30-09-2024 00:31:22 Son Güncelleme: 30-09-2024 10:56:22

Prof. Dr. Ahmet Mutlu Yazdı: Kent Kültürü Sorunu: Suçun Büyüğü Kimde?

Köyden kalkıp gelmiş kitlelerin kentte kendi başına yolunu bulması mümkün müdür? Yanlış yola sapmış olanları kimler uyarmalıydı?...
Prof. Dr. Ahmet Mutlu Yazdı: Kent Kültürü Sorunu: Suçun Büyüğü Kimde?

 

*Prof. Dr. Ahmet Mutlu

Köyden kalkıp gelmiş kitlelerin kentte kendi başına yolunu bulması mümkün müdür? Yanlış yola sapmış olanları kimler uyarmalıydı? Kitlelerin yanlış yoldaki yürüyüşüne, uyarı yapması gerekenlerin de katılması, o yolu doğru yol yapar mı? Yanlış olan yolda uzunca süre gidilmesi, onu doğru yol yapar mı?

Bugün başta metropol kentler olmak üzere, pek çok kentimizin ekonomik ve toplumsal beklentiler öncelikli olmak üzere “mutluluk üretici” olduğunu söyleyemeyiz. Bu durumun sebepleri hususunda yapılan tespitlerden birisi, kentlerde “bilinçli yaşama kültürünün yaygınlaştırılamamış olması”dır. Kentlerimizde yaşam kalitesini yükseltecek bilinçli kentliler neden yaratılamamıştır? Bu konuda etraflıca tartışmalar yapılmış, pek çok şey yazılıp çizilmiştir. Tartışmaların çoğu, haklı olarak kırdan kente gelen kitlelerin nitelikleri ve kente uyum süreçleri üzerinden yapılmış; ancak bu süreçte siyaset ve yönetim kurumunun etkisi ve rolü yeterince tartışılmamıştır. Kamu yönetiminin ve siyasetin yukarıdaki sorunun ortaya çıkmasında etkisi ve rolü nedir? Nasıldır? Bu yazının tartışma konusu budur. Yazıda savunulan tez, kamu yönetimi ve siyaset kurumunun tutum ve politikalarının ülkemizde modern kent kültürü ve kentli bireyin ortaya çıkışını engellediği düşüncesine dayanmaktadır.

Bilindiği üzere Avrupa’da kentleşme sürecini başlatan temel dinamik “sanayileşme” olmuştur. Sanayileşmeyle modern kentleşme süreci ivmelenmiştir. Modern kent kültürünün ve de buna bağlı olarak modern kentlinin ortaya çıkışında “sanayileşme”nin (fabrika=ücretli emek, üretim, refah ve kural) “eğitici” etkisi olduğu bilinmektedir. Modern kent kültürünün ortaya çıktığı “sanayileşme” dönemi aynı zamanda demokratik değerlerin ve hukuk devleti normlarının bir toplumsal pratik olarak geliştiği dönemdir de.  Dolayısıyla Avrupa’da modern kent kültürünün yaygınlaşmasında bir yandan ücretli emeğin kurallara dayalı çalışmasına bağlı refah artışı, bir taraftan da bunların toplumsal yaşamda demokrasi ve hukuk kurallarının etkin biçimde yayılmasısı etkili olmuştur. Böyle bir gelişim sonucunda bugün Avrupa’nın gelişmiş kentlerinde dikkat çeken iki temel özellik; kentlilerin refah koşulları ile toplumsal ve hukuksal kurallara yüksek hassasiyettir. Ortalama bir kentlide, bireysel refah ile toplumsal düzenin verdiği güvenlik hissinin esnek olmayan toplumsal ve hukuksal kurallara tam riayetle mümkün olduğunun farkındalığı vardır. Söz konusu farkındalık, kentlilerin doğal bir tercihinden ziyade 200 yıllı aşkın bir sürede bu kuralların gerekliliğinin toplumsal olarak deneyimlenmesi ve nihayetinde ortaya çıkan normların yönetsel ve politik düzlemde tavizsiz uygulanmasıdır. Bu bağlamda Batı’nın seküler toplum ve liberal ekonomi anlayışı ile hukuk devleti nosyonu modern kent kültürünün esas temellerini oluşturmuştur. Bu durum, bir yandan kapitalizm etiğinin ve işleyişinin kendi iç tutarlılığıyla gerçekleşmesini sağlamış, bir yandan da “birey”i odağa alan toplumsallığı üretmiştir. Böylece kentler, keyfiliğe ket vuran özgürlük alanları olarak gelişmiştir.

Türkiye’de kentleşme süreci Avrupa’dakinden farklı seyretmiştir. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, yaklaşık 150 yıl önce benimsenip 1950’lerden sonra toplumsal dinamiklerine kavuşan “modern kent ideolojisi”, Avrupa’daki gibi “kurucu ekonomik altyapı” zeminine sahip olamamıştır. Daha açık deyişle, sanayileşmesiz bir kentleşme pratiği yaşanmıştır. 6000 yıllık kent tarihinin değişmeyen amacı olan “daha iyi yaşam koşullarına kavuşma” beklentisi, 20. yüzyılın yarısından sonra gelişen Türkiye kentleşmesinde karşılığını bulamamıştır. Bu rasyonel beklentinin karşılanamamış olması, bir yandan kronik kentsel sorunlara yol açmış, bir yandan da kırsaldan gelen kitlelerin yeniden sosyalleşme süreçlerine ket vurarak onların değişim, dönüşüm ve uyum motivasyonlarını besinsiz bırakmıştır.

Kırsaldaki kitleler, hızlı ve yoğun göç neticesinde İstanbul’a geldiklerinde bir sanayi bulamamışlar, dolayısıyla “fabrika”nın düzenli ücret (refah) ve kurallar sistemiyle tanışamamışlardır (Sanayiyi kuracak –olmayan- burjuvazinin kent kültüründeki rolü başka bir tartışmanın konusudur). Öte yandan kırsal alışkanlıklara dayalı olarak, ilk elden ve en az maliyetle bir “eve kavuşma” arayışı, dönemin popülist siyaseti ve gevşek hukuk sisteminin de etkisiyle “gecekondu”da cisimleşmiştir. Böylece “taşı toprağı altın” diyerek kente gelenler, -Avrupa’da kente yönelenlerden- farklı bir kentle karşılaşmışlar ve bu bağlamda beklentilerini yeniden biçimlendirmişlerdir. Avrupa’daki kentsel deneyim kentlilere “refah ve düzen”in toplumsal ve hukuksal kurallarla ve bunlara hassasiyetle mümkün olduğunu öğretirken; Türkiye’nin kentsel deneyimi kentte “asgari yaşam şartlarıyla yetinme”yi ve -olabilirse- “kentsel rantlardan pay alma”yı öğretmiştir. Yerli kentsel öğreti içinde “toplumsal refah, düzen, eşitlik ve adalet” hiçbir zaman asli talepler olamamıştır. Hatta bu tür olgular, kent denilen “cangıl”da hareket kabiliyetini kısıtlayıcı unsurlar olarak görülmüştür. Söz konusu beklentiler, kitlelerin kırdan hızlı biçimde kente akışının zorlayıcılığıyla oluştuğu gibi bu süreci düzenleyip denetleyemeyen; bırakın denetlemeyi, teşvik eden yönetim ve politika sayesinde yayılmış, hâkim ve doğal kentsel değerler haline gelmiştir. Nitekim 1966 tarihli Gecekondu Yasası ile başlayan ve 1980’lerde Islah İmar Planları ile devam eden süreçler, ekonomik bağlamda kente gelen kitlelere kentte tutunmak ve yaşamak için emekleri dışında alternatifler olduğunu; hukukun zorlayıcı ve düzenleyici değil bilakis hukuksuzluğu meşru kılıcı bir araç olduğunu göstermiştir.

2000’li yıllardan sonra gecekondulaşmayı destekleyen potansiyel siyaset biçimi –gecekondulaşma olgusun da sona ermiş olmasına bağlı olarak- görünüşte terk edilmiş görünse de “gecekonduya özgülenen siyaset yapma biçimi” geçerli olmaya devam etmiştir. Nitekim 2018’de İmar Kanunu’na eklenen geçici maddeyle 31 Aralık 2017’den önce ruhsatsız ya da ruhsat ve eklerine aykırı olarak yapılan yapıların imar barışı kapsamına alınması ve bu düzenlemeden Mart 2019 itibariyle 10 milyonun üzerinde kişinin yararlanmış olması, 1960’larda başlayan popülist kentsel siyasetin kanlı-canlı devam ettiğini gösterir.

Kamu yönetiminin ve siyaset kurumunun bu eğilimini iyi gözlemleyen yeni kentlilerin ilerleyen yıllardaki benzer kentsel talepleri vites artırarak devam etmiştir. Buna karşılık, kamu yönetimi ve siyaset kurumu da bu taleplere cevap veren popülist politikaların yüksek “popülist kazançları” olduğunu fark etmiş; popülist kazançları sağlama çabası “kamu yararı”nı sağlamanın fersah fersah önüne geçmiştir. Bu karşılıklı farkındalık, ilerleyen yıllarda siyasetçilerin “makarna ve bulgur yardımları” gibi irtifa kaybeden politikaları üretmişse de günün sonunda yapılan herşeyin birer kentsel hizmet olduğu algısını sağlamıştır. Tüm bu toplumsal, yönetsel ve siyasal süreçler, bir yandan “bozuk bir kapitalist sistem”i ortaya çıkararak bu sistemin işlevsel aparatı “hepbanacı/bozuk birey”i beslemiş, bir yandan da Lütfi Bergen’in tespitiyle, “müeyyidelerin esnemesine yol açarak” bir özgürlük alanı olması gereken kentleri “anomi”nin yaygınlaştığı mekânlara dönüştürmüştür.

Netice olarak ülkemiz kentlerinde belli refah ve toplumsal düzen beklentisi içinde olan ve bunun da toplumsal ve hukuksal düzene uymakla mümkün olduğunu bilen bir kentli tipi ortaya çıkamamıştır. Bugün Türkiye’deki kentliler, kentlerde veri bir refah ve toplumsal düzen beklentisine sahip değildir. Kentler, asgari bireysel yaşam koşullarını sağlayıp, -mümkün olduğunca- kentsel ranttan ve fırsatlardan pay alabilmek için sırasını bekleyen kitlelerden oluşmaktadır. Kentte kamu düzenine, toplumsal refaha ve yaşam koşullarının geliştirilmesine dönük kararlı adımların atılmasının nihayetinde bireysel refahı da artacağı düşüncesine yer yoktur. Bu durumu yansıtan en iyi metafor, trafikte yayaların karşıdan karşıya geçme eylemini “trafik ışıkları”na göre değil de “araçlara bakarak” gerçekleştirmesi olsa gerektir.

Yukarıdaki kentsel zihinsel durumunun yerel yönetimlerden ve yerel siyasetten beklediği “toplumsal nitelikli talepler” de en fazla kendi mahallesindeki yol, su, elektrik, park eksiklerinin giderilmesidir. Böylelikle 150 yıldan beri Avrupa’nın “modern kent” ve “modern belediyecilik” ideolojisini benimsemiş olan ülkemizde yerel yönetimler, “demokrasinin ilkokulu” olamadıkları gibi böyle bir misyon eksikliğinin farkında olmaksızın, gündem ve politikalarını halkın popülist taleplerine göre belirleyen kurumlara evrilmişlerdir. Popülist politikaların aksak ve esnek hukuk kurallarıyla “neşv-ü nema” bulduğu bir evrende ise kentliler, toplumsal ve hukuksal kurallar karşısında bir çekince duymadıkları gibi kendilerini değiştirme/dönüştürme gibi bir ihtiyaç içerinde de değildirler. Netice olarak kentlerimiz, her geçen gün “ keyfiliğin -özgürlüğün değil- geliştiği” mekânlara dönüşmektedir.

Çağdaş uygarlık ve kentsel yaşam kalitesi ölçütlerini gözetmek yerine popülist taleplere duyarlılıkla iktidarını sürdürmeye çalışan –sağ, sol, milliyetçi, muhafazakâr vd.- ulusal/yerel siyaset ve yönetim kurumlarının “yerli ve milli” olmadığı gibi “kamu yararı”nı öncelemediğini görmeliyiz. Bu nedenle, nasıl ki ekonomik kriz dönemlerinde “acı reçete”ye başvurmaktan imtina edilmiyorsa, öteden beri yaşamakta olduğumuz “kentsel kriz”in de farkında olunmalı ve kentlere yönelik popülist politikalar yerine -süreç ve sonuçları zor da olsa- bilimsel ve çağdaş kentsel politikaların önü açılmalıdır. Zira Şikago Okulu’nun 20. yüzyıl başında Amerika’da tespit ettiği kentsel travmalar, gün geçtikçe kentlerimizde daha sık görülmektedir. Aynı krizleri yaşamak zorunda değiliz.

*Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 491 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI