Prof.Dr.Kemal Arı / İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi
Türk Devrimi başarıya ulaştı mı ulaşmadı mı tartışmaları yapılıyordu bu ülkede bir zamanlar...
Öyle ki yerli düşün insanları yanında yabancılar da bu konularda yazar çizer; Türk Devrimi ile Türk Ulusu’nun yarattığı olağanüstü dönüşüme bakarak, ilk kez İslam Dünyası’nda Türkler’in demokrasi kültürünü benimsemiş bir topluluk olarak, doğunun yazgısını değiştirdiği söylenir dururdu...
1970’li yılların düşün önderlerinin genel olarak üzerinde durdukları kavram “Batılılaşmak” tı... Batılılaşmak, çağdaşlaşmak kavramı ile eş anlamlı görülürken; kimileri de geleneksel değerlere vurgu yaparak, batılılaşmak kavramını daha geniş bir çerçevede ele alıyordu. Bunlar kültürü daha dar bir çerçevede ele alarak, batılılaşmayı çağdaşlaşmak kavramından ayırırlardı. Oysa birinci düşüncede olanlar, batılılaşmak kavramında bir coğrafyayı ifade etmediklerini, batının Aydınlanma kültürünün altını çizmeye çalıştıklarını belirtirlerdi. Türkiye’de öyle ya da böyle bu tür konularda entellektüel düzeyde yorum yapan bir aydın-elit zümreyi yaratabilmişti bu toplum. Dolayısıyla, Türk Devrimi’nin kuramsal yönden irdelenmesinin en canlı örnekleri, bir on yıl öncesinde başlamış olmasına karşın, en çok bu yıllarda verildi...
Sonra başka kuramcılar ortaya çıktı yerli ve yabancı...
Onlar dünyada değişen koşullara koşut olarak, Türkiye’nin geleneksel çağdaşlaşma çizgisinden hareket ederek, kendi içinde bir evrilişin gerekli olduğunu savunuyorlardı. Çünkü artık Soğuk Savaş döneminde özellikle ABD’nin bölgede müdahalesi çok daha etkiliydi...
SSCB ile ABD arasındaki gerilim; gelişen sanayilere koşut olarak enerji havzalarında güç gösterisine neden olmuştu. Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden sonra ABD bölge ülkeleriyle çok daha içli dışlı olmaya başlamıştı. Kendisi şimdi bölgeye yeni bir düzen vermeye çalışıyor; ancak bölgede istediği gibi at koşturabilmek için, tam bağımsızlık ilkesinden hareket eden ulusal yapıları güçlenen devletlerden pek hoşlanmıyordu. Çünkü bu düşünceleri savunan ülkelerle işbirliği yapmasının güçlükleri vardı. Özellikle Türkiye’de ve Mısır’da kimi milliyetçi akımların ve bu etkiyle kendini ifade eden kesimlerin yurtsever duruşu, ABD’nin hiç hoşuna gitmiyordu. Mısır’daki toplumsal yapının daha yüzeysel bir milliyetçi temele dayandığı, onun azıcık kazınıp altına inildiğinde, şeriatçı eğilimlerin sırıtıp durduğu görülüyordu. Çünkü Mısır hiç bir zaman gerçek anlamda laik olamamıştı. Bunu başarabildiği ölçüde, Mustafa Kemal Atatürk Türkiyesi başarmıştı ve Türk toplumunda bu mayanın büyük ölçüde tuttuğu görülüyordu.
Hem yurtsever, hem laik; hem akılcı ve bilimsel düşünceden yana olan kitleler, emperyalizm için kuşkusuz büyük bir engel oluşturuyordu.
Böylece bu tarihlerden sonra, Çağdaşlaşma ve batılılaşma kavramlarında bir algı değişimi yaşanmaya başlandı. 12 Eylül 1980 öncesinde başlayan aydın kıyımı, 12 Eylül sonrasında da hunharca sürdü. Hedef alınan aydınlar bağımsızlıkçı ve Atatürkçü kimliği güçlü olan kişiliklerdi. Aydınlarını yitiren Türk toplumu, bu emperyalist güdümünde gelişen düşüncelere karşı da savunmasız duruma gelmişti.
Örnek mi?
Prometheus’un yazgısı...
Ne yapmıştı?
Zeus, Olimpos’ta yaşayan büyük tanrıydı. Yoksul kitleleri düşündüğü yoktu. Onun derdi, o tanrıça, bu tanrıça; bir anlamda zevk’ü safa idi. Ancak toplum, karanlıklar içinde ve soğuktan tir tir titrer bir durumdaydı. Prometheus daha fazla buna dayanamadı. Çıktı Olimpos’a ve Zeus’un tekelinde olan ateş ve ışığı çaldı. Sonra bunları topluma götürdü. Ortalık aydınlandı; soğuk yerini ılıman bir sıcaklığa bıraktı. Ancak Zeus o denli öfkelenmişti ki; Prometheus’u yakalattı ve bir kayalığa bağlattı. Bir kartala da buyruğunu verdi: Kartal, her gün gidiyor; şeytan azapta gerektir diye Prometheus’un ciğerinden bir parçayı koparıyordu.
Böylece Prometheus öldü.
Ancak onun cesaretiyle bir kez toplum ışığı ve aydınlığı tanımıştı.
Türk Ulusu da Mustafa Kemal Atatürk ile Aydınlanmanın gür ışığı ve sıcaklığıyla tanıştı. Aydınlar; topluma o ışığı aktaran birer ateş böceği gibi karanlıkların üzerine serpilmişlerdi.. Ancak karanlıktan hoşlanan karanlık ruhlu emperyalizm, Türk toplumunu yeniden tutsak kılmak için, birer birer onun aydınlarını katletmekten geri durmadı.
Yazık, çok yazık!
Tıpkı Prometheus gibi; Muammer Aksoy’lar, Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalalı’lar; daha önceleri de Cavit Orhan Tütengiller; derken Bahriye Üçoklar ve daha kimler, kimler bu canavarın kurbanı oldular.
Şimdi düşünmek gerekiyor:
Türkiyede şu an, on-yirmi tane Uğur Mumcu olsa ve bunlar şu anda yine toplumun yüzünün akı olan gerçek aydınlara eklenseler; Türkiye nasıl bir Türkiye olurdu?
Düşünmeye değmez mi?
Aydınlarını yitiren toplumlar, karanlıklarda debelenen ve yolunu şaşıran kervanların durumuna düşer ve her an ona haramilerin saldırması an meselesidir.
Devam edelim; Türkiye’de ne oldu?
Bu dönem aşılınca; çoğulcu ve ileri demokrasi söylemi altında, özellikle laiklik kavramı sulandırılarak; dini argümanlarla siyaset yapan oluşumların önü 12 Eylül dönemiyle birlikte sonuna kadar açıldı. 12 Eylül’ün baş aktörü Kenan Evren gittiği her yerde kurandan ayetlerle ve kimi dini referanslarla mitingler düzenliyor; ilk kez dindar bir gençlik yetiştirmenin gerekliliğini, sol düşünceye karşı savaşımda önemli gördüğünü açıkça beyan ediyordu.
Oluşan bu iklim, aşama aşama bugünü hazırladı.
Bugün, kuşkusuz dünün sonucudur.
Ve gelecekte bugünün de yeni sonuçlarını bu toplum yaşayacak...
Ancak, yine de anımsatmadan edemeyiz:
Türkiye’nin batı ile ilişkilerinde ve kendi geleceğini yeniden kurgulamada, Atatürkçülük’ten başka çözüm yolu yoktur. Çünkü Atatürkçülük bağımsızlıkçı, özgürlükçü ve ulusal devlet yanlısı bir dünya görüşüdür. Laiktir ve seküler yaşam biçimini toplum için öngörür.
Aklı ve bilimi rehber edinir...
Aydınlanma kültürünün bir uzantısı olarak, Anadolu’da yeşermiş özgürlükçü ve bağımsızlıkçı bir hareket olmakla birlikte, yine batı kültürünün ortaya çıkardığı emperyalizm karşıtı bir duruşla varlığını ortaya koyar...
Bugün Türkiye için en büyük tehlikenin ayrılıkçı siyasi oluşumlar, terör ve dinci dikta özlemleri olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki; Türkiye’nin ulusçu tepkileri, son yıllarda iyice örselenmiş; kimi masallarla sanki toplum bütünüyle uyutulmuş gibidir.
Bu gidişin sonu, açıkça kimliksizliktir. Ulus gerçeğini reddeden bir siyasal yaşamın ve toplumsal örgütlenme modelinin, laik düşünceli bir yurttaş tipi yaratamayacağı için, gerçek bir demokrasiyi içselleştirmesi de olanaksızdır.
O nedenle; hiç bir siyasal kutuplaşmaya girmeden Türkiye gerçeklerle yüzleşmeli ve ulusal kimlik, tam bağımsızlık, laiklik ve özgürlükçü çağdaşlaşma modellerini yeniden tartışmalıdır.
Yoksa; mevcut durum, bir sürüklenişten başka bir şey değildir. Denetimsiz sürüklenişin sonu, bir engele toslamak ve çarpışın şiddetine göre belki de un ufak olmaktır. Bu yönden bakıldığında, temel ilkelerini yitirmiş; örneğin milli kimliğinden uzaklaşmış bir Türkiye’nin ne iç ne de dış politikada geleceğini hayra alamet görmek, nasıl olanaklı olabilir?
Düşünebiliyor musunuz; millet var, bu milletin adı yok; yine millet var, bu milletin milli dış politikası yok...
Bu iki yokluk, bir tek var olanı, yani Ulus/ Millet gerçeğini de yok eder.
Bu ise bütünüyle kimliksizliktir.
Biz Türküz...
Irkçılığı reddeder ve kendini bu duyguda bütünleşmiş herkesi Türk sayarız...
Üreten, ürettiğinden fazlasını tüketmeyen; tasarruf düşüncesini geliştirmiş, birey kimliğini güçlendirmiş; aklı ve bilimi önemseyen, doğayı, toplumsal yaşantıyı ve dünyayı buna göre yorumlayan; aydınlanma kültürünü tanıyan, ama kendi tarihini ve öz kimliğini de içselleştirip benimsemiş kuşaklar yetiştirmek zorundayız.
Gençliğimizi hiç bir zaman biri ya da birilerinin siyasal saplantılarının kurbanı yapamayız.
Gençlik, bugünden geleceğe uzanan gür filizlerimiz olmak zorundadır. Onlar yönünü ufka yöneltmelidir; göğün maviliğine ve enginliğine; ağacın köklerine ve toprağın içindeki karanlıklara değil...
“O partinin gençliği, bu partinin gençliği, şu cemaatin ya da şu etnik kökenin gençliği!” sözlerinin hiç birine katılmıyorum...
Türkiye’de tek bir gençlik vardır:
O da; Türk Gençliği’dir...
Bunun evelemesi gevelemesi olamaz...
Türkiye hukukun üstünlüğüne inanan, yönünü demokratik batı dünyasına çevirmiş; üniter devlet yapısını korumak zorunluluğu içinde olan; bu gerekliliği yerine getiremezse, parçalanmanın eşiğine yuvarlanma tehlikesi bulunan bir ülkedir.
Bu kavramlarla nasıl oynanabilir ve bu tehlikelerin önü, “ileri demokrasi masalları” ile açılabilir?
Bu ateşle oynamak kadar tehlikeli bir şeydir.
Türk gençliği ise, bütün çağdaş ve ileri düşünce ve teknoloji ile donatılmalıdır.
Beyinler, parangalarla sarmalanmış biçimde geleceği kurgulayamazlar....
Onu besleyen, akılcı yaklaşımlar, bilim ve özgür düşüncedir...
O tarikata itaat, bu cemaatin irşadına göre hareket...
Akılcı ve bilimsel düşünceyi ilke edinmiş körpe beyinler, bu kalıplara girmeye nasıl zorlanabilir?
Çünkü dünya bir yarış içindedir.
Dünya toplumları bilimde, teknolojide yarışarak geleceklerini oluştururken; dogmalarla körpecik beyinleri tam bir uyuşukluk içine itilmeye çalışılan gençliğimizin, öteki ülke kuşaklarıyla yarışması nasıl olanaklı olabilir?
Türkiye’yi seviyoruz.
Biz bir ulusuz...
Bağımsızlıkçı ve özgürlükçüyüz...
O halde gençlik, siyasal ereklerin aracı olamaz.
Açın gençliğin önünü!
Çünkü genç demek, gelecek demektir.
Ona ancak çağdaş, özgürlükçü, bağımısızlıkçı; kendi toplumsal değerleriyle de çelişmeyen duruş sahibi bir kimlik yakışır...
Bu özelliklerse Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirasta fazlasıyla var...
Her şey bizde, bizim özümüzde iken, başka şeylerde arayışta olmanın hiç bir anlamı yok...