25-11-2024 12:20:46 Son Güncelleme: 01-12-2024 18:30:46

Sadık Yalsızuçanlar Yazdı: Nemli, Yapış Yapış, Boğucu Birkaç Gün

Bir haftalık tatil için geldim güneydeki bu kasabaya. Geçen yıl iznini burada geçiren öğretmen bir dostum önerdi. Denize yakın bir pansiyonda...
Sadık Yalsızuçanlar Yazdı: Nemli, Yapış Yapış, Boğucu Birkaç Gün

 

Sadık Yalsızuçanlar  / Yazar

“Bazen ama bir insanla bir şey olur

Kısa süren bir şey

İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi

Bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz.”

Lale Müldür

Bir haftalık tatil için geldim güneydeki bu kasabaya. Geçen yıl iznini burada geçiren öğretmen bir dostum önerdi. Denize yakın bir pansiyonda yedi gece sekiz gün yer ayırtmıştım. Sabah otobüs pansiyona yakın bir yerde indirdi.

Valizimi aldım.

Az ilerdeki taksi şoförü yaklaştı : “Ağbi nereye?”

“Karşıdaki pansiyona” deyince uzaklaştı.

Şehre yaklaşınca soğutucunun ayarını yükseltmişti sürücü. Haklıymış. Terden sırılsıklam oldum. Kırkiki derece gösteriyordu otobüste. İnince yüzüme çarpan buharlı sıcak elli dereceye yakın gibiydi. Boğuluyorum sandım. Sahil, şehirlerarası yolun aşağısındaydı, deniz otuz-kırk metre ilerdeydi. Yolun diğer yanı yedi-sekiz katlı betonarme binalarla dolu. Dağa doğru çoğalıyor. Binaların arasında dar sokaklar. Beton yapılar sırt sırta vermiş. Her yan tıkış tıkış. Binalar, orman yok edilerek yapılmış. Kargacık burgacık, berbat görünüyorlar. Balkonlardan çamaşırlar sarkıyor. İngilizce, Almanca, bozuk imlalı tabelalar… Tantuni, kokoreç, kebap ve yanmış yağ kokusu, lağım ve deniz tuzuna karışıyor. Apartmanlardan, asfalttan yükselen sıcak, deniz buharıyla birleşince ortalığı hamama çeviriyor. Alnımdan, yanaklarımdan, omuzumdan ter akıyor. Gömleğim yapış yapış. Valizi alıp araç yoğunluğu azalınca karşıya geçiyor, pansiyona gidiyorum. Girişteki görevliye kimliğimi veriyorum. Uzattığı kâğıdı imzalıyorum. Anahtarı alıp odaya gidiyorum. Klimayı çalıştırıyorum. Pis bir koku yayılıyor ilkin. Sonra ya alışıyorum veya geçiyor. Giysilerimi dolaba yerleştiriyorum. Diş fırçasını, macunu banyodaki yerine bırakıyorum. Üstümü değiştirip çıkıyorum. Bir şeyler yemek için uygun yer arıyorum. Pideci-kebapçı, tantunici, tavuk dönerci, derken ev yemekleri yazan birine giriyorum. Garsona yemeği söylüyorum.

Genç, zayıf, belli ki aç bir köpek yanaşıyor.

Garsonlardan biri, tekmeliyor, “s.ktir git lanşerefsiz!” diye bağırıyor.

Öfkeleniyorum.

“Yemek artıklarından verseydiniz ya, neden öyle davrandınız hayvana!”

“Ya uyuz mudur, mikroplu mudur, biri gidip biri geliyor!”

“Uyuz derken?”

“Yani hastalık taşıyor çoğu.”

“Uyuz veya başka bir görünür hastalığı yok gibiydi. Belli ki karnı açtı, bir lokma verseydiniz.”

“Buraları kirletiyorlar, müşteri de istemiyor.”

“Hayvan aç” diye diretiyorum, “yani bir lokma yiyip gidecekti.”

Israrımdan rahatsız oluyor ama müşteriye de kötü davranmak istemiyor, “beyefendi müşteriler rahatsız oluyor, o yüzden…”

“Kusura bakmayın” diyorum, kalkıyorum, “siparişimi iptal edin lütfen, aç ve çaresiz bir hayvana böyle davranılan bir yerde yemek istemiyorum.”

“Sipariş hazırlanmıştır ama!” diyor.

“İptal edin, istemiyorum!”

Çıkıyorum lokantadan. Ardımdan söyleniyor.

Hakaret edince dönüyorum, “ne dediniz siz?”

“Beyefendi yemeğiniz hazırlanmış…”

“Tamam, ödeyeceğim, ne kadar?”

“Ama yemediniz ki!”

“Bir masum cana kötü davranılan yerde yemek istemiyorum, isterseniz ödeyeyim.”

İçerde, kasada oturan orta yaşlı adam geliyor, “noldu oğlum?”

“Beyefendi yemek istemiyormuş, siparişi hazırlandı ama…”

“Sebep?”

“Ya bi it geldi, ben kovunca beyefendi kızdı.”

Adam şaşırıyor ve bana tuhaf biçimde bakıyor : “Sen iti kovunca mı vazgeçti.”

“Evet!”

“Tamam yemesin, gidebilirsiniz beyefendi, tamam.”

“La havle” çekip uzaklaşıyorum.

İştahım kaçıyor. Pastane, lokanta, hırdavat dükkânları, kafeler, deniz malzemeleri satan dükkânlar, kaldırımı işgal etmiş. Masalar, sandalyeler, reklam tabelaları, çöp kutularından yürümek imkânsız. Denizle yerleşim yeri arasında şehirlerarası yol olması ayrı bir tuhaflık. Yoldan sürekli araçlar geçiyor. Otomobiller, kamyonlar hatta tırlar… Bir kamyonun yazısına takılıyorum : “Öldürün de kurtulak…” Denize gitmek için caddeden geçmeye çalışanlar çileden çıkıyor. Mayolarını giymiş, simitlerini, havlularını, çantalarını yanına almış kadınlı erkekli çocuklu gruplar taşıtları beklerken sabırsızlanıyor, sürücülerle yazlıkçılar arasında bazen bağrışmalar, küfürleşmeler oluyor. Cadde o kadar kalabalık ki, nefes olmakta zorlanıyorum. Ebeveynler, çocuklarıyla sağa sola bakınarak yürüyor, birbirlerine çarpıyor, dönüp öfkeyle bakıyor, bağırıyorlar. Kafelerden, pastanelerden sözlü-sözsüz yabancı müzik yükseliyor. Klakson, firen sesleri, araç gürültüsü… Kükürt, yağ, lağım ve ter kokusu içinde yürürken midem bulanıyor. Markete dalıyorum. Klima içeriyi buz gibi yapmış. Terim soğuyor. Üşüyorum. Aceleyle birkaç tane tuzlu bisküvi ve süt alıp çıkıyorum. Pansiyondan uzaklaşmışım. Az ilerideki sokağa giriyorum. Sağdaki küçük parka yöneliyorum. Ağaçların bazısı kurumuş. Ağaç sırası çim. Diğer alanlar beton. Bankların yanında, altında, üstünde bira şişeleri, kâğıt meyve suyu kutuları, kutu kola atıkları, poşetler, cam kırıkları, çürümüş yiyecek çöpleri…

Temiz, boş bir bank arıyorum.

Yanımdan geçerken arkasına bakan delikanlı omuzuma çarpıyor, elimdeki bisküvi ve meyve suyu yere düşüyor.

Dönüp, öfkeli bir şekilde, “yav baba dikkat etsene!” diye çıkışıyor.

“Afedersiniz” diyorum. Başını sağa sola sallıyor, söylenerek uzaklaşıyor.

Az ilerdeki kediye tekme vuruyor.

Hayvan çığlık atıyor, ağacın dibine düşüyor.

Koşuyorum, kaçıyor.

Delikanlı kalabalıkta gözden yitiyor.

Kalabalıkta gözden yiten ne çok şey var.

Göz çok az.

Yiten çok fazla.

Dönüyorum, bisküviyi, meyve suyunu yerden alıyor, siliyorum. Banka oturuyorum. Orta yaşlı, şortlu, atletli bir adam geçerken yere tükürüyor. Midem bulanıyor. Kalkıyorum. Başka bir banka oturuyorum. Az sonra hamile bir tekir geliyor. Sesleniyorum, çağırınca yanaşıyor, acı acı miyavlıyor. Çok aç. Bisküviyi ufalıyor, önüne koyuyorum. Korkuyla yaklaşıyor. Bir plastik kap buluyor, peçeteyle siliyorum. Karşıdaki büfeden su alıp dolduruyor, önüne bırakıyorum. Bisküviyi yiyor. Suyu görünce hemen yaklaşıyor. O kadar susamış ki… Bu kalabalıkta gördüğüm her kedi -kedi köpekten çok- ve köpek aç burada. Aç ve susuz. Aç karnına sigara içince midem daha çok bulanıyor. Sıcak ve nem artıyor. Bunalıyorum. Her tarafta cam kırıkları. Bira, su, gazoz ne içilmişse şişesi kırılmış gibi. Bir poşet alsam, şunları toplasam diye düşünüyorum. Yorgunluk ve sıcaktan gözüm kesmiyor. Kalkıp tekrar bu kez başka bir markete gidiyor, ekmek, küçük bir paket dilimli kaşar ve hindi salam alıyor, poşete koyup pansiyona dönüyorum.

Klimayı çalıştırıp yatağa külçe gibi yığılıyorum. Televizyon kumandası yapış yapış. Silmeye üşeniyorum. Dizi, reklam, spor haberi derken bir kadın programına takılıyorum. Esmer, gözleri şaşı, çirkin bir kadın, birkaç metre sağında koltuğa oturmuş adama küfrederek bağırıyor. Kapatıyorum. Gözlerim kapanıyor.

Rüyamda Çökek yaylasındayım. -Çökek’te yayla evimiz vardı, babamın ölümünden sonra gitmez olduk.- Temmuzun ortası ama akşam hava serin, üşüyoruz. Annem içli köfte yapmış. Babam, “çay da demleseydiniz” diyor.

Ablam, “çay hazır baba” diyor.

Yatılı misafirimiz var. Babamın büyük amcası Molla Hüseyin gelmiş. Başında her zamanki beyaz sarığı. Saçı sakalı iyice ağarmış. Çok az konuşuyor. Düşük bir sesle, tane tane… “Harakanî efendimiz” diyor, “Kars’ta dergâh inşaatı bitince dervişlerini çağırmış, şöyle vasiyet etmiş : Dergâhımıza gelene, ekmeğini suyunu verin; dinini, inancını sormayın. Allah’ın can bağışlamaya değer bulduğu her varlık, soframızda rızıklanmaya layıktır.”

Herkes sessizce dinliyor. Babam, iç geçiriyor. Göğsüm yarılıyor sanki. Beyaz bir kuş çıkıyor, göğe, karanlığın içine doğru havalanıyor, kayboluyor. Gözden yitene kadar onu seyrediyorum… Telefon çalıyor, uyanıyorum. Terden sırıksıklam olmuşum. Telefon susuyor. Bakıyorum Yusuf. Allah Allah kaç senedir görüşmemiştik. Hayırdır inşallah. Numaraya basıyorum. İkinci çalışta açıyor, “abi meraba.”

“Merhaba.”

“Nerelerdesin, rahatsız etmedim umarım.”

“Hayır hayır uyuyordum, telefona uyandım. Atakent’teyim.”

“Hayırdır, ne işin var orada?”

“Ya biraz dinlenmek için geldim.”

“Akkum’da Yalman dede vardır, onu mutlaka ziyaret et.”

“Akkum?”

“Sorarsan tarif ederler, yakın.”

“Anladım.”

“Kerbela yazını okudum az önce, sesini duymak istedim.”

“Sahi, bugün,10 Muharrem değil mi?”

“Evet.”

“Allah’ın gökleri yıkıldı ey Hüseyin!” diyorum.

Ağlıyor.

“Görüşürüz babam…”

Kalkıyorum. “Hayırdır inşallah, Çökek yaylası, Molla Hüseyin… Duş alıyor, üstümü değiştiriyorum. Kirlileri torbaya dolduruyor, resepsiyona bırakıyor, çıkıyorum. Denize giden yola giriyorum. Caddenin başında ışıklar. Sonrasında bir kilometre ışık yok. Arada bir üst geçit var ama eriniyor, ışıklara yöneliyorum. Kalabalık artmış. Ortalık yanıyor. Nem, gürültü ve pis kokular da artmış.

Nihayet denizdeyim. Ama ne kalabalık. Küçük bir plajda yüzlerce insan, tıkış tıkış. Şezlongların bulunduğu yere doğru ilerlerken, bariyer…

Görevli, “beyefendi bilet alacaksınız” diyor.

“Tabi.”

Cüzdana davranıyorum.

“Yalnız mısınız?” diye soruyor.

“Evet.”

“Aa olmaaz! Damsız giremezsiniz.”

“Neden?”

“Yani burası aile plajı, yalnız girilmiyor.”

“Ee nerde denize gireceğim?”

“Valla, ilerde yalnız girilebilen yerler var…”

Dönüyorum. Yine terledim. Üstelik ince kısa kollu bir penye ve şort giymiştim. Yolun deniz tarafındaki kaldırım bazı yerlerde bitiyor. Şehirlerarası yolun kenarından yürüyorsunuz. Bazı yerlerde yanyana park etmiş araçlar. Arasından geçmek imkansız. Yine bekliyorsunuz, araç gelmeyince hızla geçiyorsunuz. Adamın eliyle gösterdiği yere geliyorum. Beş yıldız otel sahilin bir kısmını kapatmış. Geçiyorum. Kurumuş ağaçlar, berbat bir koku, bir kedi ölüsü… Çöpün yanından geçerken kusacak gibi oluyorum. Çöpler yere taşmış. Sıcakta atıklar kokuşmuş. Solda denize girilebilecek alan başlıyor. Ama burası da kalabalık. Araçlar sahile kadar girmiş. Yol ile kumsal arasındaki boşluklar taşıtlarla dolu. Denizden bağırtılar geliyor. Noluyor? Çocuklu aileler, suda bağrışarak eğleniyor. Bir aile, okaliptusun dibinde mangal yakmış. Duman ve yanmış tavuk kokusu yayılıyor. Yürüyorum. Sahil aynı kalabalık ve gürültüyle devam ediyor. Dönsem mi? Merkezden hayli uzaklaştığımı fark ediyorum. Ayaklarım, başım ağrıyor. Dönüyorum. Anlaşıldı, denize girmek akıl kârı değil. Ee niye geldim buraya? Ne yapmalı? Birilerine sorsam mı? Beş yıldız otele giriyor, resepsiyona yaklaşıyorum. Bir Alman turist gurubu… Görevlinin başı kalabalık. Çıkıyorum.

Büfeden soğuk bir soda alıyorum,

“burada denize girebilecek tenha yerler var mı?”

Gülüyor,

“yok.”

“Hiç mi yok?”

“Dört beş kilometre ilerde Akkum var. Orada bulabilirsin.”

Akkum mu? Yalman Dede’nin yeri. Yarın gideyim diye düşünüyorum. Pansiyona dönsem mi? Ne yapacağım? Sıcak, gürültü, pis koku ve trafiğe sıkışıyorum.

Bir an evvel çıkmalı bu cendereden. Karşıya geçiyor, yine bir sokağa dalıyorum. Solda marketin depo girişi. Önünde kasası kapalı bir kamyon, yolu tümüyle kapatmış. Aradan sıyrılarak sokakta kayboluyorum. Kadın, ağlayan çocuğu kolundan tutup sarsıyor, küfrederek ileniyor. Boz, zayıf bir köpek geçiyor bu sıra. Yerden taş alıp fırlatıyor. “Durun, ne yapıyorsunuz!” diyecek oluyor, vaz geçiyorum. Sırtına taş çarpınca acıyla bağırıyor hayvan. Kuyruğunu kısıp kaçıyor. Berbat bir ses, öğle ezanı okuyor. Öyle kötü okuyor ki, bir an evvel bitsin diye bekliyorum. Cami nerede? Bakınıyor, göremiyorum. Sokakta tümüyle kayboluyorum. Başka bir yola sapıyorum, hafif bir yokuş çıkıyorum. İncir, nar, zeytin, papuç inciri, turunç, limon, kayısı, dut ağaçları… Parke taşlı yol bozulmuş, göçüklere çöp dolmuş, bir araç geçince tozu dumana katıyor, ağaçlar tozdan boğulmuş, nefes alamıyor gibi, evler biçimsiz, kaldırım inişli çıkışlı, bazı yerler kazılmış, mucurla doldurulmuş, yağmurda aşınmış, mucurlar yola saçılmış, geçen taşıtlar sağa sola fırlatmış, sigara izmaritleri, boş paketler, naylon poşetler… Pansiyonun penceresinden bakınca korkunç bir çatı mimarisi ve uydu anteni/güneş enerjisi çöplüğü görünüyordu. Bazı yeni binaların gereksiz süslemeleri, abartılı seramikleri cabası... Kendimi pansiyona zor atıyorum. Yorgun ve uykusuzum. Yatağa uzanıyorum.

Sabah yine terlemiş halde, sokağın gürültüsüyle uyanıyorum. Hazırlanıp kahvaltıya iniyorum. Masalar dolu. Görevlinin birinden rica ediyorum. Dipteki iki kişilik masayı gösteriyor. Bir şeyler yiyip çıkıyorum. Bugün Yalman Dedeye gideceğim. Hırdavatçıya bakıyorum. Kapıya şerit germiş. Uzanıyor, selam veriyorum.

“Af edersiniz Akkum’a nasıl giderim?”

Biraz düşünüyor,

“ana yola çık, mavi minibüsler geçiyor, kasaba merkezinde in, oradan ya yürüyeceksin veya taksi bulabilirsen…”

“Merkeze uzak mı?”

“İki-üç kilometre vardır.”

Yola çıkıyorum. Az sonra minibüs geliyor.

Biniyorum. Şoförün iki arkasındaki boş koltuğa oturuyorum. Öndeki koltukta tuhaf bir adam… Saçları uzamış, kirden kayış gibi. Sakallı. Pis kokuyor. Bu yüzden etrafı boş. Parayı verip vermemekte tereddüt ediyorum. Uzatıyorum. Üstünü alıp verirken dönüyor, “geliyor, fazla kalma, geliyor” diyor, dönüyor.

Şoförün telefonu çalıyor.

“Efendim… Sordum sordum… Yav yokmuş işte… İnek dananın yanına kaçmış, emzirmiş. Bugün süt yok dedi. Yarın yarın… Yav tamam, kapatıyorum.”

Karısı süt istedi anlaşılan, sütçü yok dedi. Annesi, yavrusunu emzirmek istemiş. Ne güzel. O süt zaten, yavrusu için gönderiliyor.

Öndeki adam, kendi kendine,

“gidin, kaçın, geliyor kaçın!” diye konuşuyor.

Şiddetli rüzgar aracı zorluyor.

“Akkum’a gelince haber verir misiniz?” diyorum.

Şoför,

“tamam” diyor.

Sucukçu Yaşar levhasını geçiyoruz. Bir benzinlik, terkedilmiş, harabeye dönmüş. Geçiyoruz. Sağda bir zeytinyağı fabrikası levhası. O da metruk… Çatısı çökmüş, duvarları yıkık, delik deşik… Papuç incirleri… Zeytinlikler… Buharlı sıcak… Rüzgâr… Taze ekmek kokusu. Fırın galiba.

Nihayet Akkum levhası görünüyor.

Şoför, “Akkum’da inecek olan kimdi?”

“Benim.”

“Buyurun.”

Sağda duruyor.

İnerken, öndeki adam, “geliyor, kaçın!” diyor, ekliyor : “Dedeye selamımı söyle.”

“Kimin?”

“O bilir, o bilir.”

İniyorum. Güneş ortalığı kavuruyor.

Karşıya geçiyorum. Kasap Salih.

“Yalman dedeye nasıl giderim?”

“Kime kime?”

“Yalman dedeye.”

Kıyma bekleyen şişman adama bakıyor, “o kim yav?”

“Murat gıdanın karşısındaki yatır.”

“Haa, nasıl gidersin? Şu benzinliğin arkasında taksi durağı var, onlar seni götürür.”

Durağa geliyorum.

İki dacia bekliyor.

Kulübedeki adam seğirtiyor, “buyur beyim.”

“Yalman dedeye gidecektim.”

“Yalman dedeye mi?”

“Evet.”

Hortumla durağı sulayan adama bağırıyor,

“Cemil abi, Yalman dede nerdeydi?”

“Camiden sonra solda, Murat gıdanın karşısında.”

“Buyurun.”

Asfalt bitiyor, stabilize yola giriyoruz. Çilek, muz seraları… Keçi sürüsü… Anız yanıkları… Çöplükler… Ortalık toz toprak. Yol berbat. İçim dışıma geçiyor.

Aynadan bakarak, “neredensiniz beyim?”

“Ankara.”

“Hayırdır, Yalman dede?”

“Merak ettim, ziyaret etmek istedim.”

“Haa, anladım.”

Neyi anladığını anlamıyorum. Solda duruyor. Taksimetreye bakıyor, bedeli söylüyor, “ücretini öderim, lütfen bekleyebilir misiniz?”

“Tabii ki beyim. Hemen şurası.”

Türbenin arkası mezarlık. Önünde zeytin, nar ve limon ağaçları… Bir levhada hayatıyla, buraya gelişiyle ilgili bilgiler… Giriyorum. Battal Gâzi’ninki kadar değilse de uzunca bir sanduka. Mumlar, seccadeler, bozuk paralar… Yedi adım kala niyaz ediyorum. Biraz bekliyor üç adım yaklaşıyorum. Yine niyaz ediyorum. Ruhaniyet tecelli ediyor. Yaşlı, sarıklı, ak sakallı, ela gözlü bir güzel… Kendimden geçiyorum. “Aleykümselam aleykümselam” diyor. Kalbim duracak gibi.

Gözlerim kapalı, ama görüyorum.

“Sen onu dinleme” diyor.

Anlamıyorum. Gülümsüyor, “kaçın, geliyor, diyor ya, eğleniyor sizinle… Her zaman gelir, kaçmamalı, hazırlıklı olmalı.” Tekrar niyaz edip üç adım geri geliyorum. Kapıya gelince tekrar niyaz ediyorum.

Gülümsüyor, “evladım senin için geldim. Yoksa burada değilim. Burası çok değişti. Horasan’dan geldiğimiz gibi değil. Çok değişti. Yazık!” diyor, kayboluyor. Geri geri çıkıyorum.

Taksici bakkalın önünde.

“Yav emmoğlu Durmuş’a söyle yarın bana beş litre ayarlasın. Dana mana dinlemem!” Geliyor, araca biniyoruz.

“Süt sipariş etmiştim, sabah inek danasının yanına kaçıp gizlice emzirmiş, bize kalmamış.” “İyi yapmış!” diyorum.

“İyi mi yapmış? Beyim bize bırakmamış.”

“O süt, öncelikle onun hakkı.”

Manyak bu adam diye geçiriyor aklından. Aracı çalıştırıyor.

Yüzüme dikkatle bakıyor, “noldu beyim? İyi misiniz?”

“İyiyim iyyiim. Lütfen beni aldığınız yere bırakın.”

Tuhaf tuhaf bakıyor.

“Gerçekten iyi misiniz?”

“İyiyim” deyip kestirip atıyorum.

Durağa kadar konuşmuyoruz. Parasını ödeyip hızla uzaklaşıyorum. Eczaneden metpamit almalıyım.

İçerde yaşlı, çizgili gri bir entari giymiş adam. Aksanlı konuşuyor.

İlacı veriyor eczacı, “yüz altmış lira” diyor.

Adam bir şeyler söylüyor.

“Yüz altmış… Anladıın? Bir yüz bir de altmış…”

Adam, cebinden para çıkarıyor. Bir yüzlük seçiyor, gösteriyor. Elli lira seçiyor, onu da gösteriyor.

Eczacı uzanıp alacak, bekliyor. Fazla dayanamıyor, “tamam tamam, ver!” 

Adam uzatıyor. Eczacı, kasadan para alıp uzatıyor.

Adam bozukluğu alıyor, “tamam mı?” diyor.

Eczacı, “tamam tamam!” diye bağırıyor.

Adam çıkıyor.

Arkasından, “mal bunlar mal!” diyor, “kimbilir kaç senedir burada, daha Türkçe öğrenememiş!”

“Sigortası yok muydu adamın?”

“Bir de sigortası mı olsun beyefendi!” diye çıkışıyor.

“Olmalı” diyecek oluyorum, vazgeçiyorum.

“Siz ne istemiştiniz?” “Metpamit” diyorum. Ödeyip, çıkıyorum. Arkamdan söyleniyor.

Atakent’e dönüyorum. Pansiyonun önünde polis arabası, ambulans… Hayırdır inşallah! Girecek oluyorum, memur çıkışıyor, “nereye beyefendi!”

“Burada kalıyorum.”

“Haa… Biraz bekleyin, arkadaşlar işlemleri bitirince girersiniz.”

“Noldu efendim?”

“İntihar vak’ası var.”

“Ölmüş mü?”

“Ölmüş.”

“Afedersiniz, nasıl intihar etmiş?”

Ters ters bakıyor.

“Beyefendi, en iyisi siz gidin, şöyle yarım saat sonra filan gelin.”

Dediği gibi yapıyorum. Bir sokak ilerideki kafede yarım saat oturuyor, pansiyona dönüyorum. İçerde durum sâkin. Tuhaf bir sessizlik var. Resepsiyona yaklaşıyorum. Oda numarasını söylüyorum.

Anahtarı uzatıyor görevli.

“Neden intihar etmiş?”

“Kim?”

“Demin gelmiştim, polis söylemişti.

“Bilmiyoruz beyefendi.”

Akşam, pansiyonun bahçesinde kahve içerken yanıma oturan yaşlı adamdan öğreniyorum. Pansiyonda çalışan göçmen bir kadın, kuruluşun yöneticisiyle birlikte oluyormuş. Adam evliymiş. Gebe kalınca, çocuğu aldırmasını istemiş. Kadın istememiş. Adam diretmiş. Kadın çaresiz çocuğu aldırmış. Kürtajdan sonra, kadına soğuk davranmaya başlamış. Kadın bunun üzerine, kendini asmış.

“Siz nerden öğrendiniz bunları?”

“Ben, her sene buraya gelirim. Üç ay kalırım. Beni tanırlar. Temizlikçi kadınlardan biri anlattı.”

“Peki polis biliyor mu bunları?”

“Bilse nolacak ki! Kapatırlar bir şekilde.”

Ertesi sabah denize gitmek için hazırlanıyorum.

Çıkarken, görevli, “beyefendi odadan memnun musunuz?” diye soruyor.

Ne desem bilmem ki! “Evet” diyorum.

“Nasılsın?” diye sorulduğunda, iyi olmasanız da hatta çok kötü de olsa, “iyiyim” der ya…

Çıkıyorum. Taksiye biniyorum. Atakent’i geçince sola dönüyoruz. Atatürk caddesinden denize kavuşan patika yolun başında iniyorum. Ağaçlık alanda yürüyorum. Okaliptus, palmiye, turunç ve zeytin ağaçları… Yine çöpler. Ağaçların dallarına takılmış naylon poşetler… Her türden plastik atık bulunuyor burada. Meyve-sebze kasaları, kırık şemsiyeler, ziraî ilaç kutuları, ikiyüzelli mililitre pet şişeler, soda şişeleri, kırık camlar… O kadar pis ki, görmek istemiyor insan. Karşıdan yaşlı bir adam geliyor. Beyaz atletli, altında kısa bir şort. Geçerken göz göze geliyoruz, selam veriyorum, boş boş bakıyor, selamımı almadan geçiyor. Ardından uzun süre bakıyorum. Başı önünde yürüyor. Sahile çıkarken bayıltıcı bir koku, kum zambakları… Solda kamu kurumuna ait bir yapı, önünde gri şezlonglar… Sağdaki sendika tesisinde eğitim kampı var. Konuşmacının sesi, ayarsız bir mikrofon ve hoparlörden çevreye dağılıyor. Afganistan’ın nasıl iğrenç bir ülke ve Afganların nasıl korkunç bir millet olduğunu anlatıyor. Levhaya bakıyorum, ulaşım emekçilerinin bağlı olduğu bir sendika. Arada boş bir alan var mı diye bakınıyorum, çok zor. Üçlü beşli gruplar, aileler, çocuklar, yaşlılar, ya kuma gömülmüş veya hemen kıyıda suya oturmuş haldeler. Arada boş bir yer buluyorum. Çantamdan küçük bir hazır kilim çıkarıp seriyorum. Çantayı üzerine bırakıyorum. Güneş yağı sürüyorum. Sırtıma sürerken zorlanıyorum. Kollarımı, ellerimi, yüzümü, omuzlarımı, bacaklarımı, ayaklarımı yağlıyorum. Güneyden esen rüzgâr denizi biraz hareketlendirmiş. Suya giriyorum, ılık. O da ne! Plastik parçacıklar, çöpler, kâğıtlar, belirleyemediğim şeyler… Anlaşılan bir gemi çöpünü bırakmış. Girmesem mi? Çok beklemek gerekiyor. İlerisi belki temizdir. Yirmi otuz metre yürüyorum, hâlâ çöp. Deniz pisliği nasıl kusuyor. Su boynuma gelince dalıyorum, Yüzeye çıkıyorum hemen. Sırtüstü yüzüyorum. Kıyıdan uzaklaşıyorum. Sahil boydan boya insan dolu. Sadece çocuklar değil, büyükler de bağırıyor. Açıkta tek tük kişi görüyorum. Yüzme bilen çok az. Herkes kıyıya yığılmış. Ya tuhaf hareketler yaparak eğleniyor veya suda hareketsiz duruyorlar. Denize değil de kaplıcaya gelmiş gibiler. Deniz hâlâ pis. Bu halde yüzmesem daha doğru olacak. Zaman zaman su yutuyorum. Pisliği de yutmuş oluyorum. Geri dönüyorum, büyük kulaçlarla ayağımın yere bastığı kısma geliyor, hızla çıkıyorum. Üzerimde çöpler. Duşluk nerede acaba? Bakınıyorum, yok. Hay Allah, napsam? Kuma oturuyorum. Biraz beklemeli. Deniz çöpü kusunca tekrar girerim. Güneş iyice yükseldi, nasıl yakıyor. Az ileride bir aile. Uzun, beyaz donlu dede, nineyi bir gayretle kuma gömüyor. Başı aşağıda kalınca, altına kum yığıyor. Beyaz bir şemsiyeyi başının yanında kuma sokup gölgelik yapıyor. Yanına bir çukur açıp kendisi uzanıyor, kumları üzerine çekiyor. Kızı veya gelini elbiseli. Denize böyle mi giriyor? Adam uzun bir şort giymiş, hemen kıyıda suya yatmış çocuklarla oynuyor. Bir kız, bir erkek çocukları var. Az ilerde sendikanın tesislerinde seminer bitmiş olmalı. Dağılanların bir kısmı denize koşuyor. Cankurtaran sandalyede oturmuş sağa sola bakıyor. Sendikacıların bağırtısı bir anda sahilde yankılanıyor. Solda hasır şapkalı bir kadın balık tutuyor. Sıcak fena… Uyusam mı acaba. Güneşte iyice yanarım. Tekrar denize mi girsem? Deniz pis. En iyisi dönmeli. Giyiniyor. Toparlanıyorum. Kumda yürümek ne zor. Çöpleri görmek istemiyorum ama temiz bir alan yok. Aynı yoldan dönüyorum. Karşıdaki marketten su alıp elimi, ayağımı yıkıyorum. Taksi görene kadar yürüyorum. Omuzlarım yanıyor. Ortalık yanıyor. Yine boğuluyor, soluksuz kalıyorum. Pansiyona kendimi zor atıyorum. Duş alıp dinleniyorum. Nasıl acıkmışım. Çıkıyorum. Aynı çile. Kalabalığa karışan sıska bir köpeği takip ediyorum, kaybediyorum. Burada sokakta gördüğüm bütün canlar zayıf, uyuz, yaralı ve aç. Kimsenin umurunda değiller, herkes onları aşağılıyor, taş atıyor, dövüyor, sövüyor. Her gördüğüm hayvan içime bir çentik atıyor.

Cadde üzerinde bir yere oturuyor, yemek listesini istiyorum. Mercimek çorbası istiyorum. Salçası ve yağı berbat. Yiyemiyorum. Garsonu çağırıyor, “pilav üstü kuru”diyorum.

“Kuru fasulye yok efendim” diyor.

“Yoğurt var mı?”

“Var.”

“Pilav ve yoğurt lütfen.”

“Çorbayı içmeyecek misiniz?”

“Teşekkür ederim, alabilirsiniz.”

Tuhaf tuhaf bakıyor. Yoğurt ekşi, pilavınsa yağı kötü. Birkaç kaşık yiyip kalkıyorum. Gıybet Cafe diye bir levha görüyorum. Yazının yanında bir cadı, ateşin üzerindeki kaynayan kazanı karıştırıyor. Altta, cafe, lounge, hookan yazıları. Birkaç masa dolu, daha çok gençler. Kahve kokusu genzime çarpınca giriyorum. Bir filtre kahve ve bademli kurabiye ısmarlıyorum. Kahveyi beklerken telefonu açıyorum.

İzmir Bornova’da kitapçılık yapan Emrehan beyden bir vatsap mesajı. Birkaç link vermiş. Birini açıyorum,“çocuk kurban ederek adrenokrom adlı kimyasalın üretildiği ve bunun, genç kalmak isteyen bazı yaşlı ünlülerce kullanıldığı”na ilişkin bir haber. Metni güçlükle okuyorum : ''Adrenokrom doğal olarak meydana gelen insan endokrin salgısıdır ve korkuya bağlı olarak çocuk kanında daha fazla görülür. Yani hammaddesi insan olan bir uyuşturucu türüdür. Kullanılan sembol beyaz tavşandır. Bin dokuz yüz otuz dokuz yılında yapılan bir çalışmada, adrenokrom perfüzyonunun bir kurbağanın kalbini yeniden canlandırdığı, hayvanı hayata döndürdüğü ve kalp krizi hastalarında adrenalin/epinefrin uygulamasını bu ana kadar standart hale getirdiği bulundu. Fakat araştırmayı daha da derinleştirdiklerinde bu maddenin insanın yaşlanmasını yüzde altmış oranında önlediğini ve kullanana fiziksel güç verdiğini gördüler. Fakat şeytani bir sonucu olacağını anlayamadılar.'' Altında bunu kullandığı söylenen ünlüler… Film oyuncuları, ünlü ve çok zengin iş adamları… Altta ayrıntı veriyor : ''Kandaki adrenalin miktarına göre zenginleşen bu madde, korku güdüsü körelmiş yetişkinlerden ziyade saf ve daha ürkek olan dokuz yaş altı çocuklardan üretiliyor.Maddenin zenginleştirilmiş olması için çocuğa bu aşamada çektirilebilecek en büyük acıları çektirip, ölene kadar korkutulup, ölüm anında vücûdu kesilerek kanı alınıyor.'' Wikileaks’te Rockefeller, Rothschild, Hilary Clinton, Bill Clinton, Tom Cruze, Nicolas Cage, Barack Obama, Johnny Depp, Jim Carrey gibi birçok ünlü ismin adrenokrom kullandığına ilişkin iddialar da hatırlatılıyor haberde.

Garson kahveyi ve kurabiyeyi getiriyor.

“Doğru bir seçim” diyor.

Buraya geldiğimden beri gördüğüm en nazik kişi bu garson.

Gülümsüyorum, “çok teşekkür ederim.”

Ekliyorum : “Benim adım Sam…”

Çocuk anlamıyor : “Efendim?”

“Sam’i hatırlattınız. O da öyle diyordu filmde : “Harikulade bir seçim.”

Yine anlamıyor. Nasıl anlasın ki…  Başa sarıyorum : “Size bir film önerebilir miyim?”

“Ta tabi, buyrun…”

“I’m Sam, Benim Adım Sam… Sean Penn oynuyor başrolde.”

“Tabi…”

“Durun, yazayım”

Peçeteye yazıp uzatıyorum,

“kâğıt için özür dilerim.”

“Önemli değil, temize çekerim.”  

Okuyarak gidiyor. Dönüp dönüp bakıyor.

Emrehan beyin gönderdiği linke dönüyorum. “Wikileaks'te adrenokrom kullanan kişinin yaşlanmadığı fakat uzun süreli kullanımda sol gözünün etrafında morluklar belirmeye başladığı öne sürülerek birkaç fotoğraf paylaşıldı. -Aralarında oğul Buş ile Papa da var.- Çocuk kurban edip, elde edilen kanla adrenokrom üretildiğini öne sürenler, bunu her yıl dünyada üç milyon çocuğun kaybolmasına bağladı.” Başka bir linkte Amerikalı oyuncu Sandra Bullock’tan söz ediliyor : “Bullock, katıldığı bir televizyon programında genç kalma sırrını iğrenç bir projeyle vererek herkesi şaşkına çevirdi. Bullock, genç kalabilmek için çocuk derisi enjekte ettirdiğini itiraf etti. Ellibeş yaşındaki ünlü oyuncunun sözleri duyanları sarstı. Derilerin, mülteci çocukların organlarından ve derisinden üretildiği öne sürülüyor…” Gerisini okuyamıyorum. Suriyeli çocuğun ölmeden önce söylediklerini hatırlıyorum : “Gidince sizi Allah’a şikayet edeceğim.” Fırençpiresten kahvenin kalanını döküyorum fincana. Bir sigara daha yakıyorum.

Garson gelip telefonundan, filmin afişini gösteriyor :

“Bu değil mi?”

“Evet evet, o.”

Boşları alıyor, “bir şey ister misiniz?”

“Teşekkür ederim.”

Kafenin kapısında, çizgili lacivert takım elbiseli, gravatlı bir adam beliriyor. Saçını geriye taramış, arkadan topuz yapmış. Gözleri çekik, avurtları çökük, kaşları kalın, bıyığı ipince. Garson seğirtip, kapıyı açıyor, bir kâğıt ve bozukluk uzatıyor. Garson kağıdı alıyor, parayı iade ediyor. Teşekkür edip gidiyor.

Meraklanıyorum.

İşaret ediyorum, geliyor.

“Bir kahve daha alayım” diyorum.

“Tabi” diyor.

“Kimdi o?”

“Ha o mu, uzun hikâye.”

“Nasıl yani?”

“Kahvenizi getireyim önce.”

Servis yaparken anlatıyor. Eskiden kasaplık yaparmış. Evi yanıyor, ailesi yangında ölüyor. İşi bırakıyor. Epeyi bir zaman kendine gelemiyor. Yanan evinin yerine bir kulübe yapıyor. Orada yaşıyor. Tek elbisesi var. Solmuş, eprimiş ama daima temiz. Hep gravat takıyor. Esnaftan birkaçına her gün uğruyor. Yatırılacak su, elektrik faturası veriyorlar, halledip geliyor, para üstünü almıyorlar. O harçlıklarla geçiniyor. “Bugün yine çok şıksın” denildiğinde, “teşekkür ederim efendim, her zaman böyle pırıl pırıl efendim” diyor. Atakent’in merkezinde, Atatürk caddesinin başında bekliyor sürekli. “Hayırdır, dün görünmediniz” dendiğinde, “teşekkür ederim efendim. Dün pantolonumda bir leke oldu. Yıkadım, yatağın altında ütüledim” diyor. “Siz buralı mısınız?” diye soruyorum garsona.

“Hayır” diyor, “ben Silvan’lıyım.”

“Hayırdır?”

“O da uzun hikâye.”

Gidiyor, bademli kurabiyeden biraz daha getirip anlatıyor. Babası taş ustasıymış. Kendisi yirmi yedi günlükken, kalp krizinden ölmüş. Üç aylıkken annesi, dedesinin evine bırakıp, baba evine dönmüş. Kadın dul kalınca çocukları istememişler. İki bekâr amcası var evde. Onlar, sabah okula, öğleden sonra sakız satmaya, boyacılığa gönderiyorlar. Parayla dönmediğinde dayak yiyor, sürekli hakaret ediyor, çemkiriyorlar. Abisi, babası ölünce buraya gelmiş. Ben de kaçayım diyor, abimi bulurum, çalışırım… Meğer abisi pisliğe batmış. Hapse girmiş. Kaçıyor ama ne abisini bulabiliyor ne de hayal ettiği yaşamı. Bir lokantada, karın tokluğuna bulaşıkçı olarak işe başlıyor. Bir hafta sonu ilçeye sirk geliyor. Bilet kuyruğuna giriyor. Parası az. Yetmeyince, arkadan yaşlı bir adam, “bi dakka” diyor, iki bilet alıp birine ona veriyor, meğer adam cezaevindeymiş, o gün çıkmış, kalabalığı görünce gelmiş, meraklanmış, gireyim demiş. “Oğlum” diyor, “bela olma, beladan uzak dur.” Bu, kulağına küpe oluyor. Adam, Gıybet Kafeyi açıyor sonra…

“O gün bugündür buradayım” diyor.

“Hesabı getirebilir misiniz?”

“Efendim, ikramımız olsun, lütfen…”

“Teşekkür ederim ama olmaz” diyorum.

Çıkıyorum.

Pansiyona geldiğimde yine terden sırılsıklam olmuşum. Duş alıp yatağa uzanıyor, sosyal medya hesabımı açıyorum. Reşit’in paylaşımına bakıyorum :  Bin dokuz yüz yetmiş bir yılından beri, her gün Mescid-i Aksa’ya gelerek avludaki kedileri besleyen, Aksa’nın Ebu Hureyresi, kedilerin babası Ebu Eymen öldü…” İçim yandı. Bugünmüş gibi hatırlıyorum. Kudüs’e ikindi vakti varmıştık. Aksa’ya akşam namaz zamanı gittik. Ebu Eymen oradaydı. Varlığı yüzüne yığılmıştı, yüzünden incelik ve şefkat yayılıyordu. Telefonu komidine bırakıyor, ışığı kapatıp uyuyorum. Uyuyunca rüya uyanıyor. Batman’da Ali Özhan’ın evindeyiz. Sedirde oturmuş, pencereden dışarıyı seyrediyoruz. Tuhaf bir çocuk geçiyor. Annesi elinden tutmuş. Dikkatle bakınca şaşırıyorum, çocuk sekiz-dokuz yaşlarında ama kırk-elli gibi gösteriyor. Ali’ye bakıyorum. “Muhammet Âdem” diyor, “Suriyeli…” “Suriye?” “Evet. Aşağıda bir gecekonduda oturuyorlar. “Erken yaşlanma hastası… Aile çaresiz. Mahallenin çocukları korkuyor, bu yüzden kimse onunla oynamıyor. “Tedavisi yok mu?” “Bilmiyorum.” Annesinin omuzuna bir dağ ölüsü yüklenmiş gibi. Sedirin örtüsündeki geyik başına bakıyorum. Lale’nin dizesini hatırlıyorum : Geyik, bir gizem başı gibi uzuyor aramızda…” Uyanıyorum, yine terden ıpıslak olmuş her şey. Yastık ıslak, yatak çarşafı öyle, giysilerim. Ilık bir duş alıyor, balkona çıkıp sigara içiyorum. Yoldan arada geçen araçların gürültüsü, denizin uğultusu ve dolunay. Aya Senfoni şiirinin dizeleri üşüşüyor. Mırıldanıyorum. Kedi için mırıltı neyse şair için şiir odur mu diyordu? Kedi deyince, ne çok kedi var kasabada? Çoğu hamile. Zayıf, hasta. Kiminin gözü iltihaplı, kimisinin sırtında yara bere, kimisi sakat… Köpeği, kediyi sevmiyor kasabalı. Kovuyor, dövüyor, sövüyor. Bir damla su vermiyorlar. Hava sıcak, üzerindeki kürkle zaten gün boyu patlıyor hayvanlar. Aç, susuz, sefil dolaşıyorlar bir parça yiyecek umuduyla. Ne su veren oluyor ne yemek. Tekme vuran mı dersin, taş atan mı… Hele köpekleri çok aşağılıyorlar. Birine hakaret etmek için köpek, it diyorlar. Varlığın bu denli aşağılanması yaralıyor insanı. İnsanlığımdan utanıyorum. Dayanamıyorum. Birine hakaret etmek için, “öküüz!” deniyor. “Hayvan!”, “sığır!”, “dana”, “deve!” Hayvanların, insandaki olumsuz niteliklerin sureti olduğunu okumuştum bir yerde. Ama bu, hayvanların aşağılama aracı olarak kullanılmasını meşru kılar mı? Onlar evimiz olan doğaya, bize emanet edilmemiş mi? Hani nereye dönülse O’nun yüzü oradaydı. Hani varlık birdi. Hani varlığın dışına halk, içine hak deniyordu? Bu sözleri o kadar çok duyuyoruz ki! Peki neden kendisini göremiyoruz? Niye davranışa dönüşmüyor? Kelimeler eylemler değil miydi? Eylemi olmadıkça sözün anlamı var mıdır? Tekrar dalıyorum. Bu kez Deli İsmail’in uçmayan süpürgesi… Şehirde gün boyu, omuzundaki süpürgesiyle gezen İsmail… Çocuklar onun uçtuğuna inanırlardı. Büyükler inanmazdı. Bunun bir oyun olduğunu düşünürlerdi. Annesi İsmail’i doğururken ölmüş. Baba canına kıymış. İsmail, çareyi süpürgede bulmuş. “Benim süpürgem uçmaz, süpürür, süpürüyorum korkmayın, süpürüyorum” derdi. Bu rüyalar beni öldürecek. Uyumak istemiyorum. Bir defasında, psikiyatr bir dostum, “şizofrenler çok rüya görür” demişti. Üzerime alınmadım ama o kadar çok rüya görüyorum ki…

Sabah geç uyanıyorum. Ayın kaçı, günlerden ne bilmiyorum. Kahvaltı yapıp çıkıyorum. Denize gitmek istemiyorum. Ormandaki pisliği görmeye dayanamıyorum. Kasabanın kuzeyindeki dağlara doğru gidiyorum. Yol bozulunca taksici söyleniyor. Genişçe bir bahçenin içindeki taş evin önünde iniyorum. “Beni, bir saat sonra buradan alır mısınız?” “Tabi efendim.” Nihayet rüzgâr… Soluk alıyorum. Bahçe duvarının önündeki büyükçe bir taşa oturuyorum. En koyu gölge burada. Yaşlı, geniş gövdeli bir dut ağacı. Az sonra yavru bir kedi geliyor. Yanımda bir şey yok. Miyavlıyor. Aç. Kedinin çaresizliği karşısında kendimi âciz hissediyorum. Bir süre miyavlıyor, sonra gidiyor. Papuç incirleri kızarmaya başlamış. İncir sıcaklarının ortasındayız. Rüzgâra rağmen sıcak bayağı hissediliyor. Yukarıdan biri geliyor. Şalvarlı, kasketli, uzun boylu, çizgili gömlekli, yelekli bir adam. Yaklaşıyor. Duruyor. Uzun uzun soluklanıyor. Boynunda bir peşkir. Selam verdikten sonra uzun uzun bakıyor. Gülümsüyor, “ölüm vardır bilirsin, neden gâfil olursun!” diyor. “…”

“Yorma kendini. Boş ver… Düşün düşün, işin içinden çıkamazsın. O niye dövdü, bu niye dövüldü, şu neden öldü, o ona bunu niye yaptı… Bunları anlamak kolay değil.”

“…”

“Bu nasıl adalet diyorsun değil mi?”

“…”

“Adalet anlaşılır bir şey değil. Akıl akıl gel çengele takıl… Bu işlere akıl ermez. Ermeyen de anlayamaz.”

“…”

“Gel aşağıda sana çay ısmarlayayım, biraz laflayalım.”

Kalkıyorum. Ağır ağır yürüyoruz.

“Eyvah, taksici gelecek.”

“Noldu?”

“Taksiciye gel demiştim.”

“Hangi taksici?”

“Bilmiyorum.”

“Nereden binmiştin?”

“Atakent’ten.”

“Dur arayalım, söyleyelim.”

Telefon edip söylüyor. Yokuştan inerken sağda gölgeye uzanmış zayıf bir köpek görüyoruz. “Dayanamıyorum” diyorum.

“Neye?”

“Doğanın barbarca kirletilmesine… Aç-susuz bir halde parkta yatan bir köpeğin üzerine kaynar su dökülmesine… Tecavüz edilen kedinin bağırsaklarının parçalanmasına, üç gün sonra acı içinde ölmesine… Issız bir yolda gözgöze gelen iki insanın selamlaşmamasına… Bileziklerini almak için, oğlunun, annesinin bileğini kesmesine… Adamın çocuğa tecavüz edip sonra öldürüp, ardından çukura gömüp, üzerine beton dökmesine, yüz yaşındaki Amerikalı bir zengin zâlimin, Haiti’li dokuz yaşındaki bir çocuğun kanını alıp onu öldürmesine, tsunamide ailesini yitiren çocuğun kaçırılıp bir Avrupa ülkesinde sürekli taciz edilmesine… Yıllarca sokakta yaşayan adamın, bir gece parkta naylona sarılmış bir halde donarak ölmesine…

“Dayanamazsın. Bu âlemde olup bitenlere dayanmak zordur. Sır da buradadır.”

“Sır?”

“Vücut bir, her şey o sonsuz varlığın içinde olup bitiyor.”

“Nasıl yani?”

“Şöyle : Bütün görünenler, O’nun suretleridir. Bütün bilinenler, O’nun isimleridir. Bütün olup bitenler, O’nun fiilleridir.”

“Her olgu, durum ve olay için böyle midir?”

“Böyledir.”

“…”

“Bunu anlamam mümkün değil.”

“Mümkün ama zor.”

“Nasıl mümkün?”

“Bu da uzun hikâye… Bu âlem cennet değil. Burada, onu ona yedirir, bunu şuna öldürtür, o, ondaki hakkını tecavüz ederek alır, önceden mağdur edilmiş birisi, mağdur edeni bir şekilde cezalandırır. Bu ilahî cümbüşü anlamak çok zordur. Ama nereden gelip, hangi halden bu duruma dönüştüğünü bilirsen büyük oranda anlarsın.”

“Hiçbir şey anlamıyorum.”

“Bu mesele akılla anlaşılmaz. Bunu yaşaman gerekir. Kendi tecrübelerin içinde görüp tatman gerekir…”

Az ilerideki çay ocağına oturuyoruz. İki taze, koyu çay geliyor. Bardağın üstünde kapak, iki şeker…

“At şekeri at.”

“Şekersiz içiyorum ama.”

“At sen. Dur önce çaya iyi bak.”

Bakıyorum.

“Şimdi şekerleri at.”

Atıyorum.

“Karıştır.”

Karıştırıyorum.

“İyi bak.”

Dikkatle bakıyorum.

“Eridi değil mi?”

“Eridi.”

“İşte O, çaydaki şeker gibidir, her şeyin içindedir, her şeyi kuşatmıştır.”

Çaya bakıyorum uzun uzun.

“Şimdilik yapabileceğin en güzel şey bu.”

“Beyefendi beğenmediniz mi?”

Garson.

“Yo hayır, dalmışım.”

Çay ocağında yalnızım. Yanımdaki sandalye boş.

“Tazeleyeyim mi içecek misiniz?”

“İçeceğim.”

“Hayır beğenmediyseniz…”

“Beğendim beğendim de… Buradaki amca nereye gitti?”

“Hangi amca?”

“Az önce buradaydı, beraberdik.”

“Beyefendi iyi misiniz?”

“Neden?”

“Buraya yalnız geldiniz.”

Allahım aklıma mukayyet ol! Kalkıyorum. Pansiyona gidiyor, müsekkin alıp uyuyorum. Ertesi gün öğleye doğru terden sırılsıklam uyanıyorum. Bir dakika bile durmak istemiyorum burada. Duş alıp, kahvaltı yapıyor, ayrılıyorum.

“Beyefendi neden erken çıkıyorsunuz, memnun kalmadınız mı?”

“Hayır hayır işim çıktı.”

Niye böyle yalan söylemek zorundayım ki! Yola kadar güçlükle yürüyorum. Bekliyorum. Otobüs garajına gitmek için ilk geçen taksiye biniyorum. Kalkmakta olan bir otobüse biniyorum. İlçeden otoyola girerken görüyorum, el sallıyor. Gözlerimi oğuşturuyorum. Eliyle çay karıştırır gibi yapıyor.

 

  •   Etiket
  •   Okuma Bu haber 364 defa okunmuştur.

  YORUMLAR

0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
YUKARI