ŞAMANIN AYDINLAŞMASI
‘Aydın’ hem iktidar üzerinde, hem kitle karşısında ışığın yalvacı imgesinin tahtında oturur. Kendisine ilişkin konumlamada, halkın zihninde yüzen anlam haritasına ihtiyacı yoktur. Çünkü, varlığına uladığı betimlemenin olumsuzladığı bu tablodan fırlamıştır. Daha ilk anda bir negatifleştirmeye fit olmadığını belirterek yaşananları reddetmiş, bu yolla hayatı seyirlik nesneye eşitlerken kendisini de izleyen ve hüküm veren kutup olarak açıklamıştır.
‘Aydın’ eğretilemesi, tersinden bir suçlamadır da: Bir yandan, kendini olumsuzladığı gerçeklerin dışına atıverir; bir yandan da, bu berâtın referansı ile gerçekleri olması gerekenlerin kızağına çekerek bakım ve onarıma almanın kaçınılmaz sürecine sarar. Gerçekleri tedirgin ederek başarır bunu. Ancak, olması gerekenlerin tayininde seçiciliğine güvenilen jüri konusundaki kuşku, ‘aydın’ ile halk arasında o bilinen esenlikler çatışmasını çabuk kalkmayan bir sis gibi koyultuverir.
Aslında bu mizansenin geri plânında da ‘aydın’ın toplumu ve hayatı kendisinin tabi tutacağı hendeseye göre yaşatma hırsı hâkimdir. Bu hendese, ‘aydın’a ait kanaatlerin herkesi ve heryeri homojenleştirmesine tahammül göstermez. Çünkü ‘aydın’, Baudrillard’ın denklemleştirdiği gibi nasıl herşeyin estetikleştiği bir ortamda güzellik ve herşeyin politikleştiği bir yerde siyaset geçersizleşecekse, aynı biçimde, herkesin ‘aydın’landığı/’aydın’laştığı bir kültürel toplumda kendisinin ayırıcı otorite vasfına veda edecektir. Oysa ‘aydın’, olması gerekenlerin spikerliğini yaparak halkı eğitme hakkının getirdiği kürsü yüksekliğinden inmeyi geçmişe ve şimdiye devretmiştir.
‘Şaman’ın insanlarını korumak istediği kötü ruhlar, ‘aydın’ın halkı ulaştırmaya çabaladığı kavramsal ve kurumsal cennetin yollarını sabote etme rolünü üstlenmiş geçmiş ve şimdidir. Geçmiş ve şimdi, yenilmesi mutlaklaştırılmış çeldirici kuvvetler olarak, toplumu varmak istediği hedeflerden kıskanmakta, gelecekten esirgemektedir. ‘Aydın’ın bu sapakta işaretlediği iki yön belirir: Kadavra ve buna karşı cenin. Geçmiş ve şimdi, tarihsel/kültürel birer kadavra iken elbette ‘diri’lik, ‘canlı’lık, ‘taze’lik ve ‘yeni’liğin çağrışımlarına kapılarını kilitlemiştir. Karşı tarafta gelecek ise, henüz gerçekliğe ve geçerliğe ayak basmamış ‘düş’ler ve ‘umut’lar ailesi, hatta kabilesidir.
Cenin ne denli masumsa, geleceğe dair kurgulamalar da o ölçüde yanılgılardan uzak, kirsiz ve lekesizdir. ‘Düş’ün sahiciliğini sergileyebilmek için, tabirinin gerçekleri denetleyebilmesi gerekir. Daha da ötede, ‘düş’ merkezli bir hayat inşası sağlanmalı ve ‘aydın’ın zihinsel bileşenleri, bu yaşantının krokisi olarak benimsenmelidir.
Öyle ya, ‘ne’yin karanlık, ‘ne’yin ‘aydınlık’ olduğunun ayrımını tanı(m)layan bir duruş sahibi, olumsuzlukların soykütüğü hakkındaki bilgisi nedeniyle geleceğin öyküsünü tasarlama işini becerebilecek tek yetkilidir. Bu yetkinin verildiği organ, geçmişin ve şimdinin eleştirisidir. Geçmişin ve şimdinin eleştirisine gösterilen cüret, ‘düş’ün beğenisini, takdirini ve bunun sonucunda da, terfî emrini haketmenin yeter nedenidir.
Geçmişe yönelik bu eleştirel tavır, ‘aydın’ın en önemli işlevidir. Tarihle kapışma ânında ne kadar gözü pek, ne kadar cesur davranabilirse, bu performansı ‘aydın’a inandırıcılık olarak geri dönecektir. Hücûmundaki haklılık, ‘şimdi’de bulunmasından alınmış bir ruhsat belgesidir. Saldırılmaya müstehak olan, cevap veremeyecektir. ‘Aydın’, taarruzunu kronolojikleştirir. Böylece, gelecekte de hücûm yapabileceği cepheler üretir. Çünkü geçmiş zaman da kendisini yaşamayı arzulayan kâdim insanların bir geleceğiydi ve özlemi duyulan yarınlar da, nihayet erişildikten sonrası için bir tarihtir. Yarın mahşerinde bugünü ve dünü yargılayan ‘aydın’, hayatları ve hayatın orijindeki aklı, kendi spekülatif ruhunun izini takip edip etmediklerine göre derecelendirir. Bu yüzden tarihin içinde değildir ‘aydın’, aksine, tarihin dışında gezi- nir. Yaşanmışlardan ve yaşananlardan bir anda tüyüp gitmiş bir tarih firarîsidir.
Tarihten kaçmanın primini toplar ‘aydın’: Tanıklıklarının keskisini ustaca ve titizlikle oynatarak kendine has tepkileri masklaştırıverir. Sonra da, herkesi bu maskeleri yüzlerine takmaya özendirir. Giderek herkes yüzünün maske, maskelerinin ise kendi doğallıklarına özgü çehre olduğu bu gizlenmeler seansının koşulladığı aidiyetin cisimleri olur. Kelimeler, anlamlar, eylemler, tasarımlar, düşünüş biçimleri ve kimlikler ‘aydın’ın mülkiyetindedir artık. Artık tarihe abone olanların ellerindeki tek kazanım, zaman dışı ve zaman üstü bir yetke katına çıkmış ‘aydın’ın bölüşüme sunarak dağıttığı ‘düş’lerdir. ‘Düş’ü yitiren, ‘düş’ ile arası bozulan, ‘aydın’ın sesini izleyecek içine gerçeklik döşenecek geleceği de kaybedecektir.
Yazı ile ‘aydın’ işbirliği, bir yandan tarihten sıvışırken diğer taraftan tarihin tam ortasında bulunmaktan vazgeçmemek midir acaba? Ya da, ‘aydın’ın söz korkağı olduğuna dair bir alâmet midir bu? Canlılık ipoteğine kendisini bağlamak istemeyen ‘aydın’ın hayatı rehineleştirmek için harcadığı çaba, yazıdan başka birşey değildir. Kayda geçirmeyerek hiçleştirme endişesinin çeperlerine alabildiği kadar, kendi güven sorununu çözümlemiştir artık. Ve, hayatın sırtına bu hiçleştirme tehdîdi bir kamçı gibi inmelidir. Yaşantı ve yaşantı nüansları, bu kırbacın şaklaması sayesinde ’aydın’ın terbiyesine boyun eğebilecektir.
Canlılığa katılma acziyetini süsleyerek saklamanın gerecidir yazı ve yazı yanlısı olmak, hayatın frenlerine sonuna kadar basmak demektir. Hatta, canlılığı cansızlığa, ölüme çevirme tekniği olarak yazı, sözün tari- hi aşma, tarihin dışına sızma potansiyelini tüketme hilesidir.
Yazıdan önceki çağlara dönük fiktif yakıştırma, ‘aydın’ın yegâne enstrümanı olan yazıyı tarihin ve hayatın başına gardiyan atamaktan başka nedir ki? Yazıda olmayanın bildirimden, sorumluluk yüklemekten, yaptırım uygulamaktan mahrum edilmesi, kayıt dışına yapılmış bir defin törenidir.
Yazı ile statikleştirilen hayat, bu durdurulmuşluğun çoğaltılması ve sıvanması için kurallara teslim edilir. Kuralların düzeni, hayatın gözetlenebilmesi ve kontrolünün sağlanması için yazının dikiz aynası olarak izlenmesini gerektirir. Kurallar ile yazı ilişkisi, iktidarın ‘aydın’ ile imzaladığı en önemli senettir. Düşünme, duyarlanma ve eyleme geçirme olasılıklarının iskeletini çatan güç, kendi taleplerini yazı yardımıyla yasallaştırarak saygın kılar ve yazı yardımıyla dolaşıma çıkarır. İktidar, yazının hangi karakteri alacağına, ne taşıyacağına, hangi ambardan kalkıp yükü kime boşaltacağına dair nakliyat programını geçerlileştirme kararlılığı ve yaptırım aygıtıdır. Yazının içeriğine egemen olan, bildirimleri de yönetir; bildirimlerin nesnelerini de uyum yeteneklerine göre sınıflandırır.
Meşrulaştırma, yazı siperine yatarak dilediğini namlunun ucuna denk düşürme imkânıdır. Devlet, hayata yönelik kaynak ve modellere yazı kevgirinden geçirerek ayıklanma şansı tanır. Yasal ölçütler, bu kevgirin yüzeyinde bulunan deliklerin geçirgenlik sınırlarını yazıya aktarma ve bunu hakemlik örgütlemesi ilüzyonu içinde resmî tedhişle pastel tona yedirmektir .
Yazı kısıtlamacıdır; kendisine sığmayanları elek üstüne alır. Elek altına yollanabilmenin gişesinde bilet tarifesi, durumların, düşünüşlerin, alışkanlıkların ve taslakların kendi enlerinden cayması ile ödenebilen bir fiyattır. ‘Aydın’ şamanlık görevini, yazıyı bir gazap, bir lânet, bir helâk tesisatı hâlinde zihinlere döşeyerek yapar.