Atakan Yavuz / Şair-Yazar
*“Okullarımızda bize kuşku ve unutma sanatı öğretiliyor, her
şeyden önce kişisel ve yerel olanın unutulması. Kesintisiz zamanın
içinde yaşıyor ama “sonsuzluğun bakışının altında” yaşamaya
çalışıyoruz. Geçmişten bize birkaç ad kaldı ki dil bunları da unutma
yolunda. Artık ne zaman dizini ne de tarih var.”
*Borges/ Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi/Kum Kitabı
Açıkça söylemek isterim ki her kavram, genelleme bizi şiirin dışına çıkarır. Şiirin varlık sebebi bu genellemelerden duyulan rahatsızlıktır çünkü. Arada kaybolanın yitip gitmesinden duyulan huzursuzluktur. İnsanı bir vasatın avlusuna çeken soyut kavramların içinde var oluş coşku ve sancılarını donduran her genelleme şiire, şiiri olan insana bir darbedir. Şiiri olan insan, yaşayan, direnen, dirilen insandır. Kavramlara –yani hazır düşünme kalıplarına- teslim olmak, bir nevi şiirden yan çizmektir.
Kavramla ideoloji arasında ince bir çizgi vardır, ideoloji ile kan arasında da. Kavramları kutsallaştıran ideoloji katliamları bile hoş görebilecek bir körlüğe götürebilir insanı. Kant, bu yüzden kavram üretme hakkını kibarca filozoflardan almak istemiştir, şairlere devretmek için. İnce çizgileri görür şair. Dulcinea Del Tobosso’yu herkesten çok sever, ölümüne sever. Dünya dediğimiz bu kışlakta Dulcinea, şairler olduğu için bunca güzeldir. Düz dünyanın elinden şairin kurtardığı Dulcinea, korsan gemilerini gösteren şaire değil kurtuluş reçetelerine gösteren, pırıltılı kavramlara, sıradanlığa ve konfora varacaktır elbet!
Dostoyevski ve Puşkin ve Tahir ve ...
6 Haziran 1880 günü Moskova’da Puşkin heykelinin açılış törenlerinde bir konuşma yapmak üzere çağırılanlar arasında Dostoyevski de vardı. Yazar biraz da gönülsüz olarak katılmıştı bu şenliklere. Üç gün sürecek şenliklerin edebiyatla, güler yüzle başlayıp siyasetle noktalanacağı açıktı. İkinci gün konuşma yapan Turgenyev Batılı kampı, Babalar ve Oğullar romanındaki Bazarov’un tarafını temsil edecek bir konuşma yaptı. Slavları, yani aşırı batılılaşmaya karşı çıkanları savunmak ise Dostoyevski’ye kalmıştı sanki. Oysa o ne o tarafın ne de bu tarafın sözcülüğüne soyunmak istiyordu.
Üç günlük yorgun kalabalığa oldukça etkili bir konuşma yaptı Dostoyevski. Konuşma biterken dinleyicilerin birbiriyle tokalaştığı, sarıldığı hatta ağladığı görülüyordu. Dostoyevski’ye Rusya’daki ününü kazandıran, onu yazarlıktan ermişliğe çıkaran şey de kitaplarından ziyade Puşkin üzerine o gün yaptığı konuşma idi.
Dostoyevski o gün, birbirine o kadar benzeyen iki Rusya olduğunu, soyut kavramlara bel bağlayan Rus aydınının kurtuluş reçetelerinin toplumsal çatışma ve felaket getireceğini söylüyordu. Puşkin de gerçek zenginliği ve güzelliği zaten hiçbir zaman onlara ait olmayan, hilkat garibelerine çevirdikleri Avrupa kavramlarında değil halkın gönlünde bulduğu için büyük şair ve yazardı ona göre.
Bu konuşmayı tekrar okuduğumda kimi yerlerinde Sait Halim Paşa, Cemil Meriç, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı, Sultan Galiyev, Nurettin Topçu gibi yazarlarla aynı yerden, aynı cepheye karşı konuştuğunu fark ettim. Dostoyevski’yi hazırlayan fikirlerin genel çizgilerini burada bulabileceğimiz halde bu konuşma neden dolayı geri planda kaldıysa saydığım yazarlar da aynı sebeplerle gölgede kalmıştır. Bunun bir sebebi insanı nesneleştiren kapitalist Batı medeniyetine karşı bir direnç noktası, yer yer diriliş teklifi sunmalarıdır. Dünyanın, Slav ruhuna kısmen kulak verse de Anadolu ruhuna, ondan gelen esenlik tekliflerine kulak tıkaması ise kökleri daha derinde olan sebeplere dayanır. Oysa Puşkin üzerine konuşmaları okuduğumuzda gönüllere su serpecek pek çok teklifin Dostoyevski’nin yücelttiği Slav ruhundan daha etkili ve şiirsel bir mayasının, kaynağını tasavvuf neşvesinden alan Anadolu ruhunda bulunduğu gözlemlenebilir.
Hacı Bayram Zosima Dede’den daha az derin değildir
“Ekonomik ve toplumsal başarılar alanında Rusya’yı Batılı milletlerle kıyaslamaya kalkışmıyorum, sadece diyorum ki, kendine özgü sağduyusu ve ağırbaşlılığıyla Rus halkının dehası, evrensel insanlık ülküsünden yana çıkmaya bütün milletler arasında belki de en yatkın olanıdır.”diyor Dostoyevski. Dostoyevski Puşkin üzerinden bizde kimi zaman yerli, mahalli, milli, geleneksel olarak geçen kavramın tanımını yapmıştır aslında. Puşkin sanatının öz suyunu kendi köklerinden çekmiştir yazara göre. Rus halkının dehasını da ekonomik başarıdan ziyade ahlaki tekâmülde bulur. O ahlâkî tekâmül Anadolu’yu şiir olarak dolaşır. Karamazov Kardeşler’in Zosima dedesi, Devlet Ana’nın, Tarık Buğra’nın Şeyh Edebali’sinden, Hacı Bayram Veli’den, Topçu’nun Hallac’ından daha derin değildir. Şairi bile şiirden vazgeçirecek bir coşkunluktadır bu toprakların mayası. Derviş hırkasının asalet ve cesameti şairin deri ceketini hep solgun bir örtüye çevirmiştir.
Bugünlerde Türkiye ile yaşanan krizde de görülebileceği gibi yeryüzündeki merhamet açığını kapatacak olan mayanın Slav ruhunda değil Anadolu toprağında bulunabileceği anlaşılmaktadır.
Dünyada muhacir dilde yerli
Türklerin yerliliğinde de evrensel insanlık ülküsünden yana çıkmaya yatkın pek çok unsur bulunur. Şiire yatkın ve şiire yakın unsurlardır bunlar. Anadolu yerliliği, yeri olmayanın yeridir. Entelektüel ahlakının kaynağını da feragat etmenin erdeminden alır. Hiçbir kabile, teori, kurtuluş reçetesi ya da mezhebe körü körüne bağlanmayacak kadar uzaktadır dünyadaki hesaplardan. Dünyadadır ama dünyalı değildir. Üryan gelmiştir, üzerine dünyadan hiçbir boya sıçratmadan gitmek istemektedir. Bu toprakların yerliliği, bilinen milliyetçilikten oldukça farklıdır…. Vatana değil dile sığınmıştır. Vatanda yabancı dilde yerlidir.
Sahih olanın arayışından ziyade yeni ya da bilinmeyenle karşılaşıldığında savrulmaların önüne geçecek bir tutunma biçimidir. Böylece elde olanın kıymetini tartma kadar yeni olanın sorgulanmasında işe yarayacak ölçüyü de bize sunar yerlilik. Bizde yerlilik insanın aslında göçmen olduğunun, hep muhacir olduğunun dünyanın kulağına fısıldanma biçimidir. Dünya bu hakikate sağır olduğu için yakıcı pek çok sorunun üstesinden gelemediği, hatta egemen düşünce sistemlerinin sorun üretmekten başka işe yaramadığı bir yer haline gelmiştir. Bu bağlamda insana bir yer bulma çabasından ziyade yersiz- yurtsuzluğu sağlama alma girişimidir. Bir eve sahip olmamak, dünyada kendini evinde hissetmemektir benim anladığım anlamda yerlilik. Bir coğrafya parçasını ya da kimliği değil ruh halini işaret eder. Topçu’nun kendimize kavuşmak dediği buluşma hareketidir.
Vatanı olan somut sözü aramak
Bunlar, tabii yerliliğin öznel ve şiirsel tanımlarıdır. Onu bir dile, coğrafyaya, kimliğe indirgemeyi doğru bulmam. Daha çok yukarıda da bahsettiğim bir ruh haline, bir tutunma biçimine işaret eder. Moğol karşısında Yunus’un, Acem karşısında Nedim’in,-Tanpınar Hürlük davası diyor buna- Batı karşısında Namık Kemal’in, Sait Halim Paşa’nın, Akif’in, Kemal Tahir’in tutunma biçimi bende hep bir ruh halini çağrıştırır. Bir kavram olarak sınırlarının belirsiz olması da bu yüzdendir. Kimi zaman İslâmcılıkla, kimi zaman milliyetçilikle kimi zamanda solla ilişkili görünmesi onun sınırlarının muğlâk olmasındandır. Bu muğlâklık bir imkândır aslında. Çünkü Türkiye’nin her kesiminin ortak payda bulabileceği bir zemin, ayak basılacak bir toprak sunar bize. Evrenselliğe giden yol da sahih bir yerlilikten geçer. Yerlilik insanın kendi kafasıyla düşünebilme cesaretini, varoluşa kendisi olarak, kendi kıyafetleriyle katılma cesaretini gösterebilmesidir ki Kant’ın aydınlanma dediği şey bu olgunluk, bu bağımsızlık atılımıdır. Kişi ya da toplum ancak kendi olursa nurunu diğer milletlere yayabilir.
Yerli olmaları, köklerine bağlı olmaları evrensel yapmıştır kimi yazarları. Yeats’i köküne kadar İrlandalı olması mesela. Bu bağlamda evrensellik “vatansız sözü” bulmak değil vatanı olan somut sözü aramaktır. Eliot, Yeats’in İrlandalı olayım derken evrenselleştiğini söyler. O da konuda değil anlatımda.
Yerliliğin şiirle en çok bağlantılı olduğu alan ise gelenektir. Bu da Eliot’un dediği “tarih şuurundan” başka bir şey değildir. O şiir ki sanatçıyı şahsiyetten kaçmaya, eskileri ayakta tutan hakikate yöneltir. Bu bağlamda insanı evsiz bırakan modern düşüncenin “yeni olsun” ya da Post-modern düşüncenin “farklı olsun” düsturlarının ötesinde “taze olsun” diyerek, sözü taze kılmaya çağırır sanatçıyı. Bu ahitse dilin hayat karşısındaki tavrına benzer: Yeni karşısında hoşgörülü, eskiye saygılı. Değişikliği kabul eder ama onu dönüştürür, bozulmaya karşı da tarihi bilinçle direnir.
Mamur eskiler, harap yeniler
Yenilik tutkusu da körü körüne gelenekçilik kadar sağlıksızdır. Bunun için yeni pek çok şiir daha miadı dolmadan eskimiş, körü körüne gelenek de soğuk ve sevimsiz bir uzak akraba gibi kapımızı çalmıştır. Yeni ile ilgili en dikkate değer izah, kaderin yeni kelimesi ile alay ettiğini düşünen Süleyman Nazif’in Diyarbakır surlarıyla ilgili olanıdır: “Yeniler, yeniler… Bakınız azizim, Anadolu’nun hemen her tarafını dolaştım. Her yerde yeni mahalle, yeni kapı isimlerini taşıyan yerleri harap gördüm… Diyarbekir surlarının başlıca dört kapısı vardır: Dağ Kapısı Rum Kapısı Mardin Kapısı, kapıların bu üçü de bugün hala mamur bir haldedir. Yalnız Yeni Kapı o kadar yıkılmış ve harap olmuş ki bugün eşiğinden bile eser görülmez.” Nazif, Yahya Kemal’in de yeni olmadığını düşünür. III Ahmed zamanında doğduğunu söyler. Bu kadar eski olması belki de Yahya Kemal’i kalıcı yapmıştır. Yahya Kemal eskiyi çok iyi anladığı için yenidir.
Türkiye’de yeni kelimesi hep bir şakayla kol kola yürümüştür. Mesela Servet-i Fünûn nesli ile başlayan akımın iki ismi daha vardır. Bunlardan biri Edebiyat-ı Cedide adıdır ki bu ad, önce Tanzimat nesli edebiyat akımı için de kullanılmıştır. Şinasi-Ziya Paşa-Namık Kemal; Ekrem-Hamid-Sezai devrinin meydana getirdiği yeni edebiyata eskiler Üdebayı Cedide (Yeni Edipler) diyordu. Servet-i Fünûncular’ın daha yeni olduğunu anlatmak için alay olsun diye, onlara Yeni Edebiyat-ı Cedide'ciler denmişti: Yeni Yeni Edebiyat. O zaman daha Cumhuriyet yoktu. Olric de yoktu; I. Yeni ile II. Yeni de…
Acı hakkında yanılmazdı eski ustalar
Edebiyat tarihine göz attığımızda sağlam olan yeninin eskinin kapısından geçerek yol aldığı görülür. Eski ustalar önemlidir çünkü Auden’in dediği gibi “acı hakkında yanılmazlardı hiç eski ustalar.” Başkasının acısını tanırlardı. Bu yüzden Eliot meselenin onlar gibi inanma eksikliği değil onlar gibi duyma eksikliği olduğunu söylüyor. Karakter ise bu acının şampiyonluğunu yapmada değil, onu onur sahibi bir kalıba dökebilmektir. Acıyı insanın dışına itmeden, değersizleştirmeden: kimlik, ideoloji gibi kavramlarla ötekileştirmeden…
diyarbakır surları ile ilgili görsel sonucuRaymond Aron’un tasvir ettiği, demokrasinin kusurlarına en küçük bir müsamaha bile göstermeyen ancak bir doktrin adına işlenmişse kitlesel cinayetleri bile mazur gören yeni aydın tipi, bu acıyı tanımaktan oldukça uzaktır. Çünkü dünyayı, mahiyetini kendisinin de kavrayamadığı soyut kavram setleriyle açıklamaya soyunmuştur. İnsan somuttur oysa. Onun acıları da. Aydınların Afyonu olan kavram setleri ruhsuz bir dünyada çekilen acılara dokunmaktan uzaktır. Evrensellik de bence bu afyon setlerinden biridir. Bizi iyilerin tarafına çağırır ama neyin iyi neyin kötü olduğunun belirleme hakkını elimizden alır. Bu ise ahlaki bir çıkmazdır. Bazı kavramları kullanmak için aydınlanma kaynaklı modernitenin üstünlüğünü kabul etmiş olmanız gerekir.
“Muktedirlerin evrenselciliği taraflı ve tahrif edilmiş bir evrenselciliktir.” diyor Wallerstein. Neden? 1545 yılında İspanya’da yayımlanan bir kitabın alt başlığı şöyledir: “Yerlilere Karşı Verilen Savaşın Adil Gerekçeleri Üzerine.” Burada barbar ve cahil oldukları için başkaları (Batı) tarafından yönetilmesi zaruri olan yerlilerden bahsedilir. Bu anlayış evrenselciliğin bana göre temel doktrinidir. Beş yüz yıldır barbarlar arasında kalmış azınlık beyazlar yani “iyiler” kimi zaman özgürlük kimi zaman demokrasi, adalet, medeniyet (Türklere karşı Batı’nın savaşının gerekçesi) insan hakları taşımak için seferler düzenler.
Kültürel çözülmeye şiir direnir
Şiirin başka dile çevrilememesi onun bizzarure yerli ya da milli olduğunu, bu da bağlamından koparılmaya, işlevinden ayrılmaya yani kültürel çözülmeye en faza direnç gösterecek bir alan olduğunu gösterir. Ana dil, içine üryan doğduğumuz dil şiir için verilmiştir bize, duymak için. Düşünmek için bir başka ya da eski dile ihtiyaç duyarız. İnsan düşünürken değil duyarken vardır o da anadilde mümkündür ancak. Türkler uzun süre başka dillere, düşünmek için ihtiyaç duymuşlar, fethettikleri ülkelerin diline tabi olmuşlardır. Tanzimat’la başlayan dilde sadeleşme çabaları, ardından Yeni Lisan, bir varlık mücadelesinin dilde açılmış cephesidir sadece. Türkçenin kapısı varlık kaygusu duyulan dönemlerde çalınmıştır. Türkçe bu yüzden bir tapu senedi vazifesi görmektedir.