Mustafa Muharrem / Şair-Yazar
Şiir, emdiği dilin semantiğini ‘ses yapısı’ içine döşeyebildiği kadar bir geometri çatar. Anlam, fonetiğin kalbi; “ses” ise bu sözel örüntünün bedenidir şiirden dem vurulduğunda. Bu bakımdan şiir, kelimelerin dizilme ve öbekleme becerilerine tanınan ihtimal sınırlarını sürekli geliştiren, sürekli yenileyen müzikal dirim disiplinine uymazlık edemez.
Dilin anlam katmanları yanında ses tabakaları da şiirin rezervine dahildir. Bu nedenle ses ünitelerine bırakılan emanetin korunması, şiirin kelimeler arası fonetik ilişkilerinden alınacak teminatı zorunlu kılar: Her ses birliği, tekil ya da çoğul, birbirleriyle yaratacakları sinerjiden müzikal bir zafere ulaşmadıkça, girilen harpten yenik çıkar. Çünkü her kelimenin kendi ses karakteri, safında durduğu dizeden bağımsız değildir. Ses ve armonik kuvvet, ahenk ögelerince sağlanan lojistik sayesinde şiirin yitimini önler.
Seçilen kelimelere ait fonemlerin ünlü-ünsüz çevriminden beslenen armoni, uyumları karşıtlıklarıyla yontarak asimetrik terbiye müştereğini merkezîleştirir. Ölçü ve uyak düzenleri, fonetiğin tabiatından doğar ki Türkçe’nin geçmiş şiir birikimi özelinde hece ile aruz, otantik baremlerdir.
İnsanı ve hayatı kolektif duyarlıkları onayan üst kodlar silsilesinden sıyıran modernlikle birlikte, şiirin de geleneksel müzik türlerindeki sapma gibi modal(makamsal) niteliklerden vazgeçmesi, karşı konulmaz bir gerçek. Müzik modaliteye karşı kendini nasıl sorumlu ve borçlu görmeyip ödeme yükümlülüğünü inkara yeltenerek önce tonal, ardından atonal bir seyri benimsediyse, benzer biçimde şiir de paralel bir çıkışı yeğledi çoktan. Bu tercih, epistemik algı referanslarındaki güncel oynaklıktan kazanılmış bir teselli ikramiyesi sevincinden çok, büyük devrim etkisi yaratmışsa, bu heyecan bellekten umut kesmenin organize bir zamiridir, işin derininden korkmadığımızda. Yaşatılana ve yaşanılana eğik boyunların iznine, eşiğine tabiyetten yana bir dilsel-estetik tutum alış, bizi bugünle, bugünküyle bitiştirince şiir, ‘doğru’dan muaf, ‘gerçek’ten ödevli bir pozisyona getirilebilir kolaylıkla.
Bu yüzden kendi ‘ses kökü’yle genetik bağını sürdürüp sürdürmediğinden şüphelenmeyen bir şiirin rahatlığı içindeyiz. Bu keyif ve konfora kapılıp suçluyu aramak yerine kelimelerin aidiyetinin bir şiiri Türkçe yapmaya yetip yetmediğinde girişilecek arkeolojik çaba eğer samimi ve dürüstse, bakışımızı da tanımlayışımızı da silkeleyecektir. Çünkü, şiirin musikiyle arasındaki problem, geleneğin ‘ses’ hakimiyetini gevşetmiştir her şeyden önce. Çünkü bu ‘ses’in sosyo-kültürel ruhsatı, geçersizleşmiştir.
Ahmet Haşim, “musikiye yakın ortalama bir dil” bariyerini kurmuş iken Ece Ayhan da, müzikten geldiğini belirtmişti. Günümüz şiiri, Türk müziğinin duyuş ve önerilerine, bu zevke ne denli yakın ve ne denli uzaksa, o mesafede bir kelime kolonisi harekete geçmiştir kaçınılmaz olarak: Bir; geleneği reprodüksiyon uygulamasından ibaret görme yaklaşımı. Ve iki; moderni tarihselliğinden yalıtarak ‘kök’ karşısında savunmaya zorlama taktiği. Maskesi çabuk inmeyecek bir çatallanma oyunu bu halbuki. ‘Gelenek’ adlandırması ile geçmiş bugünden kovulur ve gelecekten kaçırılırken bir yandan da ‘yeni’ye yönelen blöfün ciddî bulunmasına yarar ilk elde. Böylelikle, ‘müzik’ üzerinden kendi ontolojik coğrafyasının da sınırlarını çizer. Döngüde kalmak ya da tutulan yolun dışına itilmek ‘şiir’den çok altta ‘ses’e ait bir kader nedenselliği içine çekilir.
Hiç kuşkusuz bu sapaklardan hangisine karar verileceği, divan şiiri temelli bir cevap hiyerarşisi izler. Divan şiirinin varlık-bilgi-değer tabanıyla üstümüzdeki tavan bir birlerine kefil midir? Değilse, bu vaziyet planı ne amaçla düşünülen bir inşa eskizidir?
Bu tahlilden çıkacak döküm, ‘ses’in ırsiyetini açıklar bize. Elbette müzikal seçim, tek partili bir serbestiyete kilitlenemez. Ayrıca, divan şiiriyle haleflik kurmaktan ötesini yadsımak, ne geleneğin bugüne hücûmunu şiddetlendirir, ne ‘yeni’yi her tür imha için hak sahibi yapar. Halk şiirinin, anonim, âşık veya tekke şubelerini nesneleştirmek de aynı bütünlüğün mantığı çevresinde gezinecektir. Basit bir yoklama: ‘Yeni’ şiirde gazellere ya da koşmalara has bir tını işitilebiliyor mu bütün form deneyimlerine, bütün imge özgünlüğüne rağmen? ‘Yeni’ örneklerin selef zincirini gözeten bir ana refleksi var mı her şiirsel girişimde?
Kabaca, ‘yeni’nin ‘ses’ oylumunda bağımsızlık ısrarına saygı istenebilir; kadavranın cenini anlayamayacağından yola koyulup ‘gelenek’ ipoteğinden kurtulmadıkça yarının öznesi olma fırsatının tepileceği endişesine tırmanılabilir. Şiir, ‘eski’ ile de ‘yeni’ ile de korkutulabilir, hatta sindirilebilir. Lineer tarih caddesinde yürümenin gerekliliği, Türkçe’nin yeni şiir karşısındaki manevra gücünün içeriğine katıştırılabilir de daha ileride. Toplumsal değişimin yedeğinde bir şiire teslimiyet, konjonktürel bir îman ve sadâkat ister; geçmiş çekirdekli veya geleceğe teşne, her yöneliş için aynıdır bu.
Ne ‘ gelenek’ kendini bugünün yargılarından aşırabilir ; ne ‘ yeni’ geçmişin tasdikine, tasvibine göre kendi kimliğine kavuşur. Şiirin gelenek ve yeni kutuplaşmasında çatışma alanı olması başka bir şeydir; bu kapışmanın tarafı yapılması başka bir şey. ‘Ses’in geçmiş, bugün ve gelecek arasında konvansiyonel davranıp bütün bu imkânları değerlendirmesi, kendini yeniden üretmediği veya tarihten devralınanı birebir kopyalayarak çoğaltmadığı anlamını da içermez ayrıca.
Şiirin eskiyi, aşınmışı, günü cevaplayamayışı inatla takibi, ‘ses’ten ve dolayısıyla bellekten vazgeçmesi durumunda debeleneceği kimliksizlik kaygısından mıdır; yoksa, hazır kalıplara yeni kelime kombinasyonları giydirmenin ucuzluğundan pazarı kaçırmamak için sığınılacak ‘okuyucu’ öncelikli bir paydaşlık protokolü müdür? Bunu soru sütresine gizlenmeyelim artık.