Doç. Dr. Eşref Akmeşe Yazdı: Gerçek Bilgiye Ulaşmanın Yolu Eleştiriden Geçer
Medyanın, günlük hayatın vazgeçilmez parçası haline geldiği dijitalleşen dünyada teknolojik gelişmeler iletişimin kitleselleşmesine ivme kazandırmış...
Otuz yılı aşkın gidip geldiğim bir aktar dükkânı var. Sahibiyle sıkı ahbabız. Adıyaman Besnili. İkimizin de baharatla, çiçekle, tohumla, eczayla ülfetimiz o kadar artmış ki…
Şerif Aydemir / Yazar
Otuz yılı aşkın gidip geldiğim bir aktar dükkânı var. Sahibiyle sıkı ahbabız. Adıyaman Besnili. İkimizin de baharatla, çiçekle, tohumla, eczayla ülfetimiz o kadar artmış ki, bazen ot sohbeti, av sohbeti gibi her şeyin önüne geçebiliyor. Bize kalsa, zencefilin zerdeçalın girmediği tabağa kaşık uzatılmasın diye kanun icat ederiz. O derece…
Geçenlerde bir hışımla dükkânına dalıp kınakına şurubu sordum.
Halimi hiç beğenmedi:
-Hayrola! Dedi, yaz günü öksürüyor musun?
-Öksürüğüm yok, dedim, yürek titremesi var.
Dudaklarını muzipçe büzüştürdü. Manalı manalı sustu. Güya başka müşteriyle ilgileniyormuş gibi yapıp beni geçiştirdi. Sanki ilk defa mı böyle görüyor, yarın ikimiz de unuturuz.
O unutmamış. Bir başka gündü, önümü kesip beni içeri çekti. Telefonunu küçük sehpaya kurdu.
-Kınakına şurubunun bunun yanında esâmisi bile okunmaz. Adile Kurt Karatepe söylüyor, Elazığ’dan uzun hava, tam memleket işi. Hele bir dinle.
Ağam, Ağam,
Gönül yükseklenmiş alçaklayamam
– Sevdalım yâr
Nutkum daralmış sır saklayamam
-sevdalım yâr
Gülümün üstüne gül koklayamam
-sevdalım yâr
Eyvah eyy! Vala virane bağlarda ötsün baykuşlar, balam hey!
Başımı kaldırıp yüzüne baktım.
-Nasıl? dedi, yürek titremesi geçti mi?
-Yürek mi bıraktı ki, titresin? Hem ben pişman oldum. Vazgeçtim. Yürek titremesinden şikâyet etmiyorum daha.
-Üç günde ne değişti?
-İçimdeki akış durmasın, bu alev sönmesin istiyorum.
-Niye?
-Onlar giderse benden geriye ne kalır?
Benden geriye ne kalır ki? Kendimi nasıl tarif ederim? Artık beni kim kâle alır?
Bir ışıkla, bir gölgeyle oyun kurup oynaşamayacaksam; bir sardunya çiçeğine ipil ipil içimi dökemeyeceksem; pamuk huylu bir karıncanın izini sürmeyi dert edinmeyeceksem; bir kelebeğin iniltisine kalbim meyletmeyecekse, hım?..
Bir yaz akşamının telâşı üstüme çökerken, hele o ıssız dağların kurdu kuşu yuvasına çekilirken, işveli yağmurların ince ince çiselemesi ruhumu tütsülemesin öyle mi?
Hislerim büsbütün dumura uğrasın da seher yelinin nârinliğini, nerminliğini fark etmeyeyim; günler gelip geçsin de gül sızısı düşmesin içime; ishakkuşunun ağıtını duymayayım öyle mi?
Yanık bir şarkının, bir aşk neşidesinin ön akorları yüreğime değsin, değsin ama o yüreğim terbiyeye yanaşmayan doğan kuşu gibi örselenmesin he mi?
Peki, ben kimim? Köknar kütüğü mü?
“ Yüklendim omuzuma benim olmayan derdi
Sargıları çöz tabip, göz çanağım yeşerdi “
Eyvah ki, eyvah!..
Gene kendimi dışarı vurasım var… Başımı öteye beriye çalasım var.
Bir gönül sığınağı bulsam diyorum; orada meselâ, bir toprak sedire kurulsam. Üstünde yayla desenli Şavak kilimleri; dört ucuna yayılsam alabildiğine, sereserpe… Önüm ırmaklara açılsa, ufkum akıp gitse genişliklere; mesafeler, perdeler, peykeler kaldırılsa aradan… Düşüncelerime ket vurmasalar, satırlarıma ilişmeseler, demli çaylarıma sınır koymasalar…
En iyisi Ağın’a gitsem, sakin diyara…
Osman Dağı’ndan, Aliuşağı Tepesi’nden bakıp rüzgârda yırtık şal gibi çırpınan gölün mavisini yeşilini gözlerime çeksem.
Yürüsem. Yürüyüp dursam hayat yorgunluğumu hiçe sayarak… Çerin çöpün istilasına uğramış tozlu topraklı köy yollarını adımlarıma vursam, nasırlarım kanasa da aldırmasam… Yol kenarlarında gözeleri kuruyup kör kalmış çeşmelerin hicranını, Beyelması’nın yaslı çitlembiklerini ardıma düşürsem de Karadağ’a ulaşsam. Karadağ’ın ta ucuna… Başını duman sarmış saçaklı bir meşenin gölgesinde kara taşa tünesem. “Yüce dağ başında yanar bir ışık” türküsünün boyu kadar bir zaman bana yeter, ne kimseyi görsem, ne kimseye görünsem. Bir yanım Arapgir vadisine koşulu, karşımda Munzur Dağı… Ağın’ın, Eğin’in, Çemişgezek’in ardıç kokulu köyleri benek benek önüme dökülse… Dilimin ucunda acılara az belenmiş, pınar akışlı bir Harput türküsü ve hatta ilk gençlik şiirlerimden kalma bir dize biteviye zihnimde zonklayıp dursa:
Karadağ Munzur’a “Elezber” söyler:
Uzaklarda titrek gölgeler seçilir
Usulca vadilere sinmiş yetim köyler
O köylere yüreğimden geçilir.
Oy oy! Nurlara gark olasın Mehmet Ergönül ağabey…
“Uça gide gönül bir kuş ola da
Bir ölümsüz yeşil dala kona hey!”
Dilâver Cebeci, beni dağlara gömün demişti. Yok, benim öyle bir vasiyetim yok.
Bilmiyorum ki, şimdi oralarda yeniden ne düşünür, ne konuşur, ne yazarım?
Ya derdime derman, ya katlime ferman…
Benim gibi soluğu azalmış, bedeninden her gün bir taş düşen ressama sormuşlar:
-Hayat size bir şans daha verseydi ne yapardınız?
-Bütün resimlerimi baştan yapardım, demiş.
Hayret! Borges de öyle söylemişti: “Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya, ikincisinde daha çok hata yapardım.”
Herhalde ben de farklı davranmam. Daha önce dediklerimi gene derim. Hatalarımı bu kez daha sever okşarım. Aynı telli kavağın dallarını yeleler, başımın belası o nazlı türkülerin gene köy köy peşine düşerim. Dağ yamacında bir alıç ağacı bulur sevdalanırım. İç çekmelerimi çoğaltır, aşk yaşamaktan usanmam. Ömrü heder etmem işte…
Neyleyim ki, İstanbul’dayım. Her yanı delik deşik edilmiş bu kahırlı ve süzgün şehirde. Koca Mustafa Paşa’dan Aksaray’a doğru eksik adımlarla ufala ufala iniyorum. Çok sayfalı not defterim, tükenmeyen kalemlerim yanımda.
Kararsızım. Ne yana yol alayım, kendimi hangi kuytuya atayım?
Zihnimi yokluyorum. Bir bardak çay yudumlayacak yer arıyorum. Nereye gitsem?
Bilenler bilir, bir zamanlar bu sahil yolunda hoş mekânlar vardı; Serin Gölge, Yakamoz, Martı Gözü, Denizci Rüyası gibi… Adları bile çeşnili, insanın yüzüne tebessüm eden; geniş, ferah, içlere uzanan, sükûta ayarlı mekânlar. Duvarları insanı sıkıştırmazdı, boyaları renkleri yormazdı. Derken, köylü- şehirli tipler türedi; işgal sürüleri gibi yeni dillerle, yeni kelimelerle geldiler. Denizlerin önünü tuttular, gariplere bir avuç tuzlu su salmadılar. “İbonun Yeri”, “Sülonun Yeri”, “Babanın Yeri” diye beğendikleri köşe başlarına tabela çaktılar.
Şimdi onlar da yok oldu. Mekânlar küçüldü, eşyalar kübikleşti; işler, ilişkiler, iletişimler değişti. Velhasıl yüzü insana dönük ne varsa değişti.
“Zamanın ruhu” imiş, “vaktin dili” varmış. Anladık. Anladık ama hayatın da hafızası var, şehrin de öyle…
Hadi marketler, lokantalar, büfeler neyse, ikide bir sokak isimlerinin değişmesi ne oluyor? Yasalardan hızlı değişiyorlar, yetişemiyoruz.
Kemal Tahir, “Her sabah kalkıp bakacaksın; kapı numaraları değişmiş mi, değişmemiş mi?” diye merak ediyordu.
Reşat Ekrem Koçu, ta 1946 yılında, sokak ve semt isimlerini değiştirmenin hangi çirkin ifadeye karşılık geldiğini yazmıştı gazetede.
Bilindiği üzere Puşkin’in Bahçesaray Çeşmesi adlı bir şiiri ve oldukça etkili hikâyesi vardır. Rus orduları Kırım’ı istila ederken Puşkin’in ve şiirinin hatırına bu çeşmeye dokunmadılar, Bahçesaray şehrinin adını değiştirmediler. Şimdi orada Puşkin’in bir büstü bulunuyor.
İkinci Dünya Savaş’ında da Varşova ve Budapeşte yıkılmıştı. Savaş sonrası şehirler yeniden kurulurken bazı isimler ve mekânlar koruma altına alındı. Üstelik bir savaş döneminden ve psikolojisinden bahsediyoruz.
11.4.2012 Çarşamba günü, Türk Edebiyatı Vakfı’nda Emin Işık Hoca anlatmıştı: Meşrutiyet devri devlet adamlarından Fuat Şemsi Bey, çok nazik ve saygılı biriymiş. Emirgan’daki evinde ‘Perşembe Sohbetleri’ yapılır ve bu toplantılara başta Yahya Kemal ve Faruk Nafiz olmak üzere sanatkârlar, edipler, musikişinaslar, diplomatlar katılırmış. Nasıl olmuşsa, 1958 yılında Taksim’de biri ayağına basmış. Fuat Şemsi Bey, “İstanbul’u haydutlar sardı” diyerek ölünceye kadar, tam 9 yıl evinden dışarı çıkmamış. Hazret bugün başını kaldırsa, herhalde “ört ki ölem” diye feryat ederek mezarına geri dönerdi.
Eski bakanlarımızdan İlter Türkmen’in yıllar önce Hürriyet’te çıkan bir yazısını kesip saklamıştım. Vefatı vesilesiyle yazı yeniden elime geldi, tekrar okudum. Türkmen, sokakların haline bakıp “Toplumsal küstahlık” diyor ama anlaşılan o ki, uzun zamandır kimse üstüne alınmıyor.
Diyeceksiniz ki, kaptırdın gidiyorsun ama o kadar mı?
O kadar.
Nasreddin Hoca’nın önünü polisler keser. Arama yaparlar. Hoca’da kocaman bir pala bulunur.
-Bunca sakala bu pala hiç yakışıyor mu?
Hoca:
-Hatalı yazılan yazıları görürsem bu palayla onları kazıyorum evladım, der.
Polis ikna olmaz:
-Bu kadar büyük bıçağa ne gerek var, küçücük bir çakı bile o işi görür.
Hoca güler ve der ki:
-Ah evladım! Bazen öyle büyük yanlışlar yapılıyor ki, bu pala bile kâfi gelmiyor.
Geçenlerde Hisar Dergisi’nin eski ciltlerini karıştırırken rastladım. 110’nuncu sayıda Cemil Meriç diyordu ki, ”Namık Kemal sokağın dilini kullanmaz, sokağa dilini öğretir.”
İşte sözü getirmek istediğim yer biraz da burası.
ESKADER toplantılarının birinde M. Şevket Eygi, “Sokaklarda yürüyemiyorum, çirkin binalar beni tehdit ediyor” demişti de kimileri şaşıp kalmıştı bu adam ne konuşuyor diye.
Yazık! Aramıza dünyalar girdi, sokak bizden çok uzaklaştı. Sadece sokak mı? Mahalle, şehir, doğal hayat…
Düşünüyorum; Exupéry’e ne olmuştu, hangi çirkinlikle yüzleşmişti de “Çağımdan tiksiniyorum” diyebilmişti…
Herhalde bir şeyi kaybettik; o, “her şeyi tutan bir şeyi”
Edebi.
İçi çölleşen insanlığın bugün daha çok diriltici bir soluğa ihtiyacı var. Bunu iliklerime kadar hissettim.
“İçimizdeki kör zindanların paslı kilitlerini aç Allah’ım. Bizi güzelliklerle yeniden dost kıl. Gül yüzlü Yusuflar gene Mısır’a sultan olsunlar” diye dua ede ede, naçar, eve geri döndüm.
Ne gidilecek yer kalmış, ne bende yürüyecek takat.
Sanırım Dücane Cündioğlu’ndan okumuştum; babasının elinden tutup yürüyen çocuktan bahsediyordu. Çocuk yorulmayı bilmez, gözlerini yumar ve şarkı söyleyerek mutlu mutlu gider. Düşerim, bir yere takılırım diye dert etmez. Çünkü babasının elinden tutmuştur.
Ben de; bir Hak dostunun elinden tutabilsem diyorum, Mürvet sahibi bir has gardaşa gönlümü iliştirsem de yürüyebilsem biraz şen şakrak. O çocuk misali can artırıcı yolculuklara çıkar, belki bahar tazeliğine erişirim.
Gel gör ki, ne bir eksiğim ne bir fazla, tam Koca Veysel’in dediği kadarım:
“Güzelliğin on par’etmez,
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulamam
Gönlümdeki köşk olmasa”
Gönlümdeki sırça köşke geri gelip yerleştim.
Dünkü gündü; Yozgat evladı bir şair dostum var, onu aradım. Dem tuttuğu vaktini yakalarsam bana ya bir bozlak söyler ya bir şiir okur ya da hâl kuşanıp bozkır ayazı gibi içimi kavurur.
-Hele bak azizim! dedim. Hele bak! Etrafta bir söylenti var; güya, bir türküye sığdırılan anlam BİN çuvala sığmıyormuş, ne dersin?
Sözün önünü erken eşeleyeyim istedim ama o abasını başından aşırmış:
– Bana ne gözüne kurban olduğum, söylesin dursunlar, diye asabiyetini yükseltti. Benim Horasan’da ekili tarlalarım var, aşk yoksunu olanlar düşünsün. Dünya umuruna meylini artıranlar bir mum yakıp kendi dertlerine yansınlar. Sen hiç meyus olma gözüne kurban, eninde sonunda güzellik galip gelecek…