*Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
Soykırım, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde aşağıdaki şekilde tanımlanmıştır :
1- Ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun, toptan veya bir bölümünü yok etme niyetiyle, bir grubun üyelerini öldürmek,
2- Bir grubun üyelerine bedensel-ruhsal ağır zarar vermek,
3- Bir grubun hayatının fiziki çöküşünü sağlayacak ortamı hazırlamak,
4- Bir grubun çocuk sahibi olmasını engellemek,
5- Bir grubun çocuklarının zorla bir başka gruba verilmesini sağlamak.
Osmanlı Devleti’nin Ermenileri bulundukları yerden ihraç (sevk ve iskân) kararının ve bu kararın uygulamasının, yukarıda tanımı yapılan “soykırım”a uyup uymadığını değerlendirmek gerekmektedir. Bunun için her şeyden önce Osmanlı Devleti tarafından yayımlanan talimatnamelerdeki maddeleri iyi tahlil etmek birinci derecede önemlidir. Zira o tarihlerde söz konusu bile olmayan “soykırım” tabirini bilmemelerine ve böyle bir suçlamayla karşılaşmamalarına rağmen, en azından talimatnamelerdeki maddeler, dikkatli gözlerden kaçmayacak bir biçimde, nakledilenlerin usulü çerçevesinde sevk ve iskânını sağlayacak nitelikte olduğunu göstermektedir. Nitekim Osmanlı Devleti, Batılı ülkelerin Ermenilerin topluca katledilecekleri iddialarına karşı daha o tarihte, yani 27 Mayıs 1915'te yayınladığı bir bildiriyle, Ermenilerin nakli kararının asayiş sebebiyle alındığını ve Ermenilerin tümünün sevk edilmemesinin devletin imha niyetinde olmadığını gösterdiğini ilân etmiştir.
1915'te meydana gelen iskân uygulamaları ve bu uygulama sırasında meydana gelen olaylar, yukarıdaki “Soykırım Sözleşmesi” maddelerine göre bir soykırım olarak adlandırılabilir mi ? Bu sorunun cevabını vermek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı toplu imha hareketiyle, Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı “sevk ve iskânı” ve bu uygulama sırasında meydana gelen ölümleri ve kafilelerin karşı karşıya kaldığı çeşitli durumları karşılaştırmak ve buna göre bir değerlendirme yapmak daha isabetli olacaktır. Öte yandan Almanya’nın Yahudileri toplama kamplarına nakletmedeki hedefi ile Osmanlı Devleti’nin Ermenileri Suriye’ye sevk ve iskân etmesindeki hedefi bu bakımdan büyük önem taşımaktadır. Osmanlı Devleti Ermenilere nasıl bir uygulama yapmıştır?
1- Her şeyden önce Osmanlı Ermenilerinin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin göz önünde tutulması gerekmektedir. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra Ermeniler başta İngiltere, Rusya ve Fransa’nın desteğinde teşkilâtlanmışlar ve kurdukları örgütlerle, Birinci Dünya Savaşına kadar isyan, bombalama, adam öldürme, suikast girişimlerinde bulunmuşlardır. Savaşın başlamasıyla birlikte ise İtilâf Devletleriyle işbirliğine gitmişlerdir. Bunun en somut örneği, Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar paşa’nın Fransa dışişleri bakanı M. Gout’ya gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli mektupta yer almaktadır. Burada Boghos Nubar, İtilaf Devletlerinin hedeflerine sarsılmaz bir şekilde inanmış kişiler olarak, Ermenilerin İtilaf devletlerinin tarafında resmen savaştığını bildirdikten başka, Fransız ordusunun yarısına yakınını Ermenilerin oluşturduğunu, İngilizlerin ve Rusların da ordularında Ermeni gönüllülerin başarıda büyük payı olduğunu bildiriyor.
2- Savaşın başlangıcında ve bütün savaş boyunca, Osmanlı Ermenilerin ileri gelenlerinin, düşmanla işbirliği yaptığı, onlara yardım için içeride isyanlar çıkardıkları, telgraf tellerini kestikleri, tren yollarına sabotajlar düzenledikleri, o devletlerin arşivlerinde yer alıyor.
3- Osmanlı Devleti, bütün bu gelişmelere karşılık Nazilerin uygulamalarının aksine, topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü sürgün etmemiş, savaşın olağanüstü şartlarından ve güvenlik gerekçesiyle, isyan eden, “düşman ülkelerle” anlaşan ve tehdit unsuru olan belli bir coğrafyadakileri “geçici” olarak nakletmiştir. Nakilde, Osmanlı Devleti'ne karşı silahlı harekette bulunmayan ve bu tür gruplarla işbirliği yapmayan katolik ve protestanlar ile yaşlı, kadın ve çocuklardan büyük bir grup (300 ilâ 500 bin arasında) yerlerinde bırakılmıştır. Özellikle İstanbul, Edirne, Aydın, İzmir, Antalya ve Kastamonu gibi şehirlerdeki, komite üyesi olanlar hariç Ermeniler sevk edilmemiştir.
4- Anadolu’daki tüm Ermeni nüfus Suriye’ye sevkedilmemiş, daha az zararlı telakki edilenler kendi kasaba ve köylerine yakın beldelere yerleştirilmiştir.
5- Nakledilenler yine Osmanlı sınırları içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş, göçe tabi tutulanlara, Nazilerin evlere baskın yaparak sorgusuz-sualsiz toplama kamplarına sevk etmeleri yerine, göç hazırlığı yapmaları için bir hafta ile 15 gün arasında süre verilmiştir.
6- Göçen Ermenilerin tüm ihtiyaçlarının (yiyecek, sağlık, bilet temini, seyahat sırasında duyacakları diğer ihtiyaçları v.s.) "Muhacirin tahsisatı"ndan karşılanması kararlaştırılmış, savaş dolayısıyla yer yer aksamalar görülmesine rağmen, istekte bulunan vilâyetlere bütçeden ek ödenek çıkarılmış, bir şehir ve kasabada yaşayan Ermenilerin tümü sürgüne gönderilmemiş, hastalar, yetimler, katolik ve protestan mezhebi mensuplarıyla, zanaat sahipleri ve orduda görev yapanlar zorunlu göç kapsamı dışında tutulmuştur.
7- Ermenilerin sevki sırasında (1915), Osmanlı ordusunda silah altında bulunan çok sayıda Ermeni asker sevk edilmeyerek geri hizmete alınmış, 24 Temmuz 1917 tarihi itibariyle bunlardan 522'si, hâlâ ordu komutanlarının tercümanlığında ve pek çoğu da kritik addedilecek bölüklerde görevde tutulmuştur.
8- Göçe tabi tutulanlara, Nazilerin toplama kamplarının aksine, gittikleri yerlerde, devlet tarafından evler yapılması, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate elverişli yerlere yerleştirilmeleri, sanat erbabına alet-edevat ve sermaye verilmesi gibi ihtiyaçları, imkânların elverdiği ölçüde karşılanmaya çalışılmış, göçmenlerin geldikleri vilâyetlerin belirlenerek, nüfus kayıtlarının çıkarılması yönünde çalışmalar yapılmıştır.
9- Nazi kamplarının aksine, hasta göçmenler için yollarda ve kamplarda hastahaneler kurulmuş, göçmenlerin sağlık sorunları ile ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin yanı sıra çeşitli ülkelerin sağlık ekiplerine de yollarda ve kamplarda görev yapmaları için izin verilmiştir. Hattâ çoğu kamplarda Ermeniler de görev yapmıştır.
10- Kimsesiz çocuklar ve yetimler, yolun meşakkatinden etkilenmemeleri için yetimhanelere ve bazı zengin ailelerin yanına yerleştirilmişler, bu yetimhanelerin yönetimi 1917’den itibaren misyonerlere bırakılmış, 1918’de geri dönüş izninin verilmesinden sonra yine misyonerlerin gözetiminde ailelerine ve yakın akrabalarına teslim edilmişlerdir.
11- Aşiretlerin ve sivil halkın saldırısına karşı kafilelerin korunması için jandarmalar görevlendirilmiş, suiistimalde bulunan görevlilere işten el çektirilerek divan-ı harbe sevk edilmiş ve cezalandırılmışlardır. Bu şekilde olmak üzere 1915 yılında mahkemeye sevkedilenlerin sayısı 1673’tür. 1916 yılında mahkeme sonuçlarına göre, bunlardan 47 kişi idama, 48 kişi kürek ve kalebend ve 524 kişi hapis cezalarına çarptırılmıştır. Yani suçlular devlet tarafından cezalandırılmıştır.
12- Zorunlu göçten kurtulmak için müslümanlığı kabul ettiğini söyleyenler de göç ettirilmiş, bu şekilde din değiştirenlere savaş sonrasında çıkarılan bir yasa ile, istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri bildirilmiştir.
13- Savaş, kuraklık, çekirge istilâsı, seferberlikten dolayı iş yapabilecek hemen bütün erkeklerin silah altına alınması gibi nedenlerle, tarladaki zirai ürünün kaldırılamaması ve neticede meydana gelen yiyecek sıkıntısı ve bunun sonucu bulaşıcı hastalıkların yayılması pekçok göçmenin ölümüne yol açmış, bunun üzerine, başta Amerika olmak üzere çeşitli devletlere mensup yardım kuruluşları ve Kızılhaç’ın yardımlarına izin verilmiştir.
14- Savaşın sona ermesiyle birlikte, devlet tarafından çıkarılan "geri dönüş kanunu" ile göçmenlerin evlerine dönmeleri sağlanmış, Ermeni Patrikhanesi’nin tespitlerine göre Sevr öncesinde, tehcir kapsamı dışında kalanlarla evlerine geri dönenlerin miktarı 644.900 olarak tespit edilmiştir. Dönüş sırasında göçmenlerin tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmış, evlerine muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilerek kendilerine iade edilmiş, dönenlerin eşyaları teslim edilmiş, dönüşten sonra yirmi gün müddetle iâşeleri temin edilerek, vergi borçları ertelenmiş veya affedilmiştir.
ABD’nin Halep Konsolosu Jackson’un, zorunlu göçün henüz sona erdiği 3 Şubat 1916 tarihinde büyükelçi Morgenthau’ya gönderdiği raporunda, Suriye’ye 500 bin Ermeni göçmenin ulaşmış olduğu ve bunların yerleştirildikleri yerlere dair verilen bilgi, aslında Suriye’ye ulaştığı belirlenen bu sayı ile Kafkasya’ya kendiliğinden göçtüğü kaydedilen nüfus göz önüne alındığında, duyumlara dayanarak bir milyon Ermeni’nin göç sırasında öldüğü veya öldürüldüğü iddiasında bulunan bütün iddiaları yalanlanmaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin, muhtaç göçmenlere yardım için oluşturulan yabancı yardım kuruluşlarına Ermenilerin iskân edildikleri kampların kapılarını açması, dolayısıyla sadece Suriye'de 486 bin kişiye yardım edilmesine izin vermesi, Ermenileri imha niyetinde olmadığını gösteriyor. Buna bağlı olarak, göç bölgelerindeki Ermenilerin tümü yerine belli bir kesiminin zorunlu göç kapsamına alınması, diğerlerinin evlerinde bırakılması, “etnik temizlik” veya "soykırım" iddialarını tümüyle ortadan kaldırıyor. Nitekim özellikle ülkenin İstanbul, İzmir, Aydın, Bursa, Kütahya, Edirne gibi şehirlerinden, terör mensupları dışında kalanların zorunlu göç kapsamı dışında kalması, sürgünün Ermenilerin Ermeni oldukları için yapıldığı iddiasını da çürütüyor. Ayrıca göç uygulamalarında, soykırım sözleşmesinde ifade edildiği biçimde, “topluca imha edilmeye yönelik” bir art niyet olup olmadığı, göç edeceklere hazırlanmaları için süre verilmesi gösteriyor. Hele hele göçe tabi tutulanların, gittikleri yerlerde, geldikleri şehirler de kaydedilmek suretiyle, nüfus defterlerinin düzenlenmesi talimatının verilmesi, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate uygun bölgelere yerleştirilmeleri ve toprak tahsisi, sanat erbabına alet-edevat ve sermaye verilmesi, sürgünün imha düşüncesiyle yapılmadığını ortaya koyuyor. Özellikle, talimatnamelere aykırı davranan ve kafilelerin güvenliğine dikkat etmeyen ve suiistimalde bulunan görevlilerin, bizzat Talat Paşa’nın imzasını taşıyan telgraflarla derhal işine son verilmesi ve divan-ı harbe sevk edilmeleri, münferit hadiselerin de üzerine gidildiğini, suçlu bulunanların cezalandırıldıklarını gösteriyor. Savaşın sona ermesi ve güvenlik sorunlarının ortadan kalkmasının ardından göçmenlerin geri dönmelerine izin verilmesi, yetimhanelerde veya zengin aileler yanında bulunan Ermeni çocukların da misyoner kuruluşlar gözetiminde ailelerine teslim edilmesi, sevk ve iskânın güvenlik gerekçesiyle yapıldığını ortaya koyuyor.
Yukarıda işaret edilen uygulamaların, çeşitli nedenlerle meydana gelen ölümlere rağmen, soykırım sözleşmesinde tanımını bulan şartları taşımadığını, Nazi Almanyası'nın Yahudilere uyguladıklarıyla da hiçbir benzerlik göstermediğini ortaya koyuyor. Bu durumda, 1915'te cereyan eden olayların neden soykırım olarak tanımlandığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Yine, 1944 tarihinde kullanılmaya başlanan bir kelimenin, neden 1915’e indirgendiği de cevaplanmalıdır. Kaldı ki, soykırım olduğunu iddia edenlerin, bugüne kadar "soykırım"ı ispat edecek ciddi bir belge veya bulgu sunamamalarını da dikkate almamız gerekiyor. Şinasi Orel ve Süreyya Yüce tarafından sahte oldukları ispat edilmiş olan Talât Paşa’ya ait olduğu iddia edilen telgrafların hangi nedenle ortaya atıldığını da sorgulamamız gerekiyor[i]. Zira sonradan hazırlandığı tespit edilen bu telgraflar üzerinde yapılan incelemede, bu türden telgraflarda olması gereken Osmanlı bürokrasisinin mutat işlem kayıtlarının bulunmadığı, telgrafın gönderildiği iddia edilen valinin, o tarihte o vilâyette valilik yapmadığı, her Osmanlı belgesinin en üstünde yer alan besmelenin olması gerekenden farklı bir biçimde yazıldığı ve en önemlisi de Talat Paşa'nın imzasının sahte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Oysaki Talât Paşa’nın bizzat imzasını taşıyan gerçek şifre telgraflarda, hangi Ermenilerin sevk ve iskâna tabi tutulacağı, yolculukları esnasında can ve mallarının korunması ile tebliğler yer almaktadır. Bu telgraflar, ayrıca Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili son derece gizliliği olan ve ilgili resmi makamca belirlenen ve sadece onlarca bilinen harfler ve kelimelere karşılık olan rakamların yer aldığı orijinal belgeler olup, bu kadar gizlilik içinde gönderilen belgelerin hiçbirinde imha veya onu ima eder nitelikte bir ifadenin bulunmadığı, aksine koruma hususunda talimat ve tedbirlerin yer aldığı dikkati çekiyor. Yukarıda tespit edilen hususlar bir şekilde Ermeni iddialarının dayanaktan yoksun olduğunu ortaya koyuyor.
Soykırım iddiasında bulunanların en önemli tutarsızlıklarından biri de, öldürüldüğünü iddia ettikleri Ermenilerin sayısının 1915' ten itibaren sürekli farklı rakamlarla ifade edilmesi ve yükseltilmesidir. 600 binlerden başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona, hattâ bazı kimseler tarafından iki milyona çıkarılmıştır. Halbuki, o tarihlerde yabancı devletlerce yapılan nüfus araştırmalarında, Osmanlı Devleti'nde yaşadığı iddia edilen Ermenilerin toplam nüfusu ortalama 1,5 milyon olarak gösterilmekte, hattâ Ermeni Patrikhanesi bile 1,915,000 rakamını vermektedir. Nitekim pek çok kesim tarafından güvenilir bulunan Patrik Malachia Ormanian’ın tespitlerinde de Ermeni nüfusu 1,895,400 olarak gösteriliyor. Keza katliamı savunan Dr. Johannes Lepsius da Ermeni nüfusunun 1.845.450 olduğunu yazıyor. Bu durumda ancak 300-400 bin Osmanlı Ermenisinin hayatta kalması gerekirdi. Oysa ki, 1919 yılı itibariyle, Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere rağmen, Amerikan arşiv belgelerinde bulunan ve Ermeni Patrikhanesi’nce, diğer ülkelere göçenler hariç, sadece Anadolu’da yaşayanlar ve evlerine geri dönenler 644,900 olarak verilmekte, İstanbul İngiliz Büyükelçiliği ise, 1922 yılı itibariyle bütün dünyadaki Osmanlı Ermenilerinin sayısını 1,200,000 olarak göstermektedir. Bu rapora göre dünyaya dağılmış Ermenilerden 817.873’ü Türkiyeden göç edenlerdir. Ayrıca 95 bin Ermeni kadın ve çocuk müslüman olmuştur ve bu rakamlara dahil değildir. Keza aynı raporda Türkiye’de de Ermeni kimliği altında 281.000 Ermeni yaşamaktadır. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia edenlere şu soru sorulabilir. Katledildiği iddia edilen Ermeni sayısı 1,5 milyon ise, 1,200,000 Osmanlı Ermenisi nasıl olup da hayatta kalmıştır? Keza, hastalığa bağlı olmaksızın bu denli yüksek sayıda Ermeni öldürülmüşse, bu Ermenilere ait toplu mezarların olması gerekmez mi? Bu durumda, en az 3,000 ilâ 5,000 arasında toplu mezar olurdu ki, Anadolu'nun her yerinden toplu mezar çıkması kaçınılmazdı. Meselâ Nazi Almanyası’nda katledilen Yahudiler gizlenebilmiş midir? Dolayısıyla varsayalım ki, Anadolu’dakiler gizleniyor. Bu durumda Türkiye dışında bulunan Suriye'de kamplarda öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerin toplu mezarları neden tespit edilmiyor ve niçin dünya kamuoyuna sunulmuyor? Aslında bütün bu soruların tek bir cevabının olduğu ortaya çıkıyor. 1915’te meydana gelen olaylar, Ermeni Diasporası tarafından siyasi nitelik verilerek çarpıtılıyor ve tamamen abartılı bir propaganda malzemesi şeklinde sunuluyor. Bu durumda Osmanlı Devleti tarafından organize edilen sistemli bir katliamın yaşanmadığı, buna karşılık göçün meşakkatinden ve hastalıklardan bir çok Ermeninin hayatını kaybettiği sonucu çıkıyor.
Bazı kimseler tarafından, ölenlerin miktarından çok asıl olanın, Ermenilerin hükûmet tarafından organize bir biçimde öldürülüp öldürülmediğinin sorgulanması gerektiğidir. Bu gibi kimselerle aynı düşünceyi paylaşmakla birlikte, abartılmış rakamlarla ölüler üzerinden propaganda yapılmasının da ortaya çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenledir ki, Ermenilere ait verilen ölüm sayılarının tutarsızlığını ortaya koymamız büyük önem taşıyor. Zira sayılarla oynayan ve tartışmasız “soykırım” iddiasıyla, ölüler üzerinden siyaset yapan ve rant elde etmeye çalışanların da tesbiti gerekiyor. Bu nedenledir ki, tarihi belgeler ışığında konunun tartışılması teklifleri, sürekli olarak reddediliyor ve bilimsel çalışmalar yaparak çözüm yolları aranması yerine, aynı fikri savunanların kendi aralarında yaptıkları toplantılarla, konu daha da kemikleşiyor ve doğma haline getiriliyor. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de, propaganda çarkı acımasızca dönmeye devam ediyor, bilim ve gerçekler, siyasi tercihe kurban ediliyor. Mesela “soykırımı” olduğunu iddia edenlerin en baş kaynaklarından olan o tarihte Intelligence Bureau’da görevli Arnold J. Toynbee’nin “Blue Book” adlı eserinin 660. sahifesinde 1916 itibariyle hayatta olan Ermeniler 1.150.000 kişi olarak verilirken, kayıpların sayısı ise 450 ilâ 800 bin arasında gösterilmekte ve ortalama olarak da 600 bin Ermeninin hayatını kaybettiği yazılmaktadır. Bu durumda günümüzde 1.5 milyona çıkarılan rakamlara ne demek gerekir?
Şayet tarihte meydana gelmiş her toplu ölüm olayı “soykırım” olarak nitelendirilecek olursa, hiçbir devletin ve toplumun böyle bir vebalin altından kalkmasının mümkün olmadığı muhakkaktır. Meselâ 1914-15’te başta Erivan olmak üzere Kafkaslar’dan sürgün edilen Türk ve Müslüman muhacirler de aynı tanımın içinde telakki edilmek durumundadır. Yine 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ve 1912’de meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında 5,5 milyon insanın Balkanlardan Anadolu’ya sürgün edildiği ve bu sürgün sırasında milyonlarcasının gerek katledilme ve gerekse hastalıklardan yollarda ölümleri de “soykırım” olarak kabul edilmesi gerekir. Keza pek geriye gitmeden, 1992 yılında Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş sırasında Hocalı’da meydana gelen olaylar, yani Ermeni güçlerince kadın, yaşlı ve çocuk ayırt edilmeksizin 613 kişinin katledilmesi ve bu savaş sırasında bölgede yaşayanların sürgün edilmeleri -ki halen bir milyon Azeri’nin zor şartlar altında sürgünde yaşamaktadır-, 1948 soykırım sözleşmesi kapsamına doğrudan giren ve Ermenileri savaş suçlusu durumuna düşüren bir nitelik taşımaktadır. Buna benzer olmak üzere 1960-63 ve 1974’te Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklerine karşı Rumların gerçekleştirdikleri katliamları da, aynı kategori içinde değerlendirmek gerekir. Keza Fransa’nın önce Cezayir’de 1,5 milyon Cezayirliyi, 1994 yılında ise 800 bin Ruandalının katledilmesini; İngiltere’nin 1788-1938 tarihleri arasında Avustralya’daki yerleşik halk Aborjinler’i sistematik biçimde yok edişini; Noveç’in 1920-30 arasında etnik grup Tater kızlarını kısırlaştırmasını; İsviçre Hükûmetinin 1926-1973 arasında, Çingene çocuklarını ailelerinden zorla alıp asimile etmesini soykırım olarak nitelendirmek kaçınılmazdır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Dolayısıyla, daha önce de belirttiğimiz gibi, soykırım suçlaması yapılırken, Bosna’da veya Hocalı’da olduğu gibi, herkesin gözü önünde meydana gelenler dışında, tarihe mal olmuş olayların, tarih metodolojisinin olağan kuralları göz ardı edilmeden araştırılmalı ve bu araştırmalar ışığında bir sonuç ortaya konulmalıdır. Böyle bir araştırma sonucu elde edilecek verilerin, yine de hukuki açıdan herkesi bağlayıcı bir nitelik taşıması beklenemez. Zira olayların olduğu tarihte yaşanmaması, doğru teşhiste de yanılmalara sebep olacak ve sübjektif bir değerlendirmeyle yetinilecektir.
SONUÇ
Uzun yıllar Ermeni diasporasının yürüttüğü etkili propaganda nedeniyle, bugün dünyada geniş bir kitle, Ermeni soykırımı iddialarını benimsemektedir. Türkiye'de yapılan araştırmalar ve buna bağlı olarak sürdürülen bilgilendirme çalışmaları, gerek aydın kesim, gerekse kamuoyununda olması gereken bir düzeyde değildir. Özellikle Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye tarih vermesiyle başlayan baskılar, Ermeni soykırım iddialarını Türkiye’nin gündemine taşımış ve Türk Tarih Kurumu'nun gerçekleştirdiği yabancı arşivlerdeki araştırmaların sonuçları, belli bir ölçüde, iddiaların geçersizliği konusunda, somut delillerin kamuoyuna sunulmasını sağlamıştır. Buna karşılık dünya kamuoyunun, yıllardır sürdürülen Ermeni diasporasının propagandası sonucunda, “soykırım yapıldığını” kabul etmesi ve hattâ bazı ülkelerin tarih ders kitaplarına soykırımının girmiş olması, gelecekte daha geniş bir kitlenin, Türkiye’yi suçlayanların yanında yer almasına yol açacaktır. Ermenilerle bilimsel alanda kurulmak istenen dialog da, özellikle Ermenilerin böyle bir tartışmayı kabul etmemesi nedeniyle gerçekleşememekte, durum her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Meselâ 2004 yılında merkezi Viyana'da bulunan Viyana Ermeni Türk Platformu'nun her iki ülke bilim adamlarını bir araya getirme teşebbüsü, Temmuz 2004'te 100’er belge değişimi gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, Ermeni tarafının, muhtemelen Türk tarafınca verilen dosyanın Ermeni iddialarını çürütecek nitelikte olması dolayısıyla, toplantıdan son anda vazgeçmesi üzerine başarısızlıkla neticelenmiştir. Keza aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın, her iki ülke tarihçileri tarafından konunun araştırılması teklifi de Ermenilerce reddedilmiştir. Bu durum göstermektedir ki Ermeniler, bilimsel platformda sorunun tartışılmasını, ellerinde iddialarını kanıtlayabilecek delilleri olmadığı için kabul etmemektedirler. Bu durumda yeni yöntemler belirlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Yaptığımız araştırmalarda, yukarıda da bir kısmı açıklandığı gibi Osmanlı yönetiminin, günümüzdeki tabiriyle soykırım olarak kabul edilebilecek bir uygulamasının olmadığı görülmektedir. Esasen tehcirin, hukuken 1948 öncesini kapsamamasının ötesinde, bu tarihte esas anlamını bulan Yahudi soykırımıyla da hiçbir benzer yanı bulunmadığı bir çok otorite tarafından ifade edilmektedir. Ayrıca soykırım iddiasını ileri sürenlerin, soykırım ana sözleşmesinde yer alan şartların temel hükümlerinin ihlâl edildiğini ileri sürebilecekleri bir belgeleri de yoktur. Zaten bugüne kadar böyle bir belgenin yayınlanmaması ve herhangi bir mahkemece “soykırım” kararının alınmamış olması bunu göstermektedir. Buna karşılık Osmanlı Arşivi’nce yayınlanan belgelerde, asıl Türklerin katliama uğradıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durum, yabancı arşivlerdeki nüfus istatistikleri ile de teyit edilmektedir. Bu istatistiklerdeki 1914 nüfusu ile 1919 sonrası nüfusu karşılaştırıldığında, Türkler veya müslümanların dünya savaşı dolayısıyla büyük bir nüfus azalmasıyla karşılaştığı, buna karşılık, başka ülkelere göç edenler de dikkate alındığında, aynı derecede Ermeni kaybı olmadığı görülüyor. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiaları, bu nüfus istatistikleriyle gülünç hale gelmektedir. Zira hemen bütün istatistikler Ermenilerin Osmanlı Devleti'ndeki toplam nüfusunu ortalama 1,5 milyon civarında tespit etmektedir.
Bütün bunlara karşılık şurası muhakkaktır ki, bu türden siyasallaştırılmış konularda bilimsel çalışmalar tek başına konunun çözümünde yeterli değildir. Siyasi otoritenin, bilimsel çalışmalar sonucu elde edilen verileri değerlendirmesi ve bunları uluslararası arenada kullanması birinci derece önem taşımaktadır. Zira Ermeni soykırımı iddiaları yukarıda da ifade edildiği gibi siyasi bir niteliğe sokularak dogma haline getirilmiş ve propaganda yöntemiyle çeşitli ülkelerde, doğrudan olmasa bile, dolaylı şekilde kabul görmüştür. Hattâ o denli ileri gidilmiştir ki, Fransa ve İsviçre başta olmak üzere kimi Avrupa ülkeleri, Avrupa’yı Avrupa yapan demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi değerleri gözardı ederek, bugün bilim adamlarının “soykırım olmamıştır” ifadelerini suç kabul etmektedir. Buna rağmen konunun çözümü, bilimsel araştırmalarda yatmaktadır. Bu nedenle bilimsel araştırmalar sonucu elde edilen veriler ışığında siyasi otoriteler, bu konuda yeni yöntemler ve siyaset belirleyeceklerdir. Bu açıdan bakılacak olursa, nasıl bir yöntemle konunun üstüne gitmek yararlı olabilir. Her şeyden önce soykırım kararı alan ülkelerin parlamentolarına, TBMM tarafından, böyle bir kararı hangi belgeye dayanarak ve hangi mahkeme kararı sonucu aldıkları sorulmalıdır. Ayrıca, bilhassa, olayların 1915’te, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce meydana geldiği ve Lozan’da çözümlendiği, dolayısıyla iddiaların isteniyorsa ciddi ve tarafsız bir komisyon oluşturularak ilgili arşivlerde yeniden araştırma yapılabileceği, bu konuda Türkiye’nin üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getireceği dünya kamuoyuna duyurulmalıdır. Aksi davranışların ve alınan kararların, haksız olarak, Türk toplumunu karalamaktan öte bir yere gidemeyeceği de ifade edilmelidir. Öte yandan Fransa, İngiltere, Rusya, Ermenistan ve ABD gibi konuyla ilgisi bulunan taraf ülke tarihçilerine, Türk tarihçilerle birlikte veya ayrı ayrı araştırmalar yapmaları teşvik edilmeli ve hattâ bunun için burs verilmelidir. Şüphesiz bu yolla gerçekleştirilecek araştırmaların yabancı dillerde yayımlanması, dünya kamuoyunun dikkatini çekecektir. Öte yandan Ermeni komitelerine ait arşivlerin açılması için (meselâ Boston’daki Taşnak arşivi başta olmak üzere, Kudüs ve Erivan’daki 1915 dönemine ait arşivler) özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, dünya kamuoyu önünde çağrı yapılmalıdır. Zira arşivlerin açılması, başta Fransa ve Rusya olmak üzere, pek çok devletin Ermeni sorunundaki vebalini, onlarla gizli anlaşmalarını, yönlendirmelerini, silah yardımlarını ve hattâ Osmanlı Devleti'ne karşı yürüttükleri politikalarda Ermenileri kendi çıkarlarına nasıl âlet ettiklerini ortaya çıkaracak; komitelerin isyan ve katliamlarla ilgili plân ve faaliyetlerine de açıklık kazandıracaktır. Bu arşivlerden muhtemelen, tehcir sırasında kaçırılmış veya öldürülmüş sanılmasına rağmen rüşvet karşılığı Anadolu’nun çetin coğrafi alanlarında saklanan veya bir yolunu bularak yurtdışına kaçan Ermenilerle ilgili bilgiye de ulaşılacaktır.
Yukarıda belirttiğimiz biçimde, “soykırım”ı kabul eden parlamentolara yapılacak teklifler, o ülkelerde yaşayan insanlar üzerinde şüphesiz olumlu sonuçlar doğuracaktır. Türkiye’nin iyi niyetle yapacağı bu teklifin reddedilmesi, Batılıların tarihleriyle yüzleşmek isteyip istemedikleri sorusunu akla getirecektir. Böyle bir durumda, konunun artık Türkiye’nin gündeminden çıktığını ve bundan böyle hiçbir şekilde bu tür iddialara muhatap olmayacağını açıklama fırsatı verecektir. Teklifin kabul edilmesi durumunda, bugüne kadar çeşitli parlamentolarca onaylanmış "soykırım" suçlamaları, dolaylı olarak reddedilmiş olacaktır. Araştırmalardan çıkacak sonuç, Birinci Dünya Savaşı sırasında, her iki toplumun, savaş ortamı içinde birbirlerini katlettikleri, devlet tarafından plânlanmış bir katliamın olmadığı, hukuki anlamda olayların soykırım olarak tanımlanamayacağı, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı Devleti topraklarında da 1914-18 arasında, bütün toplum katmanlarının trajik olaylar yaşadığı, dolayısıyla savaş sırasında bütün dünya halklarının başına gelenlerin Ermenilerin, Türk ve müslümanların da başına geldiği, her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği, bu kayıplardan üzüntü duymamanın mümkün olmadığı sonucu çıkacaktır.
Türk-Ermeni ihtilâfındaki tarihi gerçek en yalın şekilde Howard M. Sachar’ın 1969'da yayınladığı "The Emergence of the Middle East: 1914-1924 (Ortadoğu'nun Doğuşu) adlı kitabında yer verdiği aşağıdaki cümlede anlam bulmaktadır[1]. Sachar :
"Bütün o savaş yıllarında hiç kimsenin, Ermenilerin bile, Türkler kadar kanı akmamıştır. Artık savaş yılları sona ermiştir".
*Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı