09-09-2024 11:52:29

Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu Yazdı: Ermeni Tehciri Soykırım mı?

Soykırım, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykı¬rım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin...
Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu Yazdı: Ermeni Tehciri Soykırım mı?

 

*Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu

 

Soykırım, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykı­rım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde aşağıdaki şekilde tanımlan­mıştır :

 

1- Ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun, toptan ve­ya bir bölümünü yok etme niyetiyle, bir grubun üyelerini öldürmek,

2- Bir grubun üyelerine bedensel-ruhsal ağır zarar vermek,

3- Bir grubun hayatının fiziki çöküşünü sağlayacak ortamı hazırlamak,

4- Bir grubun çocuk sahibi olmasını engellemek,

5- Bir grubun çocuklarının zorla bir başka gruba ve­rilmesini sağlamak.

 

Osmanlı Devleti’nin Ermenileri bulundukları yerden ihraç (sevk ve iskân) kararının ve bu kararın uygulama­sının, yukarıda tanımı yapılan “soykırım”a uyup uy­madığını değerlendirmek gerekmektedir. Bunun için her şeyden önce Osmanlı Devleti tarafından yayımlanan talimatnamelerdeki maddeleri iyi tahlil etmek birinci derecede önemlidir. Zira o tarihlerde söz konusu bile olmayan “soykırım” tabirini bilmemelerine ve böyle bir suçla­mayla karşılaşmamalarına rağmen, en azından tali­matnamelerdeki maddeler, dikkatli gözlerden kaçma­yacak bir biçimde, nakledilenlerin usulü çerçevesinde sevk ve iskânını sağlayacak nitelikte olduğunu göstermektedir. Nitekim Os­manlı Devleti, Batılı ülkelerin Ermenilerin topluca kat­ledilecekleri iddialarına karşı daha o tarihte, yani 27 Mayıs 1915'te yayınladığı bir bildiriyle, Ermenilerin nakli kararının asayiş sebebiyle alındığını ve Ermeni­lerin tümünün sevk edilmemesinin devletin imha niye­tinde olmadığını gösterdiğini ilân etmiştir.

 

1915'te meydana gelen iskân uygulamaları ve bu uygulama sırasında meydana gelen olaylar, yukarıdaki “Soykırım Sözleşmesi” maddelerine göre bir soykırım olarak adlandırılabilir mi ? Bu sorunun cevabını ver­mek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi Alman­yası’nın Yahudilere uyguladığı toplu imha hareketiyle, Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı “sevk ve is­kânı” ve bu uygulama sırasında meydana gelen ölüm­leri ve kafilelerin karşı karşıya kaldığı çeşitli durumları karşılaştırmak ve buna göre bir değerlendirme yapmak daha isabetli olacaktır. Öte yandan Almanya’nın Ya­hudileri toplama kamplarına nakletmedeki hedefi ile Osmanlı Devleti’nin Ermenileri Suriye’ye sevk ve iskân etmesindeki hedefi bu bakımdan büyük önem taşımak­tadır. Osmanlı Devleti Ermenilere nasıl bir uygulama yapmıştır?

 

1- Her şeyden önce Osmanlı Ermenilerinin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin göz önünde tutulması gerekmektedir. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra Ermeniler başta İngiltere, Rusya ve Fransa’nın desteğinde teşkilâtlanmışlar ve kurdukları örgütlerle, Birinci Dünya Savaşına kadar isyan, bombalama, adam öldürme, suikast girişimlerinde bulunmuşlardır. Savaşın başlamasıyla birlikte ise İtilâf Devletleriyle işbirliğine gitmişlerdir. Bunun en somut örneği, Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar paşa’nın Fransa dışişleri bakanı M. Gout’ya gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli mektupta yer almaktadır. Burada Boghos Nubar, İtilaf Devletlerinin hedeflerine sarsılmaz bir şekilde inanmış kişiler olarak, Ermenilerin İtilaf devletlerinin tarafında resmen savaştığını bildirdikten başka, Fransız ordusunun yarısına yakınını Ermenilerin oluşturduğunu, İngilizlerin ve Rusların da ordularında Ermeni gönüllülerin başarıda büyük payı olduğunu bildiriyor.

 

2- Savaşın başlangıcında ve bütün savaş boyunca, Osmanlı Ermenilerin ileri gelenlerinin, düşmanla işbirliği yaptığı, onlara yardım için içeride isyanlar çıkardıkları, telgraf tellerini kestikleri, tren yollarına sabotajlar düzenledikleri, o devletlerin arşivlerinde yer alıyor.

 

3- Osmanlı Devleti, bütün bu gelişmelere karşılık Nazilerin uygulamalarının ak­sine, topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü sürgün etmemiş, savaşın olağanüstü şartlarından ve güvenlik gerekçesiyle, isyan eden, “düşman ülkelerle” anlaşan ve tehdit unsuru olan belli bir coğrafyadakileri “geçici” olarak nakletmiştir. Nakilde, Os­manlı Devleti'ne karşı silahlı harekette bulunmayan ve bu tür gruplarla işbirliği yapmayan katolik ve protes­tanlar ile yaşlı, kadın ve çocuklardan büyük bir grup (300 ilâ 500 bin arasında) yerlerinde bırakılmıştır. Özellikle İstanbul, Edirne, Aydın, İzmir, Antalya ve Kastamonu gibi şehirlerdeki, komite üyesi olanlar hariç Ermeniler sevk edilmemiştir.

 

4- Anadolu’daki tüm Ermeni nüfus Suriye’ye sevke­dilmemiş, daha az zararlı telakki edilenler kendi kasa­ba ve köylerine yakın beldelere yerleştirilmiştir.

 

5- Nakledilenler yine Osmanlı sınırları içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş, göçe tabi tutulanlara, Nazilerin evlere baskın yaparak sorgusuz-sualsiz top­lama kamplarına sevk etmeleri yerine, göç hazırlığı yapmaları için bir hafta ile 15 gün arasında süre ve­rilmiştir.

 

6- Göçen Ermenilerin tüm ihtiyaçlarının (yiyecek, sağlık, bilet temini, seyahat sırasında duyacakları di­ğer ihtiyaçları v.s.) "Muhacirin tahsisatı"ndan karşılan­ması kararlaştırılmış, savaş dolayısıyla yer yer aksa­malar görülmesine rağmen, istekte bulunan vilâyetlere bütçeden ek ödenek çıkarılmış, bir şehir ve kasa­bada yaşayan Ermenilerin tümü sürgüne gönderilmemiş, hastalar, yetimler, katolik ve protestan mezhebi men­suplarıyla, zanaat sahipleri ve orduda görev yapanlar zorunlu göç kapsamı dışında tutulmuştur.

 

7- Ermenilerin sevki sırasında (1915), Osmanlı ordusunda silah altında bulunan çok sayıda Ermeni asker sevk edilmeyerek geri hizmete alınmış, 24 Tem­muz 1917 tarihi itibariyle bunlardan 522'si, hâlâ ordu komutanlarının tercümanlığında ve pek çoğu da kritik addedilecek bölüklerde görevde tutulmuştur.

 

8- Göçe tabi tutulanlara, Nazilerin toplama kamp­larının aksine, gittikleri yerlerde, devlet tarafından ev­ler yapılması, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate elverişli yerlere yerleştirilmeleri, sanat erbabına alet-edevat ve sermaye verilmesi gibi ihtiyaçları, im­kânların elverdiği öl­çüde karşılanmaya çalışılmış, göç­menlerin geldik­leri vilâyetlerin belirlenerek, nüfus kayıt­larının çıkarılması yönünde çalışmalar yapılmıştır.

 

9- Nazi kamplarının aksine, hasta göçmenler için yollarda ve kamplarda hastahaneler kurulmuş, göçmenlerin sağlık sorunları ile ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin yanı sıra çeşitli ülkelerin sağlık ekiplerine de yollarda ve kamplarda görev yapmaları için izin verilmiştir. Hattâ çoğu kamplarda Ermeniler de görev yapmıştır.

 

10- Kimsesiz çocuklar ve yetimler, yolun meşakka­tinden etkilenmemeleri için yetimhanelere ve bazı zen­gin ailelerin yanına yerleştirilmişler, bu yetimhanelerin yönetimi 1917’den itibaren misyonerlere bırakılmış, 1918’de geri dönüş izninin verilmesinden sonra yine misyonerlerin gözetiminde ailelerine ve yakın akraba­larına teslim edilmişlerdir.

 

11- Aşiretlerin ve sivil halkın saldırısına karşı kafi­lelerin korunması için jandarmalar görevlendirilmiş, sui­istimalde bulunan görevlilere işten el çektirilerek divan-ı harbe sevk edilmiş ve cezalandırılmışlardır. Bu şekilde olmak üzere 1915 yılında mahkemeye sevkedilenlerin sayısı 1673’tür. 1916 yılında mahkeme sonuçlarına göre, bunlardan 47 kişi idama, 48 kişi kürek ve kalebend ve 524 kişi hapis cezalarına çarptırılmıştır. Yani suçlular devlet tarafından cezalandırılmıştır.

 

12- Zorunlu göçten kurtulmak için müslümanlığı kabul ettiğini söyleyenler de göç ettirilmiş, bu şekilde din değiştirenlere savaş sonrasında çıkarılan bir yasa ile, istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri bildirilmiştir.

 

13- Savaş, kuraklık, çekirge istilâsı, seferberlikten dolayı iş yapabilecek hemen bütün erkeklerin silah altına alınması gibi nedenlerle, tarladaki zirai ürünün kaldırılamaması ve neticede meydana gelen yiyecek sı­kıntısı ve bunun sonucu bulaşıcı hastalıkların yayıl­ması pekçok göçmenin ölümüne yol açmış, bunun üze­rine, başta Amerika olmak üzere çeşitli devletlere men­sup yardım kuruluşları ve Kızılhaç’ın yardımlarına izin verilmiştir.

 

14- Savaşın sona ermesiyle birlikte, devlet tarafın­dan çıkarılan "geri dönüş kanunu" ile göçmenlerin evle­rine dönmeleri sağlanmış, Ermeni Patrikhanesi’nin tes­pitlerine göre Sevr öncesinde, tehcir kapsamı dışında kalanlarla evlerine geri dönenlerin miktarı 644.900 ola­rak tespit edilmiştir. Dönüş sırasında göçmenlerin tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılan­mış, evlerine muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tah­liye edilerek kendilerine iade edilmiş, dönenlerin eşya­ları teslim edilmiş, dönüşten sonra yirmi gün müddetle iâşeleri temin edilerek, vergi borçları erte­lenmiş veya affedilmiştir.

 

ABD’nin Halep Konsolosu Jackson’un, zorunlu göçün henüz sona erdiği 3 Şubat 1916 tarihinde büyükelçi Morgenthau’ya gönderdiği raporunda, Suriye’ye 500 bin Ermeni göçmenin ulaşmış olduğu ve bunların yerleştirildikleri yerlere dair verilen bilgi, aslında Suriye’ye ulaştığı belirle­nen bu sayı ile Kafkasya’ya kendiliğinden göçtüğü kay­dedilen nüfus göz önüne alındığında, duyum­lara dayanarak bir milyon Ermeni’nin göç sırasında öldüğü veya öldürüldüğü iddiasında bulunan bütün iddiaları yalanlanmaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin, muhtaç göçmenlere yardım için oluşturulan yabancı yardım kuruluşlarına Ermenilerin iskân edil­dikleri kampların kapılarını açması, dolayısıyla sade­ce Suriye'de 486 bin kişiye yardım edilmesine izin ver­mesi, Ermenileri imha niyetinde olmadığını gösteriyor. Buna bağlı olarak, göç bölgelerindeki Ermenilerin tümü yerine belli bir kesiminin zorunlu göç kapsamına alın­ması, diğerlerinin evlerinde bırakılması, “etnik temiz­lik” veya "soykırım" iddialarını tümüyle ortadan kal­dırıyor. Nitekim özellikle ülkenin İstanbul, İzmir, Ay­dın, Bursa, Kütahya, Edirne gibi şehirlerinden, terör mensupları dışında kalanların zorunlu göç kapsamı dışında kalması, sürgünün Ermenilerin Ermeni olduk­ları için yapıldığı iddiasını da çürütüyor. Ayrıca göç uygulamalarında, soykırım sözleşmesinde ifade edildiği biçimde, “topluca imha edilmeye yönelik” bir art niyet olup olmadığı, göç edeceklere hazırlanmaları için süre verilmesi gösteriyor. Hele hele göçe tabi tutulanların, gittikleri yerlerde, geldikleri şehirler de kaydedilmek suretiyle, nüfus defterlerinin düzenlenmesi talimatının verilmesi, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate uygun bölgelere yerleştirilmeleri ve toprak tahsisi, sanat erbabına alet-edevat ve sermaye veril­mesi, sürgünün imha düşüncesiyle yapılmadığını orta­ya koyuyor. Özellikle, talimatnamelere aykırı davranan ve kafilelerin güvenliğine dikkat etmeyen ve suiistimal­de bulunan görevlilerin, bizzat Talat Paşa’nın imzasını taşıyan telgraflarla derhal işine son verilmesi ve divan-ı harbe sevk edilmeleri, münferit hadiselerin de üzerine gidildiğini, suçlu bulunanların cezalandırıldıklarını gösteriyor. Savaşın sona ermesi ve güvenlik sorunlarının ortadan kalkmasının ardın­dan göçmenlerin geri dönmelerine izin verilmesi, yetim­hanelerde veya zengin aileler yanında bulunan Ermeni çocukların da misyoner kuruluşlar gözetiminde aileleri­ne teslim edilmesi, sevk ve iskânın güvenlik gerekçesiyle yapıldığını ortaya koyuyor.

 

Yukarıda işaret edilen uygulamaların, çeşitli ne­denlerle meydana gelen ölümlere rağmen, soykırım söz­leşmesinde tanımını bulan şartları taşımadığını, Nazi Almanyası'nın Yahudilere uyguladıklarıyla da hiçbir benzerlik göstermediğini ortaya koyuyor. Bu durumda, 1915'te cereyan eden olayların neden soykırım olarak tanımlandığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir soru­dur. Yine, 1944 tarihinde kullanılmaya başlanan bir ke­limenin, neden 1915’e indirgendiği de cevaplanma­lıdır. Kaldı ki, soykırım olduğunu iddia edenlerin, bugüne kadar "soykırım"ı ispat edecek ciddi bir belge veya bul­gu sunamamalarını da dikkate almamız gerekiyor. Şi­nasi Orel ve Süreyya Yüce tarafından sahte oldukları ispat edilmiş olan Talât Paşa’ya ait olduğu iddia edilen telgrafların hangi nedenle ortaya atıldığını da sorgula­mamız gerekiyor[i]. Zira sonradan hazırlandığı tespit edilen bu telgraflar üzerinde yapılan incelemede, bu türden telgraflarda olması gereken Osmanlı bürokrasi­sinin mutat işlem kayıtlarının bulunmadığı, telgrafın gönderildiği iddia edilen valinin, o tarihte o vilâyette valilik yapmadığı, her Osmanlı belgesinin en üstünde yer alan besmelenin olması gerekenden farklı bir biçim­de yazıldığı ve en önemlisi de Talat Paşa'nın imzası­nın sahte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Oysaki Talât Paşa’nın bizzat imzasını taşıyan gerçek şifre telgraf­larda, hangi Ermenilerin sevk ve iskâna tabi tutulacağı, yolculukları esnasında can ve mallarının korunması ile tebliğler yer almaktadır. Bu telgraflar, ayrıca Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili son derece gizliliği olan ve ilgili resmi makamca belirlenen ve sadece onlarca bilinen harfler ve kelimelere karşılık olan rakamların yer aldığı orijinal belgeler olup, bu ka­dar gizlilik içinde gönderilen belgelerin hiçbirinde imha veya onu ima eder nitelikte bir ifadenin bulunmadığı, aksine koruma hususunda talimat ve tedbirlerin yer al­dığı dikkati çekiyor. Yukarıda tes­pit edilen hususlar bir şekilde Ermeni iddialarının da­yanaktan yoksun olduğunu ortaya koyuyor.

 

Soykırım iddiasında bulunanların en önemli tutar­sızlıklarından biri de, öldürüldüğünü iddia ettikleri Er­menilerin sayısının 1915' ten itibaren sürekli farklı ra­kamlarla ifade edilmesi ve yükseltilmesidir. 600 binler­den başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona, hattâ bazı kimseler tarafından iki milyona çıkarılmıştır. Hal­buki, o tarihlerde yabancı devletlerce yapılan nüfus araştırmalarında, Osmanlı Devleti'nde yaşadığı iddia edilen Ermenilerin toplam nüfusu ortalama 1,5 milyon olarak gösterilmekte, hattâ Ermeni Patrikhanesi bile 1,915,000 rakamını vermektedir. Nitekim pek çok kesim tarafından güvenilir bulunan Patrik Malachia Ormanian’ın tespitlerinde de Ermeni nüfusu 1,895,400 olarak gösteriliyor. Keza katliamı savunan Dr. Jo­hannes Lepsius da Ermeni nüfusunun 1.845.450 oldu­ğunu yazıyor. Bu durumda ancak 300-400 bin Osmanlı Ermenisinin hayatta kalması gerekirdi. Oysa ki, 1919 yılı itibariyle, Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere rağmen, Amerikan arşiv belgelerinde bulunan ve Ermeni Patrikhanesi’nce, diğer ülkelere gö­çenler hariç, sadece Anadolu’da yaşayanlar ve evlerine geri dönenler 644,900 olarak verilmekte, İstanbul İngiliz Büyükelçiliği ise, 1922 yılı itibariyle bütün dünyadaki Osmanlı Ermenilerinin sayısını 1,200,000 olarak gös­termektedir. Bu rapora göre dünyaya dağılmış Ermenilerden 817.873’ü Türkiyeden göç edenlerdir. Ayrıca 95 bin Ermeni kadın ve çocuk müslüman olmuştur ve bu rakamlara dahil değildir. Keza aynı raporda Türkiye’de de Ermeni kimliği altında 281.000 Ermeni yaşamaktadır. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürül­düğünü iddia edenlere şu soru sorulabilir. Katledildiği iddia edilen Ermeni sayısı 1,5 milyon ise, 1,200,000 Osmanlı Ermenisi nasıl olup da hayatta kalmıştır? Keza, hastalığa bağlı olmaksızın bu denli yüksek sayıda Ermeni öldürülmüşse, bu Ermenilere ait toplu mezarların olması gerekmez mi? Bu durumda, en az 3,000 ilâ 5,000 arasında toplu mezar olurdu ki, Ana­dolu'nun her yerinden toplu mezar çıkması kaçınıl­mazdı. Meselâ Nazi Almanyası’nda katledilen Yahu­diler gizlenebilmiş midir? Dolayısıyla varsayalım ki, Anadolu’dakiler gizleniyor. Bu durumda Türkiye dışın­da bulunan Suriye'de kamplarda öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerin toplu mezarları neden tespit edilmi­yor ve niçin dünya kamuoyuna sunulmuyor? Aslında bütün bu soruların tek bir cevabının olduğu ortaya çı­kıyor. 1915’te meydana gelen olaylar, Ermeni Diaspo­rası tarafından siyasi nitelik verilerek çarpıtılıyor ve tamamen abartılı bir propaganda malzemesi şeklinde sunuluyor. Bu durumda Osmanlı Devleti tarafından organize edilen sistemli bir katliamın yaşanmadığı, buna karşılık göçün meşakkatinden ve hastalıklardan bir çok Ermeninin hayatını kaybettiği sonucu çıkıyor.

 

Bazı kimseler tarafından, ölenlerin miktarından çok asıl olanın, Ermenilerin hükûmet tarafından orga­nize bir biçimde öldürülüp öldürülmediğinin sorgulan­ması gerektiğidir. Bu gibi kimselerle aynı düşünceyi paylaşmakla birlikte, abartılmış rakamlarla ölüler üze­rinden propaganda yapılmasının da ortaya çıkarılma­sı gerektiğine inanıyorum. Bu nedenledir ki, Ermenilere ait verilen ölüm sayılarının tutarsızlığını ortaya koy­mamız büyük önem taşıyor. Zira sayılarla oynayan ve tartışmasız “soykırım” iddiasıyla, ölüler üzerinden si­yaset yapan ve rant elde etmeye çalışanların da tesbiti gerekiyor. Bu nedenledir ki, tarihi belgeler ışığında ko­nunun tartışılması teklifleri, sürekli olarak reddediliyor ve bilimsel çalışmalar yaparak çözüm yolları aranması yerine, aynı fikri savunanların kendi aralarında yap­tıkları toplantılarla, konu daha da kemikleşiyor ve doğma haline getiriliyor. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de, propaganda çarkı acımasızca dönmeye de­vam ediyor, bilim ve gerçekler, siyasi tercihe kurban ediliyor. Mesela “soykırımı” olduğunu iddia edenlerin en baş kaynaklarından olan o tarihte Intelligence Bureau’da görevli Arnold J. Toynbee’nin “Blue Book” adlı eserinin 660. sahifesinde 1916 itibariyle hayatta olan Ermeniler 1.150.000 kişi olarak verilirken, kayıpların sayısı ise 450 ilâ 800 bin arasında gösterilmekte ve ortalama olarak da 600 bin Ermeninin hayatını kaybettiği yazılmaktadır. Bu durumda günümüzde 1.5 milyona çıkarılan rakamlara ne demek gerekir?

 

Şayet tarihte meydana gelmiş her toplu ölüm olayı “soykırım” olarak nitelendirilecek olursa, hiçbir devle­tin ve toplumun böyle bir vebalin altından kalkmasının mümkün olmadığı muhakkaktır. Meselâ 1914-15’te başta Erivan olmak üzere Kafkaslar’dan sürgün edilen Türk ve Müslüman muhacirler de aynı tanımın içinde telakki edilmek durumundadır. Yine 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ve 1912’de meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında 5,5 milyon insanın Balkanlardan Anadolu’­ya sürgün edildiği ve bu sürgün sırasında milyonlarca­sının gerek katledilme ve gerekse hastalıklardan yollar­da ölümleri de “soykırım” olarak kabul edilmesi gere­kir. Keza pek geriye gitmeden, 1992 yılında Azerbay­can ile Ermenistan arasındaki savaş sırasında Hoca­lı’da meydana gelen olaylar, yani Ermeni güçlerince kadın, yaşlı ve çocuk ayırt edilmeksizin 613 kişinin katledilmesi ve bu savaş sırasında bölgede yaşayan­ların sürgün edilmeleri -ki halen bir milyon Azeri’nin zor şartlar altında sürgünde yaşamaktadır-, 1948 soy­kırım sözleşmesi kapsamına doğrudan giren ve Erme­nileri savaş suçlusu durumuna düşüren bir nitelik taşı­maktadır. Buna benzer olmak üzere 1960-63 ve 1974’te Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklerine karşı Rumların gerçekleştir­dikleri katliamları da, aynı kategori içinde değerlendir­mek gerekir. Keza Fransa’nın önce Cezayir’de 1,5 mil­yon Cezayirliyi, 1994 yılında ise 800 bin Ruandalının katledilmesini; İngiltere’nin 1788-1938 tarihleri arasın­da Avustralya’daki yerleşik halk Aborjinler’i sistematik biçimde yok edişini; Noveç’in 1920-30 arasında etnik grup Tater kızlarını kısırlaştırmasını; İsviçre Hükûme­tinin 1926-1973 arasında, Çingene çocuklarını ailelerin­den zorla alıp asimile etmesini soykırım olarak nitelen­dirmek kaçınılmazdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün­dür.

 

Dolayısıyla, daha önce de belirttiğimiz gibi, soykı­rım suçlaması yapılırken, Bosna’da veya Hocalı’da ol­duğu gibi, herkesin gözü önünde meydana gelenler dı­şında, tarihe mal olmuş olayların, tarih metodolojisinin olağan kuralları göz ardı edilmeden araştırılmalı ve bu araştırmalar ışığında bir sonuç ortaya konulmalıdır. Böyle bir araştırma sonucu elde edilecek verilerin, yine de hukuki açıdan herkesi bağlayıcı bir nitelik taşıması beklenemez. Zira olayların olduğu tarihte yaşanma­ması, doğru teşhiste de yanılmalara sebep olacak ve sübjektif bir değerlendirmeyle yetinilecektir.

 

SONUÇ

Uzun yıllar Ermeni diasporasının yürüttüğü etkili propaganda nedeniyle, bugün dünyada geniş bir kitle, Ermeni soykırımı iddialarını benimsemektedir. Türki­ye'de yapılan araştırmalar ve buna bağlı olarak sürdü­rülen bilgilendirme çalışmaları, gerek aydın kesim, ge­rekse kamuoyununda olması gereken bir düzeyde değil­dir. Özellikle Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye tarih verme­siyle başlayan baskılar, Ermeni soykırım iddialarını Türkiye’nin gündemine taşımış ve Türk Tarih Kurumu'­nun gerçekleştirdiği yabancı arşivlerdeki araştırma­ların sonuçları, belli bir ölçüde, iddiaların geçersizliği konu­sunda, somut delillerin kamuoyuna sunulmasını sağla­mıştır. Buna karşılık dünya kamuoyunun, yıllardır sür­dürülen Ermeni diasporasının propagandası sonucun­da, “soykırım yapıldığını” kabul etmesi ve hattâ bazı ülkelerin tarih ders kitaplarına soykırımının girmiş ol­ması, gelecekte daha geniş bir kitlenin, Türkiye’yi suçla­yanların yanında yer almasına yol açacaktır. Ermeni­lerle bilimsel alanda kurulmak istenen dialog da, özel­likle Ermenilerin böyle bir tartışmayı kabul etmemesi nedeniyle gerçekleşememekte, durum her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Meselâ 2004 yılında merkezi Viyana'da bulunan Viyana Er­meni Türk Platformu'nun her iki ülke bilim adamlarını bir araya getirme teşebbüsü, Temmuz 2004'te 100’er belge değişimi gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, Er­meni tarafının, muhtemelen Türk tarafınca ve­rilen dos­yanın Ermeni iddialarını çürütecek nite­likte olması do­layısıyla, toplantıdan son anda vazgeçmesi üzerine ba­şarısızlıkla neticelenmiştir. Keza aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti Başbaka­nı Sayın Recep Tayyip Erdoğa­n'ın, her iki ülke tarihçileri tarafından konunun araş­tırılması teklifi de Erme­nilerce reddedilmiştir. Bu du­rum göstermektedir ki Ermeniler, bilimsel platformda sorunun tartışılmasını, ellerinde iddialarını kanıtlaya­bilecek delilleri olmadığı için kabul etmemektedirler. Bu durumda yeni yöntemler belirlenmesine ihtiyaç duyul­maktadır.

 

Yaptığımız araştırmalarda, yukarıda da bir kısmı açıklandığı gibi Osmanlı yönetiminin, günümüzdeki ta­biriyle soykırım olarak kabul edilebilecek bir uygulama­sının olmadığı görülmektedir. Esasen tehcirin, hukuken 1948 öncesini kapsamamasının ötesinde, bu tarihte esas anlamını bulan Yahudi soykırımıyla da hiçbir benzer yanı bulunmadığı bir çok otorite tarafından ifa­de edilmektedir. Ayrıca soykırım iddiasını ileri süren­lerin, soykırım ana sözleşmesinde yer alan şartların temel hükümlerinin ihlâl edildiğini ileri sürebilecekleri bir belgeleri de yoktur. Zaten bugüne kadar böyle bir belgenin yayınlanmaması ve herhangi bir mahkemece “soykırım” kararının alınmamış olması bunu göster­mektedir. Buna karşılık Osmanlı Arşivi’nce yayınlanan belgelerde, asıl Türklerin katliama uğradıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durum, yabancı arşivlerdeki nüfus istatistikleri ile de teyit edilmektedir. Bu istatistikler­deki 1914 nüfusu ile 1919 sonrası nüfusu karşılaştırıl­dığında, Türkler veya müslümanların dünya savaşı dolayısıyla büyük bir nüfus azalmasıyla karşılaştığı, buna karşılık, başka ülkelere göç edenler de dikkate alındığında, aynı derecede Ermeni kaybı olmadığı gö­rülüyor. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldü­ğü iddiaları, bu nüfus istatistikleriyle gülünç hale gel­mektedir. Zira hemen bütün istatistikler Ermenilerin Os­manlı Devleti'ndeki toplam nüfusunu ortalama 1,5 mil­yon civarında tespit etmektedir.

 

Bütün bunlara karşılık şurası muhakkaktır ki, bu türden siyasallaştırılmış konularda bilimsel çalışmalar tek başına konunun çözümünde yeterli değildir. Siyasi otoritenin, bilimsel çalışmalar sonucu elde edilen verile­ri değerlendirmesi ve bunları uluslararası arenada kul­lanması birinci derece önem taşımaktadır. Zira Ermeni soykırımı iddiaları yukarıda da ifade edildiği gibi si­yasi bir niteliğe sokularak dogma haline getirilmiş ve pro­paganda yöntemiyle çeşitli ülkelerde, doğrudan olmasa bile, dolaylı şekilde kabul görmüştür. Hattâ o denli ileri gidilmiştir ki, Fransa ve İsviçre başta olmak üzere kimi Avrupa ülkeleri, Avrupa’yı Avrupa yapan demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi değerleri gözardı ederek, bugün bilim adamlarının “soykırım olmamış­tır” ifadelerini suç kabul etmektedir. Buna rağmen ko­nunun çözümü, bilimsel araştırmalarda yatmaktadır. Bu nedenle bilimsel araştırmalar sonucu elde edilen ve­riler ışığında siyasi otoriteler, bu konuda yeni yöntem­ler ve siyaset belirleyeceklerdir. Bu açıdan bakılacak olursa, nasıl bir yöntemle konunun üstüne gitmek ya­rarlı olabilir. Her şeyden önce soykırım kararı alan ülkelerin parlamentolarına, TBMM tarafından, böyle bir kararı hangi belgeye dayanarak ve hangi mahkeme kararı sonucu aldıkları sorulmalıdır. Ayrıca, bilhassa, olayların 1915’te, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurul­masından önce meydana geldiği ve Lozan’da çözüm­lendiği, dolayısıyla iddiaların iste­niyorsa ciddi ve ta­raf­sız bir komisyon oluşturularak ilgili arşivlerde ye­niden araştırma yapılabileceği, bu konuda Türkiye’nin üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getireceği dünya kamuoyuna duyurulmalıdır. Aksi davranışların ve alı­nan kararların, haksız olarak, Türk toplumunu kara­lamaktan öte bir yere gidemeyeceği de ifade edilmelidir. Öte yandan Fransa, İngiltere, Rusya, Erme­nistan ve ABD gibi konuyla ilgisi bulunan taraf ülke tarihçilerine, Türk tarihçilerle birlikte veya ayrı ayrı araştırmalar yapmaları teşvik edilmeli ve hattâ bunun için burs verilmelidir. Şüphesiz bu yolla  gerçekleş­tirilecek araş­tırmaların yabancı dillerde yayımlanması, dünya ka­muoyunun dikkatini çekecektir. Öte yandan Ermeni ko­mitelerine ait arşivlerin açılması için (meselâ Boston’­daki Taşnak arşivi başta olmak üzere, Kudüs ve Eri­van’daki 1915 döne­mine ait arşivler) özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, dünya kamu­oyu önünde çağrı yapılmalıdır. Zira arşivlerin açıl­ması, başta Fransa ve Rusya olmak üzere, pek çok dev­letin Ermeni sorunundaki vebalini, onlarla gizli anlaşma­larını, yönlendirmelerini, silah yardımlarını ve hattâ Osmanlı Devleti'ne karşı yürüttükleri politikalarda Er­menileri kendi çıkarlarına nasıl âlet ettiklerini ortaya çıkaracak; komitelerin isyan ve katliamlarla ilgili plân ve faaliyetlerine de açıklık kazandıracaktır. Bu arşiv­lerden muhtemelen, tehcir sırasında kaçırılmış veya öldürülmüş sanılmasına rağmen rüşvet karşılığı Ana­do­lu’nun çetin coğrafi alanlarında saklanan veya bir yolunu bularak yurtdışına kaçan Ermenilerle ilgili bilgi­ye de ulaşılacaktır.

 

Yukarıda belirttiğimiz biçimde, “soykırım”ı kabul eden parlamentolara yapılacak teklifler, o ülkelerde ya­şayan insanlar üzerinde şüphesiz olumlu sonuçlar do­ğuracaktır. Türkiye’nin iyi niyetle yapacağı bu teklifin reddedilmesi, Batılıların tarihleriyle yüzleşmek isteyip istemedikleri sorusunu akla getirecektir. Böyle bir du­rumda, konunun artık Türkiye’nin gündeminden çıktı­ğını ve bundan böyle hiçbir şekilde bu tür iddialara mu­hatap olmayacağını açıklama fırsatı verecektir. Tekli­fin kabul edilmesi durumunda, bugüne kadar çeşit­li parlamentolarca onaylanmış "soykırım" suçlamaları, dolaylı olarak reddedilmiş olacaktır. Araştırmalardan çı­kacak sonuç, Birinci Dünya Savaşı sırasında, her iki toplumun, savaş ortamı içinde birbirlerini katlettikleri, devlet tarafından plânlanmış bir katliamın olmadığı, hukuki anlamda olayların soykırım olarak tanımlana­mayacağı, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı Devleti topraklarında da 1914-18 arasında, bütün toplum katmanlarının trajik olaylar yaşadığı, dolayısıyla savaş sırasında bütün dünya halklarının başına gelenlerin Ermenilerin, Türk ve müs­lümanların da başına geldiği, her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği, bu kayıplardan üzüntü duymamanın mümkün olmadığı sonucu çıkacaktır.

Türk-Ermeni ihtilâfındaki tarihi gerçek en yalın şe­kilde Howard M. Sachar’ın 1969'da yayınladığı "The Emergence of the Middle East: 1914-1924 (Ortadoğu'nun Doğuşu) adlı kitabında yer verdiği aşağıdaki cümlede anlam bulmaktadır[1]. Sachar :

 

"Bütün o savaş yıllarında hiç kimsenin, Ermenilerin bile, Türkler kadar kanı akmamıştır. Artık savaş yılları sona ermiştir".

 

*Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı

 

 

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 413 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI