23-02-2025 17:46:57 Son Güncelleme: 23-02-2025 18:07:57

PROF. DR. BİLAL SAMBUR ANLATTI: ÜTOPYADAN GERÇEĞE MODERNİTE VE KENTLEŞME

6 Şubat Depreminin 2.yıldönümünü geride bıraktık. İçimizdeki acılar ise halen taze. Neredeyse bir asra yakındır köyden kente göç, kalabalık kentler, çarpık kentleşme, imar rantları, konut stoğunun yetersizliği, güvenilir olmayan konutlar gibi konuları konuşuyor, tartışıyoruz. Peki ne kadar ilerledik derseniz? Son yıllarda yaşadığmız acı tecrübeler bize bir arpa boyu yol alamadığımızı gösteriyor. Kentteki insanın yalnızlığı, stresi, öfkesi ise cabası...Artık kentler insana dar geliyor.
PROF. DR. BİLAL SAMBUR ANLATTI: ÜTOPYADAN GERÇEĞE MODERNİTE VE KENTLEŞME

 

6 Şubat Depreminin 2.yıldönümünü geride bıraktık. İçimizdeki acılar ise halen taze. Neredeyse bir asra yakındır köyden kente göç, kalabalık kentler, çarpık kentleşme, imar rantları, konut stoğunun yetersizliği, güvenilir olmayan konutlar gibi konuları konuşuyor, tartışıyoruz. Peki ne kadar ilerledik derseniz? Son yıllarda yaşadığmız acı tecrübeler bize  bir arpa boyu yol alamadığımızı gösteriyor. Kentteki insanın yalnızlığı, stresi, öfkesi ise cabası...Artık kentler insana dar geliyor.

Bütün bu konuları Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Değerli Yazarımız Prof.Dr. Bilal Sambur ile konuştuk.

6 Şubat Depremlerinin 2.yılını geride bıraktık. Konuşulacak çok konu var elbette ancak asıl suçluyu bir türlü bulamıyoruz Hocam. Türkiye’nin acı bir şekilde sonuçlanan deprem tecrübelerine baktığımızda sizce suç kimde?

6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremler ülkemiz açısından çok ağır bir tablo ortaya çıkardı. Binlerce vatandaşımızı yitirdik. Depremden sağ olarak kurtarılan binlerce vatandaşımız ise evsiz, yurtsuz kaldı. Bu noktada öncelikle depremlerde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı rahmetle anıyorum ve ülkemizin böylesi büyük bir felaketi bir daha yaşamamasını temenni ediyorum. Şimdi burada temel sorun şu: Türkiye ilk defa depremlerle tanışan bir ülke değil, çok ciddi bir deprem tecrübemiz var. Ama geriye dönüp bakıldığında Türkiye’nin depreme hazırlık konusunda sistematik, sürekli bir politikasının ve vizyonunun olmadığını görüyoruz. Gerek 17 Ağustos 1999’da yaşadığımız Marmara Depremi gerekse de 6 Şubat Depremleri olmak üzere çok ağır bedeller ödetmesine rağmen deprem sonrası kalıcı ve sürdürülebilir çözümler üretmek yerine günü kurtarmaya yönelik politikalar ortaya konmuş.

Kentlerdeki düzensizliğin ve yapılaşmada yaşanan sorunların ana faktörü olan çarpık kentleşmeyi önlemek noktasında suçu yalnızca kırsaldan kente göç eden vatandaşımızın sırtına yüklemek dışında bugüne kadar ne yaptık?

Köyden kente göç sonucunda ortaya çıkan çarpık kentleşme, rant paylaşımı, yerel yönetimler, ekonomik kaynakların har vurup harman savurulması gibi çok ciddi nedenler var ortada. Ancak ortada Türkiye’nin depreme hazır olmadığı gibi acı bir gerçek de var. Ve ne yazık ki yakın zaman için de olacak gibi durmuyor. Her şeyden önce kendimizle yüzleşmemiz lazım. Aydınlanmak ve gelişmek için kendimizle yüzleşmek şart. Nasıl ki Lizbon depremi ile Avrupa kendisi ile yüzleşti.  Siyasal, ekonomik, dini ve entelektüel sistemini tamamen değiştirdiyse bizim de aynı süreci yaşamamız,  karanlıkta kalan ihmal ettiğimiz taraflarımızı kabul etmemiz ve geleceğe dönük vizyon ortaya koymamız gerekiyor. Bir defa sorumluluk almaktan hiç hoşlanmıyoruz. İstifa kültürümüz zaten yok.  Bu noktada tek başına köyden kente göç eden vatandaşlarımızı suçlamanın ve onları yaşadığımız trajediler için günah keçisi ilan etmenin çözüm üretmeyeceği gibi akla ve vicdana da sığmayacaktır.  Eğer kentlerdeki bu dramatik tabloya baş sorumlu arıyorsak kötü yönetimleri adres göstermek daha doğru olacaktır. Türkiye kentleşme, depremsellik gibi konularda kötü yönetiliyor. Kaynaklar verimli kullanılmıyor.  Eğer sorunu kötü ve başarısız yönetim olarak ortaya koyarsak doğru yönetim, verimli yönetim, yenilikçi yönetim, yaratıcı yönetim nedir sorularına vereceğimiz cevaplar bize çıkış yolunu gösterecektir.

HER GEÇEN GÜN DAHA FAZLA ULUSAL BİR TOPLUM HALİNE GELİYORUZ”

Türkiye’nin iç nüfus hareketliliği doğudan batıya doğru olmakta ve bu durum sanayi, ticaret ve finans yönünden oldukça gelişmiş konumda olan Marmara Bölgesi’nde kontrolsüz şekilde nüfus artışına neden olmaktadır. Bu durumla nasıl başa çıkabiliriz?

İnsanlar sürekli olarak doğdukları mekanda kalmazlar. Her daim yeni mekan arayışında olurken ekonomik, sosyal, kültürel, sanat ve sağlık imkanlarından yeterince istifade edebileceklerini yerleri tercih ederler. Bu noktada 20 milyondan fazla insanımızın yaşadığı İstanbul, ekonomi, refah, özgürlük, sağlık ve eğitim imkanlarının sunulduğu bir yer olarak düşünülüyordu.  İstanbul için söylenen taşı toprağı altın kavramı insanımızın rüyalarını ifade ediyordu. İnsanlar, İstanbul, Bursa, İzmir vb. gibi büyük kentlere göç ederken daha iyi bir hayat yaşayabilme hayalini kuruyorlar.  Bugün bu göç hareketliliğini yavaşlatabilecek proje ve çalışmalar ortaya koyabilecek bir vizyona sahip değiliz ne yazık ki.  Son yıllarda Doğu ve İç Anadolu’nun bazı kentlerinde ekonomi, sosyal, sağlık, eğitim ve kültürel aktivitelere yönelik imkanlar arttırıldıkça göç hareketliliği de yavaşlamaya başladı. Örneğin her geçen gün gelişmişlik düzeyi daha da arttırılan Erzurum’dan Bursa’ya göçün düştüğünü gözlemliyoruz. Artık insanımız Erzurum’a, Sivas’a, Diyarbakır’a, Trabzon’a gidebiliyor.  Bu durum aynı zamanda doğu ve batı arasında sosyo-kültürel etkileşimi de beraberinde getiriyor. Bugün artık bir Erzurumlu sadece Erzurumlu değil keza Bursalı da sadece Bursalı değil. Herkes biraz İstanbullu, biraz Sivaslı...Her geçen gün daha fazla ulusal bir toplum haline geliyoruz.

Bu yeni durumun kentlerimiz ve insanımız için kazanımı nedir?

Yeni bir kent deneyimi, yeni bir kültür ve yeni bir kimlik...Doğu ve Batı arasında yaşanan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik etkileşim bizi birbirimize daha fazla yakınlaştırıyor. Toplum akışkan bir şey, akışkanlığın olduğu yerde toplum olabilmek mümkün. Kentlerde ki kültürel çeşitlilik aynı zamanda demokratik bir toplum yapısının ortaya çıkmasına da katkı sağlıyor. Kentlerdeki kozmopolitlik uzun vadede birlikte yaşama, hoşgörü gibi kavramlar etrafında uzlaşı kültürünü oluşturma yönüyle büyük kazanımları da beraberinde getiriyor.

Türkiye’nin kentleşme anlayışını nasıl görüyorsunuz?  

Türkiye nüfusun çoğunluğu köylerde yaşayan kırsallığı ağır basan bir toplumdu. Şehirleşme modern dönemle başlayan bir şey, yani kent kavramı modern bir kavram. Sanayinin, sanatın, sermayenin, modernleşmenin olduğu yer kent olarak düşünülmüş. Bu imkanlardan mahrum kalan yerlere de köy ve mezra denilmiş. Köy ve kent arasındaki sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik farklılıklar köy ile kent ilişkisini sancılı hale getirmiş.

Köy kente hep ulaşmaya çalışmış, kent ise kendisine ulaşan köyü dışarıda tutmuş. Bu durum gecekondu dediğimiz olguyu doğurmuş.

Köy-Kent ilişkisini doğru bir zemin üzerinde tutmak, köyü, köylüyü de her anlamda kalkınma düşüncesinin bir parçası haline getirmek noktasında bugüne hangi çalışmalar yapıldı?

Cumhuriyet dönemiyle birlikte birçok önemli çalışma yapıldığını söylemek mümkün.  Bunların arasında en önemlisi Köy Enstitüleri olsa gerek. Çok önemli bir tecrübeydi. Köylüyü eğitim yoluyla donanımlı hale getirmeyi hedefleyen tarihi bir projeydi. Ne yazık ki feodal kaygılara, politik çıkar ilişkilerine kurban edildi. Sonra da köy-kent, tarım-kent adı altında bir takım projeler oldu fakat bu süreçte Türkiye çok hızlı bir şekilde şehirleşti.

Fakat şehirler köyden gelen nüfusu taşırken kentli kimliklerini, kentli modern kimliklerini korumakta başarısız kaldılar. Bu sefer şehre gelen köylüler kendi köylü kimliklerini yaşam tarzlarını oraya taşıdılar. Kentler köylüleşti diyebiliriz ama köylülerin kentleşmesi maalesef başarılı bir şekilde sürmedi. Köy kent arasındaki bu gerilim büyük şehirlerimizin merkezinde halen devam ediyor.

“HER GEÇEN GÜN TARIMA VERİLEN DEĞER ARTIYOR”

Dünyada tarıma verilen değer git gide artarken ülkemizde tarımsal uğraşa burun kıvrıldığını ve gelişmemişliğin göstergesi olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Ülkemizin tarımla olan ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Tarım gerçekten geri kalmışlık göstergesi mi?

Türkiye’de uzun yıllardır tarım ötekileştirici ve küçümseyici bir bakışla ele alınıyor. Tarım ülkesi olduğumuzdan dolayı mahcubiyet duyan, sanayileşmeyi hep yücelten bir yaklaşım söz konusuydu. Fakat gün geçtikçe bunun ne kadar büyük bir yanlış olduğu anlaşılıyor. Aslında gün be gün en değerli sektörün, tarım olduğunu görüyoruz. Artık tarımın sadece köyde köylünün yaptığı bir uğraş değil şehirde yaşayanlar için de önemli bir uğraş olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde şehirli insanlar kırsalda büyük toprak parçaları satın alarak modern yöntemlerle tarımsal faaliyetlerini yürütüyorlar. Bu durum elbette hobi bahçeleri gibi ucube yöntemleri de beraberinde getiriyor. 500 metre kare bahçe içerisinde bir konteyner koyup tarım arazilerimizi yok ediyoruz. Herkes kendi domatesimi, kendi salatalığımı, kendi biberimi, soğanımı kendim yetiştireyim diyor ancak doğal beslenme hülyası ile şehirli birey kendisini mikro alana hapsediyor. Bu da tarım alanının yok edilmesi anlamına geliyor.

Modernite ve kent olgusuna gelelim istiyorum biraz da hocam. Bugün batılı anlamda kent dediğimiz de burjuva, köylü ve işçi sınıfı gibi kavramları da konuşuyoruz. Modern kentlerin inşasında bu kavramların inşasının çok önemli olduğunu görüyoruz. Bu anlamda şunu sormak istiyorum: Türkiye’de gerçek anlamda bir burjuva ve işçi sınıfı var mı?

Medeniyet ve modernite kentte doğar. Modernitenin ve doğal olarak da kentin taşıyıcısı burjuvadır. Burjuva kavramı zengin olan kişi değildir. Burjuva kavramı sahip olduğu ekonomik imkanlar sayesinde kendisine özgü hayat tarzı oluşturan kişi demektir. Hayat tarzından kastettiğimiz şey şu: Burjuva sahip olduğu kaynaklarla sanata, bilime, felsefeye, edebiyata, kültüre, topluma yatırım yapmış ve onun gelişimini sağlamış bireyler demek aslında. Bu anlamda bizde burjuva olmadı. Bunun çok derin siyasal-sosyal, kültürel-tarihsel nedenleri var elbette. Bizler hanedanlık geleneğinden geliyoruz. Dolayısıyla Osmanlı’nın bir burjuvası yoktu.  Saray elitleri vardı. Cumhuriyet sonrasında ise devlet desteği ile zenginler grubu oluşturuldu. Bu zenginler grubunun paraları oldu fakat sanata, bilime, eğitime, kültüre ve maneviyata yatırım yapmadılar. Batıdaki bütün demokratik gelişimlerin, insan hakları gelişiminin, hukukun üstünlüğü fikirlerinin hepsinin arkasında bir burjuva kültürü vardır. Burjuvanın olmadığı yerde demokrasi olmuyor, insan hakları olmuyor, hukukun üstünlüğü olmuyor ve doğayı korumakta olmuyor, kenti korumak da olmuyor. Avrupa’daki batıdaki burjuva sınıfı kendisini, köylüye düşman olarak görmemiştir. Bilakis birçok burjuvanın malikanesinin aslında yaşam alanının kırsal alanda olduğunu görüyoruz. Orayı koruduğunu ve üzerine titrediğini görüyoruz. Kırsal alan korunmuştur ama zenginleşen sınıf köyden ve köylüden ayırt edilmiştir. Yabancılaştırılmıştır. Köyle olan bağlarını koparmaya çalışmıştır. Kent dediğimiz şey modern bir olgu. Dolayısıyla köydeki kültürünüzü, kimliğinizi, değerlerinizi, kentte olduğu gibi devam ettiremezsiniz. Kentin cazibesi, kentin çoğulculuğudur. Bireyselliğidir ve önümüze sunduğu imkanlardır. Köyde çok küçük bir grup içerisinde inanç ve bir takım sosyal değerlere ait olursunuz ve bu size empoze edilir. Ama şehre geldiğinizde inanç alanı dahil her alanda bir çok seçeneğin olduğunu fark edersiniz. Bu noktada bireyin farklı yaşam tarzlarını, inançları, değerleri seçmesi, seçim konusu olarak düşünmesi, kader olarak görmemesi aslında kentin ve modernleşmenin, kişinin dünyasında yarattığı değişimi ifade ediyor.

Toplumumuzda sadece maddi değil manevi olarak da atalarımızdan miras alırız. Müslüman bir aileden geliyorsanız Müslümanlık miras olarak kalır. Bu durum bir bakıma diğer dinler için de geçerlidir.  Bu bağlamda gelenek ve göreneğin de miras olarak kaldığını düşünürsek modern dünyada insanın konumu hakkında neler söylemek istersiniz?

Her şeyden modernleşme mirasa dayanmaz. Bilakis bireysel özgürlüğe dayanır. Birey dinini, milliyetini, kimliğini, yaşam tarzını miras alan kişi değildir. Onlar üzerinde tercihte bulunan, kendisini var eden kişidir. Mirasta birey yoktur, daha öncekilerinin yaptığını sadece devroluyorsunuzdur. Ama modernleşme devralmaktan daha ziyade bireye özgürce, akıllıca kendisi için iyi gördüğü, olumlu gördüğü, güzel gördüğü inançları değerleri tercih etme imkanı sunar. Eleştirme veya reddetme konforu verir. Modernleşmede miras olmadığı gibi mirasyedilik yoktur. Sürekli kendini inşa etmek vardır. Modernleşmede birey  mirasyedi değil aktördür. Kent bağlamında da öyledir. Siz köyde iseniz, miras aldığınız yaşam tarzını yaşamınız boyunca devam ettirebilirsiniz. Ancak bu durum kentte tam tersi sonuçlar ortaya koyar. Modernleşme ve kentleşme size miras aldığınızın ötesine geçmeyi, ona yeni bir şeyler eklemeyi zorunlu kılar Ondan dolayı kentte yaşamak bir donanım işidir, bir modernleşme işidir. Eğer kentte yaşamaya hazır değilseniz, kentli olma yeteneğine ve kapasitesine sahip değilseniz  sinik, silik ve güdük olarak yaşarsınız. Oysa kent sizin kendinizi ortaya çıkarmanızı, kendi tercihlerinizi ortaya koymanızı, ben varım demenizi, birey olarak aktif olmanızı ön görüyor.

“KÜRESELLEŞME BİR MEYDAN OKUMA DEMEK”

Bir de Küreselleşme dediğimiz bir kavram var. Kimine göre iyi kimine göre kötü. Hatta yeniden ulus devletler öncesi son durak olarak değerlendiren var. Buna kanıt olarak Avrupa’da ve dünyada aşırı sağ hareketlerin yükselmesini gösteriyorlar. Sizce küreselleşme nedir? Nereye gidiyor?

Küreselleşme uzun süredir yaşadığımız bir olgu. Nasıl köyden kente geliş, insanı radikal bir şekilde değiştiriyorsa, yerelden, ulusala ve küresele geçişte insanı değiştiriyor.  Şu anda hakikaten, geleneksel sınırların buharlaşması anlamında bir küreselleşme yaşıyoruz. Yani artık 5-6 saat içerisinde dünyanın bir öteki ucuna gidebiliyoruz. Hepimizin hayatında farklı kültürlerden, farklı toplumlardan dostlarımız var, arkadaşlarımız var, ticari ortaklarımız var. Artık dünya kültürlerine çok rahat bir şekilde ulaşabiliyoruz. Her türlü bilgi internette hazır. Birçok farklı görüşten haberdar olabiliyoruz. Burada da küreselleşme kapasitemiz ve yeteneğimiz sorunu karşımıza çıkıyor. Eğer ulusal kimliğimiz, dini kimliğimiz, sosyal değerlerimiz bizi duygusal, düşünsel ve yaşam tarzı anlamında mühürlemişse, kapamışsa bizim küreselleşme kapasitemiz ve yeteneğimiz çok az oluyor anlamına gelir. Bir de küreselleşme bir meydan okuma demek. Siz bu meydan okumada kendi kabuğunuzdan çıkmak zorundasınız. Siz artık sadece  birey ile değil  bütün dünya ile muhatap olmak zorundasınız. Fakat siz nasıl muhatap olacağınızı ve dünyaya nasıl bir cevap vereceğinizi bilmiyorsunuz. Bu durumda küreselleşme sizi korkutabilir. Küreselleşme ile kurduğunuz olumsuz deneyim sizi ulus kimliğinize, değerlerine daha sıkı sarılmanıza doğru itecektir. Böyle bir durumda küreselleşme ile başa çıkma biçiminin otoriter ve totaliter liderlikler, kimlikler ya da ulus devletler olabileceği şeklinde bir eğilim ortaya çıkabilir. Popülizm dediğimiz, otoriterizmin, totaliteryalizmin ortaya çıkışı yada yükselen dalga oluşu, insanların küreselleşmeye cevap verme kapasitelerinin ve yeteneklerinin yetersiz oluşu ile ilgili bir husus. Bence küreselleşme devam edecek  ama özgün kimliklerin, yerel kimliklerin, yerel kültürlerin önemsiz olacağı, kaybolacağı anlamına gelmeyecek. İnsanlar küreselleşirken aynı zamanda yerel kimliklerini ve kültürlerini de korumaya devam edecekler.

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 366 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI