30-12-2024 01:42:29 Son Güncelleme: 30-12-2024 01:46:29

Prof.Dr.Celalettin Yanık Yazdı: Şehir İçinde Şehirsizlik ve Medeniyetsizlik

Kelimelerin anlamının amorf âlemi içerisinde yüzüyoruz bazen. Bu amorf kelimelerden biri de şehir. Peki, neden şehir...
Prof.Dr.Celalettin Yanık Yazdı: Şehir İçinde Şehirsizlik ve Medeniyetsizlik

 

Prof.Dr.Celalettin Yanık / Uludağ Üniversitesi

Kelimelerin anlamının amorf âlemi içerisinde yüzüyoruz bazen. Bu amorf kelimelerden biri de şehir. Peki, neden şehir? Çünkü bu kelime yerine kent kelimesini koyarak başladık zihinlerdeki amorfluğa. Zira şehir köken olarak Farsçaydı ve bu kelimeyi Arapça zannederek yerine Öztürkçe kent koyma gayesi güdüldü. Ancak şehir kelimesinin yerine konulan kent de Farsçaydı. Nasıl bir aklı evvellik ki bu, kelimeleri bir hışımla değiştirerek anlam âlemleri de değiştirilmek isteniyordu. Histerik bir vaziyet alıştan başka bir şey demek gelmiyor zihinlere. Kelimeler ister Farsi ister Türkçe ister Arapça ister Latince kökenden geliyor olsun, bu kelimelerdir bize düşünmeyi sağlayan ve şuur bulutlarını üzerimize çeken. Ne yazık ki Türkçe sevdası Türkçe faşizmine dönüştü kelimelerde. Sonrasını düşünmeden; sanki evveli düşünülmüş gibi…Bu konuda uzun tartışmalar yapıldı, yapılıyor ve muhtemelen yapılacaktır, fakat benim üzerinde durmak istediğim konu şehir hayatında yaşanan dönüşümün birey üzerindeki tesirlerine odaklanmak olacak.         

Her birimiz şehirlerde yaşıyoruz, buralarda nefes alıp veriyor, düşünmeye çalışıyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz. Adeta bir hengâmenin içerisinde oradan oraya koşup duran canlı ama ölü vaziyetteki yaratıklar misali neyi neden yaptığını bilmeden/bilemeden bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Aydınlanma düşüncesi ile tahayyül edilen rasyonel bireyin bu koşuşturması, irrasyonelitenin halâ aramızda dolaştığını gösteriyor. Geçmişin kalıpları, şeyleri ve formları yıkılmış, harabeye uğramış bir vaziyette buluyoruz kendimizi kalabalıklar arasında. Bazen her birimiz o kalabalığın içerisine dalıyoruz ne yaptığımızı bilmeden, akışa bırakıyoruz kendimizi. Akışkan hayatların birer mensubu oluyoruz bir anda. Akış içerisinde kalabalığın o güçlü ve kudretli akışında zihnimiz dumura uğruyor çoğu zaman. Bir an durmak isteği beliriyor zihnimizde. Durduğumuz an, önemlidir. Durduğumuz anda görebileceğimiz şeyler sıralanıyor gözlerimize ve şuurumuza. Bunlar hemen beliriyor göz kapaklarımızın arasından. Nelerdir bunlar peki? Akışın içerisinde tüketme yer alıyor: zamanı, anı, parayı, nefesi ve bilahare kendimizi tüketme. Şehir hayatı bu tüketimin ve tüketmenin merkezleridir. Büyük bulvarları, geniş caddeleri ve neon ışıkları ile modernitenin ve modern insanın kendisini içerisinde tüketerek kaybettiği mekânlardır.          

Modern şehirler yukarıda anlatılanların mekânsal tecessümleriydi. Artık postist şehirler ile karşı karşıyayız. Modern şehirler en azından veya kısmen bir yapı sunabiliyordu. Bu yapılarını geleneksel şehirlerin topografyasını ve kültürlerini yıkarak meydana getirmişlerdi. Şimdi ise postist şehirlerde bu modern şehirlerin meydana getirdiği tüm yapısal birliktelikler ve mekânsal zorlamalar birer birer yıkılıyor. Her birimizin gözleri önünde gerçekleşen bu yıkımı temaşa ediyoruz sadece. Modern şehirler en azından merkezlerinde çevrelerinden gelecek olan kültürel cereyana açıktı. Postist şehirler ise bu kültürel cereyana ve geçişe mesafeler ve barikatlar koydu. Kültürel öğelerin giremediği şehirlerle karşı karşıyayız şimdi. Adına steril şehirler, şehir içinde şehirler koysak da özünde kültürün yokluğu, yok edilişi yatıyor.

Modern paradigmada temel doktrin şudur: insan kültür yapıcısıdır. Ancak modernite ile birlikte bu kültür yapıcılık akamate uğratılmış, yerine şeyleşmiş ve yabancılaşmış bir birey kalmıştır. Bugün ise bundan daha da öte bir bireyle karşı karşıyayız. Şizoid ve histerik bir birey gündemimizde. Bu elbette ki sadece psikolojinin gündemini teşkil etmiyor, bilakis sosyolojinin de gündemini teşkil etmekte. Neden mi? Çünkü insan sosyal bir varlık. O, sosyal bir halita. Düşünmesi, tefekkürü, yemesi ve içmesi sosyal varlık olmasının nişanesidir. Yoksa bir Hay değiliz, hele ki “sosyal” medyanın sıklıkla kullanıldığı bu dönemde bir Hay olamayız. Ancak münzevi bir hayatın teşhir edildiği sahneler artık postist mekânlarla terennüm ediyor. Steril binalarda, steril apartmanlarda, post-modern kayıtsızlık sergileyen histerik bireylere dönüştürülüyoruz, hakikatte dönüştürüldük bile. Şehir merkezine bireyleri çekerek, çevreden merkeze doğru bir kültürel yayılma gerçekleşiyordu. Fakat şimdi artık bu türden bir aktarımı gerçekleştirmeyecek mekânları vücuda getiriyoruz. Şehir içinde şehir konseptleri, şehrin çevresinde meydana getirilen adeta uzay üslerini andıran villalar bütünlüğü ile histerik bireysellik hayatımızda yer edinmeye başladı. Postist kayıtsızların mekânları olarak nitelenebilecek bu mekân(sızlık)lar, bireyi zorluyor; özellikle bireyin bireyselleşmesini daha fazla sağlayarak zorluyor. Bireye tüm her şeyiyle karar yükünü bindirerek zorluyor. Her şeyi tüketmek adına her şeye karar vermek zorunda olan birey, artık karar vermekten yorgun ve bıkkın bir vaziyette. Bu mekân(sızlık)lar, bireye her daim karar verdirmek için zorlayan yersiz yurtsuzluklara dönüşmüş vaziyette. Zira bu türden mekânlarda yaşanılmıyor, kalınılıyor sadece. Adeta vaat edilen cennette yaşanılan cehennem bu yersiz yurtsuzluklar. Neden hikâyelerin, romanların yazılamadığını şimdi anlıyor musunuz? Hatta neden bir medeniyet tasavvuru günümüzde çıkarılamadığını da…Çünkü insanın mekanla olan etkileşimi ortadan kaldırıldı. İnsanın mekânla olan etkileşimi beşeriyet adını verdiğimiz medeniyet öğesinin temel parametresiydi. Şimdi ne mi oluyor? Şimdi olan şey, beniden banaya geçişin olamadığı, aksine başkası ile konuşmaktan “siri” gibi bir yapay zekânın makine sesine kendisini kaptıran histerik ve şizoid karakterlere dönüşüyoruz. Bireyin kendisini bulamadığı, mekanize hayatın dar kalıplarına sıkıştırıldığı hayatsızlığın, beşeriyetsizliğin ve medeniyetsizliğin pejmürdeliğinde kendimizi kaybediyoruz. Sadece kendimizi değil, her şeyimizi kaybediyoruz ve bunu izlemekle kifayet ediyoruz. Şehir artık yok, yerine şehirsizlik, yersizlik ve yurtsuzluk var. Neon ışıklarıyla yaratılan cehennemi ışıkta birey, fototropizm yaşıyor. Bunu kendi ihtiraslarımız uğruna yapıyoruz; yani daha fazla para kazanmak, daha fazla hırslanmak, daha fazla tüketmek…Sonrasında kendimizle yüzleşmek zorunda kaldığımızda ise akıllı evlerimizde yapay zekaların emirlerine amade yaşamayı tercih etmenin dayanılmaz hafifliğine bırakıyoruz kendimizi. Kalınacak yere gelmeden önce akıllı telefonlarımızdan ışıkları, ısıları, sesleri ve kahveleri hazırlatabiliyoruz. Başka birine ihtiyaç duymadan yapabiliyoruz artık. Dolayısıyla bir aileye, bir tanıdığa, hoş bir sedaya ihtiyaç kalmıyor. Onlar kendilerinden uzak olsun yeter.

Akif’in dediği gibi, ey kaari bu anlattığım senin hikâyen. Bu hikâyeyi nasıl tamamlamak istiyorsan öyle tamamlayabilirsin. Ancak tamamlatılmak istenilen şey, bir cennet vaat etmiyor; kendi yalnızlığımızda ölümümüze talip olmaktan başka…Peki ne yapmalı? Biliyorum bu metni okuyanlar zihinlerinde yazarın çözüm önerisi olarak ne sunmak istediğini soruyordur. Ancak şunu ifade edeyim, eleştirdiğimiz şeye dönüşmeyelim. Her şeyi bir anda tüketmektense sonrasına bırakalım. Cevap elbette ki gelecektir.

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 582 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI