26-08-2024 01:17:05

Prof.Dr. Hakkı Uyar Yazdı: 30 Ağustos 1922: Çağdaş Türkiye’nin Öncüsü

Ağustos ayı Türk tarihinde askeri başarıların ayıdır. Malazgirt (26 Ağustos 1071), Otlukbeli (11 Ağustos 1473), Çaldıran (23 Ağustos 1514), Mercidabık (24 Ağustos 1516) ve Mohaç (29 Ağustos 1526) bu zaferler arasında sayılabilir.
Prof.Dr. Hakkı Uyar Yazdı: 30 Ağustos 1922:  Çağdaş Türkiye’nin Öncüsü

 

*Prof. Dr. Hakkı Uyar

Ağustos ayı Türk tarihinde askeri başarıların ayıdır. Malazgirt (26 Ağustos 1071), Otlukbeli (11 Ağustos 1473), Çaldıran (23 Ağustos 1514), Mercidabık (24 Ağustos 1516) ve Mohaç (29 Ağustos 1526) bu zaferler arasında sayılabilir. 16. yüzyıl içerisinde iki yerin fethini de bunlara ekleyebiliriz: Belgrat (Ağustos 1521) ve Kıbrıs (Ağustos 1571). Bu zaferlerden Mohaç için Yahya Kemal’in yazdığı “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” dizesi söz konusu zaferlerin coşkusunun ortak ifadesi gibidir. Bu tarihlerdeki yani 1500’lerdeki askeri başarılardan sonra ancak 1922’de Ağustos ayında (400 yıl sonra) yeni bir askeri başarı kazanabildik: 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz. Demek ki yüzyıllarca hep savunmada ve geri çekilmede kalmışız.

16. Yüzyıl sonrasında yaptığımız çoğu savaşta ağır yenilgiye uğramışız. Geri çekilmeyi bile becerememişiz. Bozguna uğramışız. Viyana 1683, Birinci Balkan Savaşı 1912 gibi. Yüzyıllar boyu geri çekilirken 1774-1923 arası, 150 yıl boyunca da göç almışız içeriye: Kırım, Balkanlar ve Kafkasya.

Geri çekilirken bozguna uğramamayı Eskişehir-Kütahya Savaşları sırasında bir tek yapabilmişiz. Atatürk, orduyu Sakarya nehrinin doğusuna çekmiş. Dağılmadan, bozguna dönüşmeden. Bir ay içerisinde de Yunan ordusunu durdurmuş, ölüm kalım savaşı ile yüzyıllar süren geri çekilişe son vermişiz. Ama Viyana önlerinden Ankara yakınlarına kadar çekildikten sonra. Dolayısıyla Osmanlı bir günde çökmedi. Hani denir ya Roma bir günde kurulmadı, Osmanlı da bir günde çökmedi.

Evet buraya nasıl geldik?

Osmanlı hiç şüphesiz uzun ömrü ve yayıldığı geniş coğrafya nedeniyle Türk ve İslam tarihinin en büyük imparatorluğudur. Batının insan kaynakları, sermaye birikimi ve üretim kapasitesi açısından üstünlüğüne rağmen Viyana önlerine kadar gidebilmiş; Avrupa’nın yanı sıra Asya ve Afrika’da geniş toprakları kontrol edebilmişti. Bir tür “Pax Ottomana” (Osmanlı Barışı) yaratabilmişti. 16. yüzyıldan sonra da Batı’nın yayılmasına en uzun süre direnebilen yine Osmanlı oldu. Ama fethettiği koca koca ülkeleri son birkaç yüzyılda arka arkaya kaybetmeye başladı. 1683 Viyana kuşatmasından başlayarak iki yüz yılı aşkın bir süre geri çekildi. Sofya, Manastır, Selanik, Belgrat, Budapeşte, Bağdat, Halep, Kahire, Mekke ve Medine gibi şehirler; Bulgaristan, Arnavutluk, Bosna Hersek, Yunanistan, Makedonya, Romanya, Sırbistan, Suriye, Irak, Lübnan, Mısır, Tunus, Cezayir gibi ülkeler; Kıbrıs, Girit gibi adalar birer birer yitirildi. Bugün bu toprakların fethedildiği ayı, günü ve yılı hatırlayan var mı? Bu fetihleri kutluyor muyuz? Kaybedilen yerin fethi nasıl kutlanacak ki?

1453’te Fatih’in fethettiği İstanbul’un fethini her 29 Mayıs’ta kutlayabiliyorsak bunu Kurtuluş Savaşı’nın başarılmasına ve Lozan’ın ardından 6 Ekim 1923’te İstanbul’un kurtarılmasına borçluyuz. Kurtuluş olmasaydı, fetih de kutlanamayacaktı; unutulup gidecekti. Tarihin tozlu sayfaları arasına karışacaktı. Benzer bir durum İzmir için de geçerlidir. Gerçi İzmir’in fethedildiği tarih ay ve gün itibarıyla bilinmemektedir. Ancak 25 Mart diye uydurma bir tarih üretildiyse de bu tarih tutmadı. 9 Eylül ise, İzmir’in kurtuluşunun ötesinde ülkenin kurtuluşu anlamına gelmektedir. Bu noktada İzmir, Türk’ün kızıl elma’sıdır; Kurtuluş Savaşı’nın başladığı ve bittiği yerdir. Diğer taraftan İzmir, Yunan için Megali İdea’nın mezar yeridir.

Büyük Taarruz öncesinde ülkede önemli bir çoğunluk düşmanı yenebileceğimize, denize dökebileceğimize inanmıyordu. İstanbul Hükümeti kısmını geçiyorum, onlar Sevr’i imzalayıp zaten hiç direnmemekten ve kendilerini İngiltere’nin insafına terk ettiler. Anadolu direnişinin isimleri bile Atatürk ve az sayıda insan hariç karşı taarruz yapabileceğimize çok da inanmıyordu. İki hedefi; tam bağımsızlık ve Misakı Milli gerçekleştirmek kolay da değildi. Elde avuçta yoktu, Tekalifi Milliye emirlerini hatırlayalım. Büyük Taarruz’da tek üstünlüğümüz süvari gücüydü. Bunların atlarını nallayacak nalbant yoktu, nalbant okulu açtık Ankara’da. Düşünün yokluğun boyutlarını. Üstelik taarruz etmek hayalinizde, bilincinizde, bilinçaltınızda yok. Yüzyıllar önce sona ermiş bu. Biz taarruz ettik ve taarruzda başarılı olduk (Bu arada Sarıkamış ve Kanal Harekatını analım!). Tek şansımız eldeki kısıtlı imkanlarla ani bir saldırı yapmaktı. 700 km’lik cephenin tümünde mi? Hayır. Gizlice askeri gücün büyük bölümü Afyon’a yığarak sürpriz bir saldırı yaparak başarı kazanabildik.

26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz, 18 Eylül 1922’de Anadolu’yu son Yunan askerinin terk edişine kadar sürdü. Bu süreçte Büyük Taarruz’un ardından iki önemli dönüm noktası vardır. Birincisi 30 Ağustos’taki Dumlupınar/Başkomutan Meydan Savaşı’dır. İkincisi ise İzmir’in kurtuluşudur. Bu toprakların ne büyük zorluklarla korunabildiğini ve zamanın ruhunu anlayabilmek için Malazgirt’e gitmek kadar Kocatepe’ye, Dumlupınar’a da gitmek bir zorunluluktur. Bunu iktidar cephesinden beklemek gerektiği gibi muhalefet cephesinden de beklemek gerekir. Unutmamak gerekir ki tarihsel bir süreklilik söz konusudur. Malazgirt de bizimdir, Büyük Taarruz da bizimdir. Biri diğerinin rakibi değildir. Malazgirt’i anlamlı kılan Büyük Taarruz’dur. Malazgirt Anadolu’nun vatan OLMASINI, Büyük Taarruz ise vatan KALMASINI sağladı. Tıpkı 29 Mayıs 1453 kadar, 6 Ekim 1923’ün anlamlı olması gibi… Biri İstanbul’un fethinin diğeri kurtuluşunun tarihidir. Yine hatırlatmak gerekir ki Kurtuluş Savaşı neticesi ile Osmanlı’ya başkentlik yapan Bursa, Edirne ve İstanbul kurtuldu.

Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yürütülen üç buçuk yıllık mücadeleye halkı razı etmek ve halkın elindeki kıt imkanları kullanarak, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki rekabetten yararlanarak savaşı kazanmak hiç de kolay olmadı. 26 Ağustos’ta Afyon’da başlayan kurtuluş mücadelesi 9 Eylül’de büyük ölçüde İzmir’de bitti. Bununla birlikte mücadele 9 Eylül günü bitmemişti. 12 Eylül’de Urla, 15 Eylül’de Alaçatı, 16 Eylül’de Çeşme ve 17 Eylül’de Karaburun kurtarıldı. İzmir’in kıyı şeridindeki ilçelerin kurtuluşu için geçen bir haftalık süre, bize, yürütülen mücadelenin ne kadar kıt imkanlarla ve bıçak sırtı bir mücadeleyle gerçekleştiğini göstermektedir.

İlginç bir noktaya değinmekte fayda var. Mustafa Kemal Paşa, başkomutan olarak başarının esas mimarı olmakla beraber, Afyon’un kurtulduğu Büyük Taarruz’un ertesi günü, 27 Ağustos’ta Meclis’e bir tebrik telgrafı gönderiyor. Düşünün başkomutan Meclis’i tebrik ediyor. Mütevaziliğe bakar mısınız? Ancak diğer taraftan bütün gücün o dönemde Meclis olduğunu, Gazi Meclis’in ülkeyi kurtaran ve devlet kuran bir Meclis olduğunu ve bunun dünya tarihindeki istisnai yerine dikkat çekmek gerekiyor. Atatürk, Temmuz 1919’dan Sakarya Savaşı sonuna kadar (Eylül 1921) üniforma giymiyor. Askerlikten istifa etmiş çünkü. Meclis ona Gazi unvanı ve Mareşal rütbesini verince giymeye başlıyor. Savaş bitince de çıkarıyor, bir daha bir iki istisna hariç giymiyor.

Büyük Taarruz ve ardından İzmir’in kurtuluşu, vatanın düşmandan temizlenmesiyle birlikte askeri başarılar döneminden ekonomik kalkınma ve çağdaşlaşma mücadelesi aşamasına geçildi. Çünkü tam bağımsızlığı elde etmek yetmeyecekti. Onu daimi kılmak için çağdaşlaşma bir zorunluluktu. Bu noktada Atatürk’ü dünyada istisnai kılan hem bağımsızlık hem de uygarlık savaşçısı olmasıydı. Dünyada iki özelliği bir arada barındıran başka bir lider bulunmamaktadır.

Atatürk’e “İzmir’i aldıktan sonra biraz dinlenirsiniz Paşam” diyen Halide Edip’e, Atatürk “Yunanlardan sonra daha birbirimizi yiyeceğiz!” yanıtını vermişti. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı ve bittiği yer olan İzmir, aynı zamanda kuruluşun da başladığı yer olmuştu. Kuruluşun gücü, kurtuluşun gücünden kaynaklanmaktaydı.

İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde Atatürk, yeni Türkiye’nin cihangir/fetihçi bir devlet olmayacağını, bir iktisat devleti olacağın ortaya koydu. Bu köklü bir zihniyet değişikliği idi, bir zihniyet devrimiydi. Bu o kadar önemli bir dönüşüm ki, aynı Kongrede Atatürk, Kanada’da İngiliz çiftçilerin Fransız silahlı gücünü yendiğini belirtir; nereden bilirsin bunu? Muazzam bir şey. Modern saban, kılıcı yendi der. Bu arada modern demesine dikkat edelim. Kara sabah değil, modern saban. Tarihin teferruatına dair böyle bir olaya Atatürk’ün hakimiyeti hayranlık uyandırıcı. Geçtiğimiz günlerde Atatürk’ün toplumu dönüştürmesine, ümmetten millete geçiş stratejisine dair düşünürken caba Atatürk psikoloji okudu mu, diye sordum. Sonra bireysel bilinçaltı ve kolektif bilinçaltı üzerine kafa yoran C. G. Jung okumuş mudur diye düşünürken, kitaplığına baktım Atatürk’ün. 1934 tarihli Ruhi Hayatta Laşuur adlı kitabı gördüm. Anladığım kadarıyla Atatürk kitabı okumanın ötesinde okumak için bizzat çevirtmiş. Gel de hayran olma bir kere daha. 

Askeri kadro içerisinde Atatürk’ün liderliğini sağlayan şey dehası ve cesareti idi. Diğerleri de Atatürk gibi şüphesiz iyi asker ve idealist, vatansever insanlardı. Ancak dediğim gibi Atatürk’ün lider yapan dehası ve cesaretidir. O kuşağı anlamak istersek, Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nı Şevket Süreyya’nın Suyu Arayan Adam’ını ve Şerafettin Turan hocanın incecik bir kitabı var, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler ve Kitaplar. Bunlar keyifle ve kolayca okunabilecek kitaplar. Zamanın ruhunu (zeitgeist) anlamanın yolu biraz buradan geçiyor.

Atatürk’ün cesareti dedim ama diğer taraftan şunu da söylemek lazım. İsmet Paşa Lozan görüşmeleri sırasında Meclis’te şu cümleyi kuruyor:

“Harekâtı Milliye’nin hiçbir safhasında hesapsız bir karar ve hesapsız bir cüret yoktur”.

Bu cümle üzerine ayrı bir konuşma yapmak, makale yazmak gerekir. Bu hesap kitap işi başta Atatürk olmak üzere etrafındaki kurmay kadrosunun işidir.

Lozan Barış Konferansı görüşmeleri sürerken yurt gezisine çıkan ve devrimler için toplumu hazırlamaya girişen Atatürk, Alaşehir’de halka şunları söylemişti:

Arkadaşlar! Bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi, bilim ve kültür zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketinizi gerçek kurtuluşa ulaştırmış sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri başarılarımızla böbürlenmeyelim. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım”.

Dolayısıyla tam bağımsızlık için yürütülen savaş sona ermiş, artık uygarlık savaşı başlamıştı. Atatürk bu noktada 20. Yüzyılın en önemli bağımsızlık savaşının lideri olmasının yanı sıra aynı zamanda uygarlık savaşının da lideriydi. Dünyada Atatürk gibi hem bağımsızlık savaşı liderliğini hem de uygarlık savaşı liderliğini şahsında birleştiren başka bir lider yoktur. Dünya çapında etki yaratan üç büyük devrimden (Fransız, Sovyet ve Türk devrimleri) birinin lideri O’dur.

Uygarlık Savaşı’na yönelmede Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası olan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Dumlupınar Zaferi’nin büyük etkisi vardır. Nitekim bu zaferin ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Lozan Barış Antlaşması imzalandı, Ankara başkent oldu, Cumhuriyet ilan edildi, Halifelik kaldırıldı… Tüm bu değişikliklerin ve devrimlerin ardından 30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar Zaferi’nin yıldönümünde yaptığı konuşmada Atatürk, zaferin nasıl kazanıldığına değindikten sonra uygarlık savaşına vurgu yaptı:

“Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştanbaşa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar”.  

Atatürk konuşmasının sonunda gençlere seslendi ve uygarlık savaşını tamamlama görevinin gençlere ait olduğunu belirtti:

“Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile, insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.

Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz”.

Atatürk’ün 1933’te 10. Yıl Nutku’nda büyük bir inançla dile getirdiği “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” ifadesine yol açan devrimci sürecin başlangıç noktası 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşunun kazandırdığı karizmatik liderlik ve ülkenin kurtuluşunun getirdiği ivmedir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken Türkiye hem bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak hem de çağdaşlık mücadelesini sürdürmek zorundadır. Pusulası da Milli Mücadele ruhu ve Cumhuriyetin kurucu değerleridir.

 

*Dokuz Eylül Üniversitesi

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 240 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI