, kendini ‘kral’ ilân etmenin ortalama koşullarını yaratmak üzere. Monarşiler yıkıldığı için ‘kral’ tâcı giymek, artık çoğunluk nezdinde tasvip gören ve kitlesel sadakat nesnesi sinema oyuncularına, futbolculara, magazinleşmiş vurgunculara mahsus. İkonlaşmış şair olabilmek de, sektörel imkânları doğru bir zaman-içerik-izler çevre ilişkilendirmesinin ustaca hamleleri sonucu varılabilen bir üst aşama. Günümüzde ‘çok şair ama az şiir’, veya, ‘şiir çok fakat şair yok’ diye resimlenebilecek panaroma, demokratikleşmenin uydu görüntüsü aslında. ‘Garip’ bildirisi bugün de neo-epik, ironik gerçekçilik temsilcilikleri sâyesinde insanı olaya, şiiri ise histeri koması tutanaklarına eşitleyerek ‘yüksek düşünce’ ve ‘yüksek duygu’ ile istihzasını kesintisiz sürdürüyor. Çünkü demokratik terbiye, niteliğe değil niceliğe bakar. Niceliğin bileşenlerini yanınıza çekerek, nüfûz ve hakimiyeti kendi lehinize teşkilatlı beğeni ve organize takdir hâline getirmek, iyi şiirden de has şairlikten de önce, demokratik tasnif pratiği gerektiriyor.
İdaresine vasat idrâki ve zevki ortaklaştırmaktan korkmayıp konfeksiyon dize çeşidini her ihtiyaç grubunu hesaba katarak kotaran, gerçekliğin kolajını toparlarken haykırmaktan başka hiçbir form tanımayan şiir, demokratikleşme sürecini tamamlar.
* Şair-Yazar