Prof.Dr. Richard Falk / Eski BM İnsan Hakları Raportörü
Demokrasinin ciddi bir şekilde uluslararası hâle gelmesi soğuk savaşın son safhalarında olmuştur ve hükümetin rolünün neo-liberal ekonomi açısından görülmesi temayülü ile yakından bağlantılıdır. Bu açıdan o Batı'da ekonomi politikası açısından refah devletine yönelen ve "demokrasiyi hiçbir ekonomi politikası ile irtibatlandırmayan Keynesçiliğe bağlılığı tersine çevirdi. Fakat 1980'lerde Thatcher/Reagan liderliği demokrasiyi hükümetin sos- yal rolünü küçültmek üzerinde yoğunlaşan ekonomik politikalar bir dizi dogmatik fikir ile irtibatlandırdı. "Pazar-yönelişli anayasacılık" deyimi bu dönemde ortaya çıkmış ve önde gelen endüstri- leşmiş devletlerin yıllık ekonomik zirvesi olan Yediler Grubu'nun Houston toplantısının sonunda açıklanan Deklarasyon'da olduğu gibi, Batı siyasetinin otoriter ifadelerinde kullanılmıştır. Napolyon sonrası Avrupa'nın hanedan veliahtlığını siyasî meşruiyetin tek kaynağı gösterme çabalarından bu yana, hiçbir zaman toplumu organize etme yollarından bir tanesi millî seviyede yegâne makbul hükümet şekli olarak öne sürülmemiştir.
Neo-liberal ekonominin bir anayasal otorite çerçevesi ile böylece kaynaşması özelleştirme, ticaretin daha az düzenlenmesi, düşük vergilendirme, sosyal koruma ve yardımların azaltılması, en küçük devlet tarzının teşvikini ve giderek artan bir şekilde kültür, eğitim ve çevrenin korunması gibi kamu yararına olan projeleri finanse etmeye karşı direnmeyi ihtiva etmekteydi. Özetle, İsviçre modelini takip eden refah devleti modeli "gayr-i meşru" hâle geldi. "Hissiz devlet", çok dar ve sosyal bakımından geriye giden bir şekilde tanımlanmış bir "demokrasi" bayrağı altında "merhametli devlet” in önüne geçiyordu. Bundan da öte, söz konusu demokrasi modeli "küresel kapitalin disiplini" ve onun dünya ekonomisine başarılı katılımın temeli olarak vurguladığı "rekabetçilik" tarafından destekleniyordu. "Dünya ekonomisine adaptasyon böyle bir sosyal siyaseti zorunlu kılar mı yoksa dezavantajlı durumdaki vatandaşların iddialarına sosyal açıdan hassas bir bakış açısını devam ettirmekle rekabet etme gücünü ortadan kaldırır mı?" konusunda hâlâ devam eden bir tartışma var.
Burada birbirine yakın bir şekilde bağlı iki iddia olduğuna dikkat etmek gerekir: Bir tarafta demokratik yönetim fikrinin ekonomi politikası hakkında özünde neo-liberal fikirleri barındıran tek bir modele indirgenmesi; diğer tarafta, küresel dünya ekonomisinde başarının devleti -özellikle sosyal refahı destekleyici fonksiyonu açısından küçültmeye dayandığı hakkındaki yapısal iddia. Böylece "demokrasi", siyasetin uluslararası bir aracı olarak çoğu zaman halka dönük olmaktan ziyade sermayeye dönük oldu. Bu tutum, Suharto'nun Endonezya'sında olduğu gibi devle- tin başarısız olması ve IMF kurallarının empoze edilmesiyle baskıcı ve ahlaksız bir liderin düşürülmesi gibi müspet bir etki yaptı. Aynı şekilde şurası da bir gerçektir ki, "demokrasi"nin teşviki anti-demokratik hükümet biçimlerinin kabalıklarını ve aşırılıklarını gözler önüne sermektedir. Yine özellikle baskıcı bazı durumlarda, seçime dayalı demokrasi sonunda neo-liberal bir siyaset içerse bile kısa dönemde özgürleştirici olabilir. Bundan dolayı "demokrasi"nin yükselişi şu ana kadar uluslararası bir ilgi odağı olarak karmaşık bir sicile sahip.
Demokrasi söyleminin uluslararası rolü kesinlikle birtakım unsurlardan etkilenmiştir:
İnsan hakları ve demokrasi mücadelesinin 1980'lerden bu yana muhalif grupların çabalarında birbirine karışması; bu normatif vurgu, bir yandan çok güçlü bir şekilde kitleleri hareke geçirici tesir yaratırken, bir yandan da Batı'dan sempati ve destek kazandırmıştır; Bu ülkelerde vatandaşların şiddet içermeyen hareketlerle ayaklanması siyasî açıdan başarılı bir proje olduğu ispatlanmış "bir demokrasi ruhu" nun tecessüm edişi olarak görüldü.
Uluslararası alanda ayırımcılığa karşı kampanya, kısmen ırk açısından şartlara haiz olmayanları dışarda bırakacak şekilde ırk kriteri üzerine kurulu yönetim sistemlerinin gayr-i meşrululuğu üzerine kurulmuştu; böylece, bu durum devlet/toplum ilişkisinde asgarî demokratik standartların uluslar arası alanda aranması şartına normatif destek sağladı; Güney Afrika'da ayırımcı yöne- timden sonra hukuk devletinin gelmesi ve dünyada Nelson Mandela'ya karşı duyulan muazzam hayranlık gayr-i meşru rejimden uzaklaşmanın demokrasiye geçişi ihtiva ettiği izlenimini güçlendirmektedir (fakat benim görüşüme göre, daha önceki bölümde anlatıldığı gibi liberal demokrasiye değil);
Sovyet blokunun çökmesi, sosyalist yönetim biçimlerini siyasî olarak tatsız, iktisadî olarak felakete götürücü gözden düşmeye götürdü. Bu olay, ideolojik olarak Sovyetler ‘in rakibi ABD'nin pazara dönük anayasalcılığının üstünlüğünü ispatlıyormuş gibi yorumlandı; bu tepki Francis Fukuyama'nın yaygın bir şekilde okunup tartışılan "Tarihin Sonu" başlıklı zafer müjdecisi makalesinde en bariz ifadesini buldu; "Demokrasi"nin üstünlüğü, kısmen aynı minval üzere "demokratik barış teorisi" tarafından da desteklendi. Bu teorinin emprik iddiası şöyledir: Demokratik yönetimler birbirlerine savaş açmazlar ve "demokrasi"nin yaygınlaştırılması dünyada "barış" bölgesini genişletecektir.
Siyasî İslâm'ın yükselişi, iyi bir yönetim şekli olarak bu demokrasi görüşüne kesin bir tehdit olarak algılandı; her şeyden ön- ce, İslâm jeopolitik açıdan önemli olan ülkeleri etkileyen ikinci bir "meşruiyet" modeli teklif etti ve Batı çıkar ve değerlerine düşman olarak algılandı; Filistin direnişinin daha fazla militan şekilleri İslâm ve terörizm ile irtibatlandırıldı; aynı şekilde, İran Devrimi' nin İslâm'ı Batı'ya karşı sürdüğü görüldü; bu değerlendirmeye 1979 yılında Tahran'da Amerikan Elçiliği'nin öğrenciler tarafından işgali sırasında medya tarafından büyük yer verildi; bu bakış açılarından, siyasî İslâm "demokrasi"nin düşmanı olarak görüldü, ve hatta İran'da anayasal yönetim ve seçime dayalı idare şüphe ile tebrik edildi ve Cezayir'de İslâmî bakış açılarını destekleyen demokratik sonuçların tersyüz edilmesi görmemezlikten gelindi; daha derin bir anlamda, siyasî İslâm'ın muhtelif şekilleri gerçekten Batı'da kilise-devlet ayırımı temeli üzerinde tekâmül eden ve bu nedenle demokratik bir devletin zorunlu olarak lâik olduğunu, "din hürriyeti" nin özel alanı alâkadar eden bir uygulama olduğunu ima eden ve devlete tolerans gösterme ve ayırıcılık yapmama vazifesi empoze eden bir demokratik modele meydan okur. Huntington ‘un "medeniyetlerin çatışması" konusundaki iddiası kısmen bu gibi mevzularda Batı'yı bir kenara ayıran medeniyetsel bölünmeye dayanmaktadır; dikkat ediniz Huntington, Batı Aydınlanması modelinin evrensel geçerliliğini iddia etmemekte, böylece gelmekte olan müstakbel "çatışma" konusundaki iddiasına rağmen medeniyetler arası tolerans sergilemektedir.
Açıkça görülmektedir ki, bir dizi tarihî unsur Batı'da demokrasi hakkındaki söylemi siyasî İslâm'ın yükselişini Batı'nın küresel projesi ile uyumsuz olarak görmeye itti. Bu görüş, "demokrasi" yanlış bir şekilde neo-liberal ekonomi ile birleştirilmiştir şeklindeki iddianın ötesine gitmektedir. Daha ileri giden iddia şudur: Laiklik "demokrasi"nin özünde vardır ve Siyasî İslâm, özü itibariyle "anti-demokratik"tir. 1992 yılında Cezayir'de seçim sonuçlarını bir kenara atmaya yönelik askerî müdahaleyi kabul etmenin meşrulaştırılması kısmen FİS'in bir kere iktidara geldikten sonra müteakip seçimde kendi aleyhine bir sonuç ortaya çıktığında iktidardan ayrılmayacağına dayanıyordu. Bu endişenin temelleri vardır; meselâ İran'da İslâm'ı kabul etmeyen veya kabul etmiyormuş gibi algılanan adayların, milletvekilliği için yarışa girmelerine bile müsaade edilmemektedir.
Siyasî İslâm'ın demokrasiyle olan ilişkisinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Şu anda, Batılı modellerin demokrasinin kabul edilebilir bütün şekillerini ortaya koymadığı kabul edilse bile, bu ilişki bulanıktır. Her şeyden önce, siyasî İslâm ile ona mensup olmayanların ilişkisi meselesi var ve ikinci olarak, İslâmî fikir ve uygulamaların Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi gibi daha evrensel olarak kabule mazhar olmuş olan fikir ve uygulamalarla ne dereceye kadar bağdaştığı meselesi var.
Antik Atina'da vatandaşların demokratik eğilimleri askerî liderlerin mutedil tavsiyelerini reddedip kendi kendini tahrip eden bir savaşa girdiklerinden bu yana, demokrasi adına yapılan güzel iddialara şüpheci bakan derin düşünürler olagelmiştir. Atina'daki siyasî hayatın kalitesi üzerindeki ölümcül etkisine dayanarak, Platon, Aristoteles ve Thucydides demokrasinin şiddetli muhalifi olmuşlardır. Daha yakın dönemde ABD'de bile vatandaşların arzularının, özellikle uluslararası alanda, akılcı ve mutedil siyasetler doğurmadığına inanan tanınmış eleştirmenleri olmuştur. Bu eleştirmenler arasında Walter Lipman, George Kennan ve Henri Kissinger vardır. Bunların hepsi dış siyasetin "en kaliteli ve akıllılar" yani Dış İlişkiler Konseyi tarafından beslenen ve bazen "bilgeler" diye adlandırılan konsey yoluyla gizlice hareket eden içe kapalı küçük bir grup tarafından daha iyi şekilleneceği şeklinde bir görüşü savunma eğilimindedirler. Böylesi bir seçkincilik Vietnam Savaşı zamanında açıkça ortaya çıktığı gibi, bir çok açıdan güvenilmezdir ve vatandaşların müspet bir etki yapma yetkilerine çok olumsuz bir görünüm yansıtır.
Bununla beraber, eleştirisiz bir şekilde bütün demokrasi modellerini etkileyen temel kanaati, açık ifadesiyle liderlerin halka karşı hesap vermesi gerektiğinin, nihaî siyasî otorite kaynağının halk olduğunun eleştirisiz bağra basılması hakkında da endişelenmek için çok güçlü sebepler vardır. Bu nevi fikirler demokratik yönetim hakkındaki siyasî teoriye en azından Fransız Devriminden bu yana hâkim olmuştur. Bu noktadan hareketle bile, bir kaç hayatî olayda demokrasinin pratik sonuçlarını sorgulamak gerekir: Netanyahu'yu iktidara getiren ve Orta Doğu'da adil bir barışın geleceğini karartan İsrail seçimleri; müteaddit Sovyet Cumhuriyetleri'nde sabık komünistlere demokratik dönüş; Amerikalı vatandaşların liderlerine militarist sinyaller gönderme derecesi, Afganistan'ın ve özellikle de bir kaç ay önce Sudan'da bir ilaç fabrikasının bombalanması gibi, hukukî veya ahlâkî temeli olmasa bile yabancı bir ülkeyi bombalamayı hemen kazanılan bir siyasî popülarite kaynağı hâline getirmektedir.
Buradaki mesele demokrasinin dünyada müspet sonuçlar doğurabilmesi, "aydınlanmış bir halk"a bağlı olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında demokrasi, tarihin belli bir döneminde tecessüm etmiş bir siyasî kültürü veya en azından hâkim olmuş eğilimleri yansıtır. Eğer siyasî kültür şiddete ve zorlamaya dayalı çözümleri teşvik etme eğiliminde ise, bu takdirde, o toplumun liderleri ne kadar demokratik olursa siyasetleri de o kadar militarist olur. Böyle bir ilişki, tüm dünyada veya mahalli olarak güçlü olan ve sınırları ötesine askerî gücünü yansıtma seçeneğini elinde tutan devletler için özellikle doğrudur. Dünya siyasî sisteminde Amerikan rolünün bozulması ile ilişkisinden dolayı bu meseleye karşı benim özel bir ilgim var.
Bence, bozulmuş bir siyasî kültür meselesi, açık bir çözümü ol- mayan bir ikilem doğurur. Demokrasiden geri adım yönetimi yerleşik dahilî ve global düzeni destekleyen bir gündeme sahip, dar tabanlı bir elite yönetimi emanet edebilir. Demokrasiye bel bağlamak ise sorumsuz, müdahaleci ve tahripkâr bir dış ilişkiler davranış biçimi doğurabilir.
Tek ciddi çözüm, halkı, yetenek ve değerleri kaynaştıracak bir şekilde eğitmektir. Bu durum din, medeniyet, cinsiyet ve sınıf ayırımları arasında diyalog başlatır ve nihayet siyasî hedeflere ulaşmada şiddetin bir vasıta olarak rolü hakkındaki derin soruya götürür. Bu ikinci ideal, hem ulusal hem de uluslararası alanlarda askerî güç kullanımını azaltma (demilitarization)yı teşvik edebilir ve böylece bir çok önemli ülkede kökleşmiş tavır ve yapılarla kayda değer bir mücadele doğurabilir.