Mustafa Muharrem / Şair-Yazar
Şiire açılmak, sıfırlanmayı çağırmaktır. Artık silinmekten başka yol kalmamıştır bizim için. Şiirin bizi bekleme süresi l, biz kendimizden, kendiliğimiz olduğu yalanına iman etmenin güvenliğinden vazgeçmeye hazırsak dolar. Bizim şiiri hakketmemiz, kendimizi, daha doğrusu kendiliğimizi iptaldeki samimiyetin yüksekliği ve derinliği kadardır. İçimizi ayıklamak ihtiyacı ne şiddette zonkluyorsa, o seviyede bir şiir kazanırız.
Buradaki bütün dengeyi, kendimizin inkarcısı olmakla kendimizi savaşa sürüklemek arasında yürüttüğümüz tavassutun kurnazlığına bırakırız. Kurnazlık, çünkü kendiliğimize teslimiyet, anlamımıza sırt çevirmeyi hayat ve saltanat sanma aptallığıdır. Kurnazlık çünkü, şiirden önceki hâlimiz, oynadığımız tiyatroyu dinselleştirme ahmaklığıdır. Kurnazlık çünkü, şiir yoksa egemen sığlık bizi de dilin balkonundan bayrak olarak sarkıtırken biz bu hileyi rasyonalitenin bize bir lütfu sayarız. Rasyonaliteyi minnetle karşılar, bize gösterilen ‘edilgin dil’ meskenine, herhangi bir bedel istemediği, bizi ‘kiracı’ yerine koymadığı için şükranlar sunarız . Rasyonel ile iyi geçinmek bir içerilmek-içerilmemek hesabıdır. Müesses dilden memnun kalmadığımız, şikayette bulunduğumuz ân, rasyonelin dışına atılırız.
Şiirin bu yüzden günahı yoktur. O, bizi varlık mayamızla içine sokuşturulduğumuz gerçeklik arasında esen tereddütten koruduğu için masumiyetini bozmaz. Tercihimizi gerçeklikten yana yaptığımızda ise, bizden ümidini keser. Hem de asilce. Artık aşkın duyarlık, bizdeki ikametinden geri dönmemek üzere ayrılacak; bir daha eşiğimiz önünde bile oturmayacaktır.
Kimin hayatında şiirin gaga ve pençe izleri taze ise, onun gerçekliğe teması henüz çok yenidir. Ne gerçeklik ‘özne’yi yenmiştir; ne de özne gerçeklik karşısında zafer veya ölüm dışında bir sonucun düşünülemeyeceği bilincine ermiştir. Kimin göz oyuklarında şiir varsa, onun bakışı kalbin bitmek bilmeyen arkeolojisidir. Bütün sorun, şiirden ne umduğumuz, ne anladığımız değil; şiirin bizden ne umduğu ve ne anladığı kaygısının gramajında yatar. Şiirden bize serpilmiş yankının referansı ile bizden şiire ulaşan sesin ontolojik mahreci: Bu kutupların birbirini bütünledikleri hayatımızdaki matematiğe katkı mı yaparız; yoksa, tarafsız bölge kalmaktaki ısrarımızın arkasına mı saklanırız? Koroya seçilmek ya da soloya devam; her ikisi de bizim kuvvet harcama üslûbumuza, geçer-değer doğrultumuza bağlı konumlardır.
Eğer şiir insanî sürçmelerin, insanî zayıflıklar ve yetersizliklerin çevirmeni ise, ilkeselliğin yağlı ilmeği hazırdır çoktan: Varoluşsal çaba azgın bir ‘anlam’ cânisi olarak yargılanmış, ipe çekilecektir. Çünkü şiir, mevcudun estetize edilerek ruhsal mevzuata indirgenmesi karşısına temel bir yasa olarak evreni koyar. Yıldızların, göklerin, suların, böceklerin, taşların, mevsimlerin hukukuna göredir bu. Dileyen tâbiyeti için uyacağı başka hukuklar geliştirebilir. Yaşanılanın belleğine, varoluşsal kökenimize doğru inmek, yüzeyi ve takvimi reddedip diptekiyle bitişmek cehdiyse şiir bizden emanını, himayesini esirgemez. Ama derinlerde maden aramak, varsa, ‘yukarı’ çıkarmak niyetindeysek, bir zenaat formatına sıkıştırarak metâlaştırırız şiiri. Halbuki şeyleşmeye ve şeylere karşı ‘anlam’ımızın bir itirazı, bir tavrı olarak şiir, evreni kavrayışımızın esâsıdır. Evren tarafından algılanmak da, bu esâsın simetrik ifâsı demektir.
Doğru, şiir nesneye de nesneler düzenine de son verirken ‘özne’yi kollar aslında. Titizlenilen, ‘özne’nin kendinden bıkmasını nasıl cevapladığıdır. Şiir, bu nedenle ilkenin ahlâklaştığı alana aittir ve bu hakimiyetini, ‘başlangıçtaki saflık’ karşısında realiteyi bozguna uğratarak sağlar. Dili estetik bir örüntüde istiflerken üç aşamadan firesiz ve tam çıkılırsa poetik aklın faaliyeti başarıya ulaşır: Önce, gerçekliğin güdümündeki dilin tahliyesi. Evet, gramere esareti böyle bitiririz. Ardından, içtenliğe sadakatin sağlanması. Evet, zihin ve hassasiyet denizlerimiz, gramerin hacmine göre çalkanmaz. Düşüncelerimiz, heyecanlarımız, hayâllerimiz ve rüyalarımız yerleşik dilin filtresinde süzüldükçe, hürriyetlerini devreder. Kelimelerin birbirleriyle alış-verişinde işaretler pazarına güvenmek, ‘anlam’ı paylaştırmak sayesinde herkesleşmek, ortaklaşmış kabûllerin müşterisi ve tüketicisi olmak demektir. İyi de, kelebeklerin kanatlarındaki ritmi niçin sesimizin disiplini bilmeyelim? Zaman niçin kelimelerimizin kuaförü olsun ve ‘anlam’ın stilini belirlesin?
Dilin sınırına tosladığımız için mi şiire mecburuz? Öyleyse derdimiz poz kesmektir. Evet, poz. Acınmak, beğenilmek, mutluları kederimizle küçümsemek, yiğitlik potansiyelimizi metinselleştirerek hasmımıza blöf yapmak, mızmızlanma kılıfı içinde saldırganlığımızı kutsallaştırarak bir sebepler mistisizmi kurmak: Bu raconun muhatabı ölüm veya hayat, cinsellik veya toplum, tarih veya tabiat değil, peşinde koştuğumuz rol ve repliktir. Oysa şiirin bize mecburiyetine yetmek sorumluluğu, ‘mayamız’ı yalanlamamakla, yeryüzü serüvenimizi sanrılaştırmamakla tutulacak bir nöbettir. Biz şiir söyleyen, şiir yazan ve şiir okuyan olma ısrarını putlaştırdığımızda başlangıçtaki saflığımızı tekrardan bile bile kaçınır, duruşumuzu değişken ögeleri mutlaklaştırarak her fırsatta ve her şartta aklarız.
Şiirin söylediği/yazdığı/okuduğu; yani şiirin yaptığı olmak yanlısı bir tutum benimsediğimizde, poetik akıl eşliğinde geçtiğimiz yer tövbe kıyısıdır. Çünkü total bir günah organizasyonu olan dili işlemekten dönmüşüzdür. Bu nedenle şiirin dili, gerçekliğin işaretler sistemi olarak çalışan verili dili tanımaz. Verili dile mukabil, dilsizliğin ontolojik şivesine sıçrarız bu hamleyle.
Şiir bir imkân ve enstrüman olarak dilsizliği ontolojik hakikatin ses örgütüne çevirebildiği için sanattır. Soy şiir, ahenk âletlerini ister geleneğin havuzundan toplasın ister modernlikten uyarlasın, kaynağını dilsizliğin müzikleşmesinde bulur. Bu dilsizlik, ehlileştirilmiş kelimeleri koparıldıkları yabanlığa iade hırsından doğan bir müzik olduğu için tarihseli susturur. İnsanoğlu, zamanın sesini kısmadan kendisinin de bir uzvu olduğu kainatın söylediklerini işitemez.
Varlıksal bilinç, kelimelerin ibadeti olan şiirle konuşur. Bizler, kelimeleri ibadete varmazdan önceki yaşantıları içine hapsettiğimizde, egemen dilin kontrolü altına alınmak esenliğine yaslanmış oluruz. Çok müşterek ve çoğul bir rahatlık fakat, gerçekliğin oyununu kendimize yontar ve bize sadece, saflıkta yenilenmemeyi, buna karşın rutini, sıradanı, alışılmışı sürgit yinelemeyi garantiler.
Varlık-bilgi-değer kodlarımızı hakîkatin zamirleri olarak önemsediğimiz ân, şiir harekete geçer. Şiirin bize dikkati, bizim kendimize titizliğimizin cevabıdır. Bu nedenle, şiirdeki ‘zaman’ itibarî zaman değil; kımıldayan, gerçekliği zapt için ayağa kalkan ‘anlam’ ile bizi senkronize hâle getiren İradî zamandır. Şeyler düzeninin gürültüsünü tınmayan, bu nesnel otoriteyi ciddiye almayan içsel duruşa İMGE denir ki, şiir bizi, daha doğrusu, kendiliğimizi stop etme kararı verdiği vakit, gerçekliğin geçitleri artık kapatılmak üzre emir bekler. Bu emrin merkezi, başlangıçtaki saflığımızdır hiç şüphesiz.
Gerçekliği uzatan, sündüren patetik süslemelerden asla yakalanmayacak bir tekinlikle firara girişen şiir, asilliğini ve ontolojik asliyetini pörsütmez. Bu nedenle, dili kavramak zorunluluğu yerine dil tarafından kavranmak sorumluluğundan sapmadan, derin ve soy yaşar. Kelimeler arası geometri, evrendeki akışın müzikal hendesesi uyarıncadır soy şiirde ve soy şiir, gerçekliğe gününü gösteren, ‘şey’lerin ödülünü de cezasını da veren müntakîm bir ulviyetten gelir.
Soyut optik özre ve optik sıhhate bağlı olduğu için, şiirin nerden baktığını, neyi görüş alanından çıkarıp çıkarmadığını tanımlayıp açıklarken isabetli; ‘şey’ler ile ‘isim’lerden hangisinin diğeri adına ‘delege’ sıfatı taşıması gerektiğini belirtirken poetik akıldan izinlidir. Bu noktada şiir, ‘duâ’nın bir türlü iyileşmeyen şehzadesidir adeta.
Hastalığını atlatsa, ‘duâ’ belki tahtını şiire bırakmakta beis görmeyecektir. Belki, ‘duâ’ insanî olanda filtrelenerek şiir çökeltisine dönüşmektedir. Bu ikirciklenmeyi avuçlayalım sımsıkı: Somutun soyuta ve soyutun somuta tepkisine ilişkin ezberlerden önce, birbirleriyle nasıl bir diplomasi yürüttüklerine; aralarında ne incelikte ve sıklıkta haberleştiklerine dair en muteber tanıklık şiirin bilgisidir. Şiire gitmeden soyut-somut alanların neremizde düğümlendiğinin farkına varamayız.
Yorumlar (0)